Saliha FERŞADOĞLU |
|
Düşler diyarında |
Tarihî surlardan şehri kuşbakışı izlerken manzaranın güzelliği karşısında adeta dilimiz tutulmuştu. Dünyanın en eski şehirlerinden biri tam karşımızda duruyor, nazlı nazlı bizi süzüyordu. Eteklerimden sürükleyen rüzgâra aldırmaksızın ânı kalıcı kılma çabasıyla objektifimi dört döndürüyor; ha bire deklanşöre basıyordum. Mezuniyet gezisi için çıktığımız yolculuğun ilk adreslerinden biriydi Diyarbakır. Kalabalık, coşkulu ve antika sokaklarından geçerken insanlarının gülümseyen yüzleri, hoş geldiniz diyen dilleri şaşırtıyordu bizi. Ulu Cami'de namaz kılarken, birkaç dakikada yanı başımızda saf tutanlarla ahbap oluyor; tatlı bir sohbetin içinde buluyorduk kendimizi. Deliller Hanına girdiğimizde bir an Bursa’da Kozahan’da oluverdim; nitekim ikisi de büyük medeniyetlere başşehirlik yapmış kardeş şehirdi, birbirinden izler bulabiliyordum kolayca. Mesudiye Medresesinde ecdadımın yaptığı o harikulâde taş işçiliği, kısır san'at tarihi bilgime rağmen elvan elvan lezzetler sunuyordu bana. Ardından Zinciriye Medresesine gitmek üzere yola koyulduk. Yakmayan güneşin, susatan sıcaklığında yollar aştık. Medresenin yüksek kapısından içeri girdiğimizde serin bir hava buyur edercesine karşıladı bizleri. Duvarlarında sırlar barındıran bambaşka bir dünyanın içindeydik. Antik binayı incelerken bir köşede evrad u zikir okuyan Bediüzzaman’ı görür gibi oldum. Geçmişle gelecek birbirine karışmış; Bediüzzaman’ın Diyarbakır’a gelip on beş gün kaldığı Zinciriye Medresesinde anlardan bir anda karşılaşmıştık. Gördüğüm sadece bir düştü; belki de gerçek!* Düşlerden sıyrılıp otobüsümüze döndüğümüzde grup başkanımız bize yaşlı bir amcayı tanıttı. Otobüsün önündeki “Uludağ İlahiyat Fakültesi” yazısını görmüş; hemen bizimle ilgilenme görevini üstlenerek yanımıza gelmişti. Kendisine has o tatlı şivesiyle hoşamedi methiyeleri dizdi; size yemek yedirmeden bırakmam, dedi. Candan samimiyeti ve misafirperverliği bizi derinden etkileyiverdi ânında. Kırk beş kişilik grubu ağırlamak için ısrar eden amcanın dâvetini kıramayarak, kendimizi acılı ciğer kebaplarının mis kokularıyla sarılı bir lokantasında bulduk. Verdiği nimetlerinden dolayı Rabbimize şükür ve hamd ile hürmet ettikten sonra amcanın hayır dualarını alıp Diyarbakır’ın sokaklarında bir kez daha geçmişten izler aramak üzere kaybolduk. “Were qizamin were, resmeke miji biksine.” Anlamayan gözlerle teyzenin yüzüne baktım. Alnındaki dövmesi hemen dikkatimi çekti; desenli yeşil elbisesi, beyaz başörtüsü, gelenekselliğin kışkırtıcı güzelliği ile gülümseyerek bana bakıyordu. Safderun kalbinden yayılan içtenliği hemencecik etkilemişti beni. “Efendim! Anlamadım”, hüzünle baktım yüzüne. Yanındaki amcalar imdadımıza yetişip bize tercüman oldular. “Fotoğrafını çekmeni istiyor.” Şaşırdım, hiç tanımadığı birine kendisinden bir iz bırakmak isteyişi garip ve çekici geldi bana. Candan ve hiç çekinmeksizin, ışıl ışıl gözleriyle poz verdi. Bizim oraları, ülkenin batısını düşündüm; sokaklarda bana poz vermeyen, n’apacaksın abla, diye şüpheyle yaklaşan çocukları hatırladım. İçimde yaptığım karşılaştırmaları erteleyip teyzenin birkaç fotoğrafını daha çektim; modelliği için tebessümle teşekkür edip başımı sallayarak “hoşça kal” dedim ona. Diyarbakır ve Güneydoğu bende garip, hoş ve eşsiz hatıralar bıraktı. Ne zaman gerçek hayatın keşmekeşinden, ikiyüzlülüğünden ve karanlık dehlizlerinden kaçmak istesem, zihnimin anı defterini çıkarıyor, o günlere dalıp yeniden bir Güneydoğu gezisi yapıyorum. *Olay tamamen kurgudur.
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Fitnenin akameti… |
Mecliste “Anayasa mini paketi” görüşülürken âdeta unutulan ve üstü örtülen “Kürt açılımı,” son günlerde artan provokasyonlarla bütünüyle akamete uğramakta… Van’da başlayan, Samsun’da devam eden ve en son şehit yüzbaşının cenaze merasiminde Kayseri’ye sıçrayan olayların bütün yurda yayılacağı endişe edilmekte. 7.5 yıl önce Türkiye’yi sıfır terörle devralan AKP siyasî iktidarı döneminde terörün yeniden alevlenmesi; özellikle “açılım” sürecinde şehitlerin artması, “açılım”ın barışın aksine kavga ve kargaşaya yol açtığını ortaya koyuyor. “Açılım”ın ortaya atılmasından bu yana başta asker, polis ve korucu olmak üzere şehid sayısının 70’i aşması, bunun belgesi… Tesbitler, “Kürt açılımı” olarak başlayan ve daha sonra “demokratik açılım“ ve “millî birlik ve kardeşlik projesi” olarak ismi değiştirilen “açılım”la toplumda gerginliklerin daha da arttığını açığa çıkarmakta. Menfî milliyetçilik damarının karşılıklı kabartılıp tahrik edildiğini, öfkenin daha da arttığını ve kitlelerin provokasyonlara açık hale geldiğini su yüzüne çıkarmakta. Samsun’da DTP eski Başkanı Türk’e yapılan saldırının ardından Ladik ilçesinde iki polisin gece karanlığında karanlık kişilerin otomatik silâhlarla, yüzlerce mermiyle polis otosunu tarayıp iki polisin hunharca şehid edilmesi, bunun göstergesi…
“ETNİK SİYASET” TEFRİKAYI AZDIRDI Gerçek şu ki görünmez bir el sistemli bir komployla etnik tahrikle siyasetin tansiyonunu yükseltmekte; “Kürtlere özgürlük” sloganıyla ırkî söylemlerin zıddına sonuç vermekte. Tahrik, topyekûn halkın olumlu ve müsamahalı bakışına rağmen terör örgütünün inadına tefrikayı körüklemesinden türüyor. Kendini “Kürtlerin temsilcisi” ve “Kürt siyasî hareketi” olarak nitelendiren partinin bir türlü “kavmiyetçilik”ten vazgeçmemesi, terör örgütünden bağımsız olamaması ve “etnik siyaseti”nden kaynaklanıyor. Bundandır ki DTP’nin kapatılmasından sonra yerine ikame edilen BDP de, terör örgütü lideri Öcalan’ın “tâlimatı”yla toplandıklarını açıklayan milletvekilleri, “Kürt açılımı”nı, terör örgütü ile terörist başına bıraktılar. Demokratikleşmeyi, bir defa daha terör örgütü ve işbirlikçilerin insafına havale ettiler. Terörü tırmandırma stratejisiyle tefrikayı siyasallaştırma projesinin uygulanmasına devam edildi. Kışkırtıcı konuşmalarla, terör ve provokatif eylemler üzerinden Pentagon haritalarındaki “federatif sistem”le bölünüp parçalanma plânları ortaya atılma devam edildi. Ve “Kan akmaya devam eder!”, “Kırsaldaki terör kentlere iner!” benzeri tehditlerin ve şantajların savrulmasıyla etnisiteye dayalı “unsura (ırka) mahsus siyaset”, demokratikleşmeyi değil, kamplaşma ve kutuplaşmayla tefrikayı daha da azdırdı... “YOL HARİTASI”NDAN FİTNE ÇIKTI Ülke gerildi, kamplaşma ve kutuplaşma devam etti. Parti sözcüleri, en son Samsun’daki “yumruklu olay”ın bir meczuba atfedilmesine karşı, “Deli ise bizde de var!” tahrikinde bulundular… Kısacası yanlış temeller üzerine oturtulan “Kürt açılımı”, demokratikleşmeyi kitledi. Salt “Kürtlere mahsus demokratik özgürlükler” üzerine bina edilen “demokratik açılım”, hak ve hürriyetlere dair reformları rafa kaldırdı. Bediüzzaman’ın bundan bir asır önceki ifâdesiyle, “unsura (ırka) mahsus siyasî kulüpler” ve “etnik kimlik ve ırkî tefrika siyaseti”, fitneyi uyandırdı. “Açılım”ın amacı olan “terörün tasfiyesi”ni değil, tahrikine sebebiyet verdi… Her fırsatta, “Kürt Kemalistler” dediği Marksist terör örgütü PKK’nın “Atatürkçü bir parti” olduğunu, “laiklik izinde Kemalizmi örnek alıp taklit ettiklerini” anlatan Öcalan’ın “yol haritası”ndan fitne çıktı. Müslümanlığı tasfiye etmek ve Kürtlerin ve Kürtçe’nin din ile bağını koparmaya çalışılmasının akıbeti, provokasyonlar, toplumsal infiâl, şiddet, terör ve çatışma oldu. Bu açmaz içinde “tarihî fırsat” iddiaları, “açılım kahvaltıları” da bir netice vermedi. Çözüm, “etnik tahrik ve siyaset”te değil, ortak inanç, vatandaşlık, hak ve hürriyetlerle, kardeşlik değerlerinde buluşmakta…
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Baykal Said Nursî’yi okumalı |
CHP lideri Deniz Baykal, Kutlu Doğum konuşmasına gelen müsbet yankıları değerlendirirken, “Din ve siyaset konusunda zannettiğimiz kadar gerilimli bir çatışma ortamı içinde değiliz. Bu konularda bölünmüş bir toplum değiliz. Ama öyle bir toplum olduğumuzu zannediyoruz” demiş (Vatan, 19.4.10). Mine Şenocaklı’ya verdiği mülâkatta Baykal, “Laiklik derken de, laikliğe karşı çıkarken de aynı şeyi söylüyoruz” diyerek sözlerini sürdürmüş. Konuşması için AKP’li bakanlardan da, Erzurum’daki imamlardan da, Adıyaman’daki hocalardan da, en sert laiklerden de tebrik mesajları aldığını ifade eden CHP liderinin çizdiği tablo, kesinlikle kaybedilmemesi gereken çok olumlu bir atmosferin yakalandığını ortaya koyuyor. Bu hava çok iyi değerlendirilmeli ve siyasetteki din-irtica-laiklik kavgaları bir daha gündeme gelmemek üzere tamamen tedavülden kalkmalı. Ve siyaset, aslî meşguliyet alanları olması gereken “halka hizmet” odaklı reel konularda verilecek müsbet bir hizmet yarışına sahne olmalı. Baykal diyor ki: “Herkes İslâmın Peygamberimiz ve Kur’ân etrafında doğru ve özüne uygun bir yorumunu paylaşmaya hazır, onu bekliyor, onu istiyor. Siyasetin dışında, İslâmı doğru ve ahlâklı bir yaşam biçimi olarak anlamaya hazır.” Ve sözlerinin devamında “Çoğu insan da öyle yaşıyor” tesbitini ifade ettikten sonra, “Bunun ötesindeki tartışmalar yapay” diyor CHP lideri. Burada, cumhuriyet kurulduktan bu tarafa Türkiye’ye büyük sıkıntılar yaşatan, iç barış ve ahengi ciddî şekilde tehlikeye sokan, dindar halkı incitici hoyratça politikalarla gerilimlere yol açan, ama aynı halkın sabır ve sağduyusu ile büyük ölçüde aşılan ve neticede CHP’yi mağdur çoğunluğun nazarında “istenmeyen parti” haline getiren son derece sıkıntılı bir süreç söz konusu. Ve ilk kez bir CHP lideri, siyasî muhaliflerince dahi samimiyeti sorgulanmayan bir üslûpla, partisinin bu katı çizgisini yumuşatma, hattâ kırma işaretleri veriyor. Dahası, öteden beri kendisinin başı çektiği laiklik ve irtica tartışmalarının “yapay” olduğunu ilân edip, siyaset dışı bir “doğru İslâm yorumu”na duyulan ihtiyacı vurguluyor. Umarız, bu açılım da, yıllar önce Bosna’ya eşarp götürüp, hattâ geçen yılki yerel seçimler öncesinde partiyi çarşaflılara bile açıp, sonra başörtüsü yasakçılığında devam edilmesi ve imam hatiplileri diskoya giden gençlerle kucaklaştırmaktan söz ederken, İHL’lerin orta kısımlarının kapatılmasına çanak tutulması örneklerinde olduğu gibi, çelişkili adımlarla yine kazaya uğramaz. Ve CHP’deki adeta genlere işlemiş izlenimi veren kurumsal tavra takılıp tekrar sabote edilmez. Bunun için de, Kutlu Doğum konuşmasındaki pozitif mesajların sağlam referanslarla tahkim edilip pekiştirilmesine ihtiyaç var. Ve bu referansların en önemlilerinden biri, Bediüzzaman. Said Nursî, ne yazık ki, Baykal’ın seleflerinden Millî Şef İnönü’nün yıllarca bir numaralı hedefi oldu, ama Baykal’ın aradığı “siyaset dışı doğru İslâm” yorumunu en güzel şekilde ortaya koyan isim de Bediüzzaman’dı. Dinin hiçbir siyasî, ticarî, maddî, hattâ manevî ve uhrevî hesaba alet edilemeyeceğini; hiçbir kişi, grup, cemaat veya partinin inhisarı altına alınamayacağını; siyasetin parti ayrımı gözetmeksizin kurumsal anlamda bir bütün olarak en önemli görevlerinden birinin dine hizmet olduğunu ısrarla o vurgulamış; şeriatın yüzde 99’unun iman, ibadet, ahlâk ve fazilet olduğuna da ilk kez o dikkat çekmişti. Aydınlara “Halkın ve ülkenin gerçeklerini tanıyın;” halka da “Bazılarında gördüğünüz lâkayt tavırlara ve bir kısmının dine de yakışmayan taassup halleri karşısında verdiği aşırı tepkilere bakıp, aydınları din karşıtlığıyla suçlamayın” tavsiyesinde bulunarak, laik-antilaik geriliminin besleneceği zemini izale etmeye çalışan da o idi. Onun için, Baykal herkesin takdirini kazanan Kutlu Doğum açılımını geliştirmek için mutlaka Bediüzzaman’ı da dikkatle incelemeli, diyoruz...
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yine alkol, yine yanlış |
Türkiye’yi ‘idare edenler’ dünyayı kurtarmaya çalışırken, alkollü içkilerin gazetelerdeki reklamları tam sayfa olarak devam ediyor. 18 Nisan 2010 tarihli ‘büyük gazete’lerde de bu reklâmlar yayınlandı. Güya alkollü içkilerin reklâmlarının yayınlanması için yeni yönetmelikler hazırlanıyor, ama değişen bir şey yok. Alkollü içki üreticileri yangından mal kaçırırcasına ‘yasaklanma ihtimali’ne karşı reklâmları arttırmış görünüyorlar. Gazetelerde yer alan haberlere bakılırsa Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu (TAPDK) alkollü içkiler ve tütün mamulleri ile ilgili yeni bir yönetmelik hazırlamış. Farklı gazetelerde farklı bilgi ve değerlendirmeler var, ama ortak nokta alkollü içkilerin gazetelerde reklâmlarının, hazırlanan yeni yönetmelik sonrası da devam edeceği şeklinde anlaşılabilir. Konuyla ilgili haberde şu bilgi yer almış: “TAPDK yönetmeliği, ‘genç’i 15 ile 24 yaşları arasında bulunan kişi olarak tanımlıyor. Yönetmelik, ‘gazete, dergi, broşür, katalog, ilân ve diğer yazılı medya ve elektronik iletişim araçları vasıtasıyla alkol reklâmı yapılması halinde’ uyulacak şartları şöyle açıklıyor: Çocuk ve gençlere yönelik hazırlanan sayfa, ek, program, bölümler ile spor sayfalarında ve bu yayınların ilk ve son kapak ve sayfalarında alkollü içki reklâmları yer alamaz. Bu noktada, gençliğe yönelik sayfaların nasıl ölçüleceği tartışma konusu.” (Radikal, 17 Nisan 2010) Anlamakta zorlandığımız nokta şu ki, madem alkollü içkiler ‘aklı iptal’ edip insanları bir nevî ‘deli’ye çeviriyor, o halde bu zararlı maddenin gazetelerde reklâmlarının yapılması niçin kesin olarak engellenmiyor? Bakınız, daha az zararlı olan sigaranın gazetelerde reklâmları yapılamıyor. Ama daha çok zararlı olduğu ilmen ve tıbben belli olan alkollü içkiler için aynı yasak gündeme gelmiyor? Şunu da anlamak mümkün değil: Televizyonlarda yapılamayan alkollü içkilerin reklâmı, gazetelerde nasıl ve niçin yapılabilir? Gazeteler de en az televizyonlar kadar tesirli değil mi? Çocuklar, gençler ve aileye mensup herkes; gazeteyi eline aldığında gördüğü bu reklâmlardan etkilenmeyecek mi? Şu an tartışılan ve taraflara gönderildiği ifade edilen yeni yönetmeliğe göre “Çocuk ve gençlere yönelik hazırlanan sayfa, ek, program, bölümler ile spor sayfalarında ve bu yayınların ilk ve son kapak ve sayfalarında alkollü içki reklâmları” yer alamayacakmış! Herhangi bir gazetenin hangi sayfasının gençlere hitap ettiğinin tesbit ve izahının lüzümsuz bir tartışma olması bir yana, böyle bir tedbir gençleri alkol bataklığına düşmekten koruyabilir mi? Bir gazetenin spor sayfasında yayınlanamayan alkollü içki reklâmı ‘kültür-sanat sayfası’nda yayınlanınca ne olacak? Uygulanması imkânsız böyle lüzumsuz maddelerle meşgul olmak yerine, “alkollü içkilerin hiçbir sûrette gazetelerde vs. reklâmları yapılamaz” demek çok mu zor? Hiç tartışma götürmez bir gerçek varsa, o da alkollü içkilerin gazetelerde yer almasının kökten yanlış olduğudur. Bu kökten yanlış, ancak alkollü içki reklâmlarının kökten yasaklanmasıyla aşılabilir. Bunun yerine kelime oyunlarıyla milleti oyalamakla bir yere varılamaz. İlim, vicdan ve akıl; alkollü içkilerin ne surette olursa olsun teşvik edilmesine karşı olmalıdır vesselâm...
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Şiddet kültürü ve başkanlık sistemi |
Siyasilere yumruk atarak, sağda solda bombalar patlatarak, yahut güvenlik kuvvetlerine kurşun yağdırarak yeniden körüklenmek istenen şiddet dalgasına, toplumun hemen her kesiminden lânet yağıyor, nefret yağıyor. Bu vatanın ve milletin hayrını düşünen herkesin tel'in ettiği bu son "şiddeti körükleme manevrası" da inşaallah yüzgeri olacak ve neticesi akim kalacak. Şu ana kadar yaşanan gelişmeler, siyasilerden ve muhtelif çevrelerden yapılan açıklamalar, durumun böyle olacağına dair ümitleri kuvvetlendiriyor. Cemiyetin mutlak ekseriyeti, "menfî hareket" dediğimiz şiddet kültürünü tasvip etmiyor. Yapılan çirkin hareketleri doğru ve yerinde bulmuyor. Hatta, şiddetin hedefi kim olursa olsun, bu yöntemi yanlış buluyor ve bu "kanlı şiddet"i şiddetle reddediyor. İşte bu tablo, geçmişe nazaran, fert ve toplum olarak da alınan müsbet mesafeyi bir derece gözler önüne seriyor. Geçmiş dönemlerde, sağ–sol, Türk–Kürt, Alevî–Sünnî ayrışmasına, hatta çatışmasına matuf provokatif eylemler vuku bulduğunda, taraflarda karşılıklı olarak kin, öfke ve intikam damarları depreşirdi. Zira, işin mahiyetini tam olarak bilemiyorlardı. Şimdilerde ise, şükür ki durum aynı değil. Şiddetin boy gösterdiği yerde, hemen herkes biliyor, en azından kanaat ediyor ki, orada bir provokasyon var. Maşaların eliyle yaptırılan eylemlerin arkasında ihanet odakları var. Vesaire... Dolayısıyla, şiddete mâruz kalanlar adına elbette ki elem ve ıztırap çekmekle beraber, hainlerin maksatlarına bu kez ulaşamayacakları kanaatiyle, bir derece teselli buluyoruz. Yeniden boy gösterme çabasına giren şiddet dalgası, tesirini hissettirmek için, muhtemeldir ki daha başka tahribat eylemlerine de tevessül edebilir. Ancak, gelecek adına yine ümitvar olunmalı. Zira, bu şer cephesinin hevesi, cemiyetin uyanan basiret ve sağduyusu sayesinde, inşaallah kursaklarında kalacak.
Başkanlık sistemi ve iki eksenli siyaset
Türkiye, adım adım "başkanlık sistemi"ne doğru gidiyor. Geçmişte Özal ve Demirel'in gündeme getirdiği bu mesele, şimdi de Erdoğan'ın konuya sıcak baktığını söylemesiyle yeniden canlılık kazandı. Asıl canlılık ise, önümüzdeki dönemde yaşanacak. Yakın gelecekte yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi, halkın doğrudan katılımı ve tercihiyle gerçekleşecek. Böylelikle, Türkiye'de bir ilk yaşanmış olacak. Yani, cumhur (halk) ilk defa olarak reisini doğrudan seçmiş olacak. Cumhurbaşkanı seçilecek olan kişi, ilk turda halkın en az % 50'sinin desteğini alması şart. Aksi halde, iş "iki aday"lı ikinci tura kalacak ve yine % 50'nin üzerindeki bir desteğe ihtiyaç hasıl olacak. Dolayısıyla, iki adayın yarışacağı bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ortaya mecburen iki eksenli bir siyaset tablosunu çıkaracak. Hemen herkes, iki adaydan birini desteklemek durumunda kalacak. Tıpkı, ABD'de olduğu gibi... Bu iki eksenli siyaset, aynı zamanda Türkiye'yi yine ABD'deki gibi başkanlık sistemine benzer bir yapılanmaya doğru götürecek. Bundan da endişe etmeye hiç hacet yok. Zira, başkanlık sistemi, hem iki başlılıktan uzak, hem de bizi Hülefâ–i Râşidîn dönemine en uygun bir sisteme doğru götürecek gibi görünüyor.
Tarihin yorumu 21 Nisan 1938
Hürriyet ve istiklâlin İkbâl'i
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın millî şairi olarak kabul edilen Muhammed İkbâl, 1938'in 21 Nisan'ında Hakk'ın rahmetine kavuştu. Altmış beş yıllık ömrünün çoğu hürriyet ve bağımsızlık mücadelesi ile geçti. Şiirlerinde bu ruh ve şuuru canlandırmaya çalıştı. Zira, onun yaşadığı dönem itibariyle, Hindistan Müslümanları—bütün Hint kıt'asındaki topluluklar gibi—İngiliz sömürgesi durumundaydı. İkbâl, sömürge zihniyetini yerden yere vuran, hürriyet ve istiklâlin kudsiyetini dem ve damarlara işleyen şiirler yazarak, büyük bir uyanış hareketinin şairi oldu. Aynı zamanda âlim bir şahsiyet olan İkbâl, birçok yönüyle Mehmet Âkif'le benzeşiyor. Acip bir tevâfuk ki, doğum tarihleri aynı olduğu gibi, isimleri ile vefat tarihleri de birbirine çok yakın. Her ikisi de 1873 senesinde dünyaya geldi. Vefat tarihleri itibariyle, arada sadece iki sene gibi ufak bir fark var: M. Âkif 1936, M. İkbâl ise 1938'de dâr–ı bekàya irtihal eyledi. Bu iki büyük şairin yüreklerde heyecan ve coşkunluk meydana getiren ortak özellikleri ise, bilhassa Müslümanların hürriyet ve istiklâliyetini en yüksek bir sadâ ile haykırmalarıdır. Konuyu İkbâl'in şiirinden yapılan kısacık bir tercüme ile noktalayalım:
Âsuman, fecrin ışıklarıyla nurlanacak Ve, gecenin karanlığı hızla kalkacak Iztırap çeken ihvanlar gelip birlik olacak Meltem ve çiçekler mutlu yolda buluşacak
Gözyaşlarım, şebnem gibi parıldayan melodiler getirecek Bu bahçenin her goncası kaderimle şekillenecek Kalpler, gönülllü secdelerini hatırlayacak Başlar, Kâbe'nin kudsî toprağına yeniden değecek .................................................. Ve, bu bahçe Allah'ın Cennetinin şarkısı ile dolacak.
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Abdil Yıldırım ve Hüseyin Eren duâlarınızı bekliyor |
Abdil Yıldırım, bizim Yeni Asya’da yazmaya başladığımız yıllardan beri, hem şiir hem de makale yazan, yaş olarak da akran bir kardeşimizdir. Yani o, Yeni Asya’nın kırk yıllık bir okuyucu-yazarı. Hüseyin Eren ise, son yıllarda gazetemizde yazı yazan bir kardeşimiz. Abdil kardeşimizle bir-iki defa görüştük, fakat Hüseyin kardeşimle Bursa’da bir arada ve beraber bulunduğumuzdan yirmi senedir tanışırız. Hasbî, fedakâr ve ehl-i hizmet bir kardeşimizdir. Gazetemiz yazarı olan bu iki kardeşimiz de, şu anda hasta ve sizlerden duâ bekliyor. Abdil kardeşimiz, yine gazetemizde yazan Mehtap Yıldırım’ın da babasıdır. İşte ne olduysa, kızı Mehtap Hanımın kına gecesi akşamında âniden rahatsızlanarak hastahaneye yatmış. Bir çeşit kas rahatsızlığı teşhisiyle tedâvi görüyor ve bir buçuk aydır da hâlâ yatmakta. Geçtiğimiz günlerde Üstadımızı yâd etme programlarından birine daha iştirak etmek için Bursa’dan Kasım Ali Güngör, Coşkun Ebinç ve Musa Kocalan ile birlikte Eskişehir’e gitmiştik. Programın olacağı gün, oradaki arkadaşlarla istişare ederek; konuşmacı Selahaddin (İslâm) Yaşar ile Ankara’dan gelen Ömer Tuncay Ağabey ve yol arkadaşları ve de Eskişehirli arkadaşlarla beraber, yaklaşık yirmi beş kişi, hep birlikte Abdil Yıldırım kardeşimizi, yattığı hastahanede ziyaret ettik. Hüseyin Eren ise, bir rahatsızlık neticesi küçük bir operasyon geçirmişti. Haber aldığımda kendisine her zaman olduğu gibi, köşe adıyla hitap ederek yine takıldım “Ay ışığı, bize sormadan hasta olma demedik mi sana?“ diyerek gülüşüp lâtifeleştik. Fakat bir-iki gün önce duyduk ki, kendisinden alınan parçanın küçük bir azizliğine uğramış ve yeniden, aniden bir operasyon daha geçirmiş. Bursa Yeni Asya temsilciliğinin hizmet erlerinden Hüseyin Hiçdurmaz, Erol Babaoğlu ve Yasin Biçer kardeşimizle ziyaretine gittik. Hüseyin kardeşimiz her zamanki gibi güler yüzüyle karşıladı bizleri. Sohbet ettik, lâtifeleştik, duâ ettik, duâ istedik. “Hastalıkla arkadaş olmayacaksın Hüseyin!” dedim. Gülerek tasdik etti. Arkadaşlar, hep beraber resim çekilmemizi istediler, kabul ettik. Hüseyin “Bir de Osman ağabeyle beni tek çekin” dedi. Bana sarılarak çekilen fotoğraftan duygulandım. Ayrılırken “Hüseyin, bize duâ et. Biz zaten sana duâ ediyoruz, ama senin duân şu anda daha makbul. Bir de Hastalar Risâlesi’ni her gün, üç çarpı bir oku” dedikten sonra yanından ayrıldık. Demirden değil, taştan değil, her zaman dağılır et ve kemikten meydana gelmiş bir vücuda sahip olan insanın başına; ne zaman, ne, nasıl gelir, bilinmez. Şu anda sıhhati yerinde olanların yarın ne olacağı belli midir? O halde, bu sıhhatli hâlimize şükredelim. Hasta olan kardeşlerimize de, Şafi-i Hakikî’nin ismi hürmetine sıhhat bulması için duâ edelim.
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Âlem kitabının mürekkebi |
İsmail Bey: “Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın efendisi, gönüllerin padişahı! On sekiz bin âlem onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış. Hiçbir şey yokken Allah Peygamber Efendimizi (asm) sevmiş. Bilindiği gibi Allah yarattığı her kulunu sever, ama Peygamber Efendimizi (asm) bambaşka sevmekte. Bu sevgi nereden geliyor? Bunun hikmetini açıklar mısınız?”
Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir ki, Allah her şeyden evvel, Kendi nurundan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nurunu yaratmıştır.1 Demek kâinatın hamuru, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru ile yoğrulmuştur. Her şeyi bir çekirdekten yaratması Allah’ın âdetindendir. Allah, ağaçları, bitkileri, hayvanları, balıkları, kuşları, insanları hep birer çekirdekten, tohumdan, yumurtadan yaratıyor. Kâinâtı bir büyük ağaç kabul ettiğimizde; bu büyük kâinât ağacının da bir çekirdeğinin, bir hamurunun, bir özünün, bir tohumunun olması ve bu tohum ve çekirdek üzerine koca kâinât ağacının binâ edilmesi, başka bir ifâdeyle bu koca kâinât ağacının her zerresinde ve her hareketinde bu çekirdekten bir nurânî boya bulunması Allah’ın hikmetinin ve âdetinin bir gereğidir. Nitekim tabiatta görüyoruz ki, çekirdekte ne plân varsa, ağaçta ortaya çıkan dal budak odur. Tohumda ne program varsa, bitkide bize gülümseyen meyve odur. Yumurtada ne tasarım varsa, tavus kuşunda meydana gelen rengârenk vücut o tasarımın gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. DNA’da ne taslak ve proje varsa, insanın davranış ve hayat serüveninde görünen çizgiler ve hatlar ondan ibarettir. İnsanın, program yüklü bir DNA’sının varlığı bugün ilmin tesbitleri arasında yer alıyor. Ağaçların, plân ve tasarım yüklü bir çekirdekten çıktıkları bugün herkesçe biliniyor. Kuşların, proje yüklü bir yumurtanın uyanışıyla hayat buldukları ve hayatları boyunca yumurtadaki bu projeyi yaşadıkları bugün inkâr edilmiyor. O halde bu koca kâinatın da, Allah’ın âdetine ve hikmetine uygun program yüklü bir çekirdeğinin, tasarım yüklü bir tohumunun, plân yüklü bir yumurtasının, proje ve taslak yüklü bir (tabir câizse) DNA’sının varlığını akıldan uzak görmemek lâzım. Nitekim “Sen olmasaydın, ben âlemleri yaratmazdım”2 hadis-i kudsîsinde belirtilen hakikat, âlemlerin bir nur çekirdekten yaratılmış olduğu hakikati olsa gerektir. Bu nur çekirdeğin âlemler için, kâinat için ehemmiyet derecesi böyle bildirilmiştir. Yani, önce kutlu ve nurlu bir çekirdeğin yaratıldığı, ardından bu çekirdeğin üzerine âlemin bina edildiği ifade edilmiştir. O halde kâinatın hamurunda bulunan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru, bu kâinatın çekirdeği, tohumu, yumurtası ve DNA’sı hükmündedir. Nitekim Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre, bu büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla baktığımızda, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebi olur. Bu mürekkep bütün kâinâtı kendi rengiyle boyamıştır. Eğer kâinâtı bir büyük ağaç farz edersek, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru bu büyük ağacın hem çekirdeği, hem meyvesi olur! Nitekim ağaçlar, çekirdekten hareket ederler, sonundaki meyvede yine çekirdeği verirler. Eğer kâinât cismânî bir canlı kabul edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru bu büyük canlının rûhu olur! Eğer kâinât bir büyük insan farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru o insanın aklı olur! Eğer kâinât bir güzel Cennet bahçesi kabul edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru bu Cennet bahçesinin bülbülü olur! Eğer kâinât pek büyük bir saray farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru bu benzersiz sarayın dâvetçisi, rehberi, kılâvuzu, tanıtıcısı olur! Bütün insanları dâvet ediyor! Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bu sarayda bulunan bütün antika sanatları tanıtıyor, bildiriyor, tanımlıyor! İnsanları saray Sahibini tanımaya, bilmeye, O’na iman etmeye çağırıyor!3 Demek Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru kâinatın hem çekirdeği, hem meyvesidir; hem şuurudur; hem tohumu, hem aklıdır. Nihayet Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm İslâmiyet meyvesini, Kur’ân şuurunu ve Sünnet-i Seniyye aklını kâinatın başına geçirmiştir. Böylece kâinat ağacı en olgun meyvesini vermiştir. Demek İslâmiyet ile kâinat ruh ile beden gibidir. Kur’ân ile kâinat şuur ile vücut gibidir. Sünnet-i Seniyye ile kâinat akıl ile insan gibidir. Nitekim Üstad Bedîüzzaman’a göre, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın maddî ve manevî hayatı, kâinatın ruhundan süzülmüş bir öz hükmündedir. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peygamberliği, kâinatın his, şuur ve aklından süzülmüş en arı bir özdür; kâinatın şuurunun şuurudur ve nurudur. Kur’ân’ın vahyi de, kâinatın hayatının ruhudur, kâinatın şuurunun aklıdır.
Dipnotlar:
1- Kastalânî, Mevâhibü’l-Ledünniye, 1/7. 2- Keşfü’l-Hafâ, 2/164 (2123) 3- Mesnevî-i Nûriye, s. 99, 100.
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Hakan YILMAZ |
|
Denetlenmeyen kör kuruş kalmasın |
Türkiye’de vergi vermeye karşı oluşmuş psikolojik bir direnç vardır. Bu direnç bazı durumlarda “vergi kaçırma” ve bazen de “vergiden kaçınma” şeklinde tezahür eder. ‘Vergi kaçırma’ yasal olmayan bir vergiye karşı direnme yoludur. ‘Vergiden kaçınma’ ise iyi yetişmiş vergi uzmanlarının malî mevzuatın satır aralarındaki boşluklardan yararlanarak geliştirdikleri bir tür vergi ödememe yoludur ve tamamen yasaldır.
Her iki halde de esasında sonuç aynıdır: Devlete daha az vergi ödenir. Batı aleminde “tax payer” denen mükellef, acaba neden vergi vermek istemez? Vergi vermemeye veya daha az vermeye dönük oluşan bu direncin kaynağı nedir?
Direncin kaynağı, mükellef nezdinde oluşan ‘verdiğim vergiler kamu kesimince etkin harcanmamakta ve kamu kaynakları israf edilmekte’ olduğuna ilişkin yaygın inançtır. İşte bu noktada toplanan her kör kuruş verginin etkin, verimli ve israftan uzak kullanıldığına ilişkin “iyi yönetim ve verimli harcama” örneklerinin kamuoyu ile paylaşılması mükelleflerin ikna edilmesine ilişkin atılmış olumlu adımlar olarak değerlendirilebilir.
Pek tabiî ki demokrasilerde ‘iyi yönetim’ ve ‘verimli harcama’ örnekleri etkin çalışan denetim kurumlarının ürettiği denetim ve inceleme raporlarıyla sağlanabilir. Sayıştay, halkın vergilerini ve halkın vergileri ile oluşan bütçenin harcanmasını TBMM adına denetlemek ve bulgularını raporlayarak yine halkın temsilcileri olan Türkiye Büyük Millet Meclisine sunmakla görevli bir denetim kurumudur. Sayıştay, bu görevi icra ederken bağımsız hareket eder ve Fransızların deyişiyle suijenarist (kendine has) bir yüksek yargı organıdır.
Şu sıralar Sayıştay’ın yeni teşkilât yasası ve denetim alanının genişletilmesi gündemde. Sayıştay, Avrupa uygulamalarını da dayanak yaparak askerî harcamalar ve belediyelerin birlik ve şirket denetimleri de dahil denetlenmeyen kamu harcamaları, incelenmeyen kamu malları kalmasın istiyor.
Hatta bana kalırsa denetleyen Sayıştay’ın başkanı mı olur, yoksa meclis başkanının belirleyeceği başka bir kıdemli denetçi mi olur her kim olursa olsun örtülü ödenek bile denetlenmelidir.
Bununla beraber Sayıştay’ın denetim ve inceleme raporlarının görüşülmesi ‘Plan ve Bütçe Komisyonu’ tarafından değil, Batı Avrupa ülkelerindeki gibi muhalefetin çoğunlukta olduğu yeni kurulacak ‘Sayıştay Komisyonu’ tarafından yerine getirilmelidir.
Daha etkin ve verimli işleyen bir Sayıştay, mükelleflerin vergiye karşı direncini minimize edebilir. Halkın vereceği vergileri arttırabilir.
Türkiye’nin iyi yönetim ve etkin harcama örneklerine ihtiyacı var. Yazarı ile çizeri ile aydını ile buna destek olmalıyız. Çünkü çocuklarımıza miras bırakacağımız geleceğin Türkiye’sini bu destekler şekillendirecektir. 21.04.2010 E-Posta: [email protected] |