13 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin EREN

Tüketim töreleriyle kutlama


A+ | A-

Haftalara bölünmüş anış; modern zamanların uydurduğu avuntu, başkalaştırma ve tüketime dönüştürme çabası. ‘Bir hafta bunu konuştuk, sıradaki gelsin’ sıradanlığı. Orman haftası, trafik haftası vs. Her haftaya bir konu, her konuya bir hafta; tüketim argümanlarıyla kutlama, kutlu günleri bile ticarîleştirme…

Kutlu Doğum Haftası; gül ve kitap dağıtılan günlere dönüştürme, reklâm ve görüntüye inen anma… Ondan önceki ve sonraki haftalar; kutlu doğumun müjdesini taşımıyor mu? Hangi zaman, hangi an ondan nur taşımıyor; hangi mekân onun nuruyla aydınlanmıyor?

Modern tüketim töreleriyle onu anmak ve anlamak mümkün mü? Orman haftasında ağaç dik, kutlu doğumda gül dağıt, okumasan da kitap dağıt. Mail gruplarında mail yönlendir, “Facebook”a gelenleri paylaş; sanal kutlama.

Teknolojik iletişim araçları elbette kullanılmalı, gereğince faydalanmalı; fakat onda boğulunmamalı. Saatlerce onda eğlenileceğine biraz olsun salâvat getirmek daha anlamlı bir anış ve anlayış değil mi?

Kitap sektöründe birçok kitap çıkar bu haftada; herkes okusun denir; kaç kişi okur basitleştirilmiş metinleri? Dağıtmak daha kolaya gelir; zaten hafta dolayısıyla ucuzlatılmıştır kitaplar, çiçekler de öyle, markalı başörtüler de. Sinsice içe girer dünyevî tüketim virüsü, fark ettirmeden kendine benzetmeye çalışır tüketim töreleri.

Kurumsal kimlikli firmalarımız var artık ve olma yolunda olanlar... Ne derece iktisada, kanaate, hakkaniyete uyuyorlar? Onlar aracılığıyla bir şeylere uydurulmaya çalışılıyor olmayalım? Başka ne yapabiliriz kolaycılığına kaçmak çözüm değil; başka ne yapılabileceğini yaptığımızla yapmadıktan sonra, bir zihniyetin kopyası olmayı sürdürürüz böyle; kopyala yapıştır, kes yapıştır.

Kandiller kandil simidiyle “iyi kandiller” denerek-iyi akşamlar der gibi-kutlanırsa, kutlu doğum haftası da aynı zihniyetin bir hafta süren serüveniyle kutlanır olur. Daha fazla tüketmek için markalı ürünler indirime girer, kurumsal firmaların ciroları artar; gelecek yılın haftasına şimdiden projeler hazırlanır. Modern kuşatılmışlığın kıskacında kutlama yaparız böyle.

Uyarıcı eserleri daha fazla okuyarak ve hayatımıza tatbik ettiklerimizi başkalarına örnekliklerle anlatabiliyorsak, her ânı kuşatan bir kutlu doğuma şahitlik etmiş olmaz mıyız?

O (asm) kâinatın nuru, kâinat onun nurundan yaratılmış ve onun nuruyla varlığını sürdürüyor. Onun nurunu taşıyan bütün haftalar kutlu; her haftada, her anda o nuru görmek, ona uyarak başkalarına da yol göstermek… Kâinat kitabını, Kur’ân kâinatını onun rehberliğinde okumak… Salât ü selâm getirmek... Kısa süreli bir kutlama değil, hayat boyu süren yaşam tarzı hâline getirmek… Hedef ve gaye bu olsa gerek. Bunun için ne günü, ne de haftayı beklemeye gerek var.

Tükenen her nefeste ona tükenmez nefesler adedince salât ü selâmlar olsun; bütün günler ve haftalar boyunca.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Üstad’la birlikte Hazret-i Ali’yi (ra) dinlemek


A+ | A-

Risâle-i Nur mesleğinin muallimleri, başta Hazret-i Peygamber (asm) ve ondan sonraki sırada Hazret-i Ali (ra) ve Gavs-ı Azam’dır (ks) Bu anlamda Hazret-i Ali (ra) Üstadımızın üstadıdır. Aynı sohbet meclisinde bir arada bulunsaydık ve Hazret-i Ali’den (ra) mesleğimizin birinci meselesi olan tevhid hakikatini dinleseydik ne anlatırdı?

Bu soru muhtemelen her Nur talebesinin çok ilgisini çekecek ve çok merak edeceği bir konuya ışık tutacaktır. Pek çoğumuz Hazret-i Ali’den (ra) böyle bir tevhid dersi dinleyebilmek için çok şeyleri göze alırdık. Bir de düşünsenize, Üstadımız ile o Esedullah’ın (ra) önünde birlikte diz çökmüş ve tevhid dersi alıyor olduğumuzu. İşte hayatımızın en mutlu anı.

Zaman ve mekânın bizi sınırladığı yerlerde Âlemlerin Rabbi hayal gibi bir meleke vermiş ki, bu sınırlılığımızı aşıp bazı halleri şehadet âleminin dışında yaşayabilelim. Bu maksatla az önce dile getirdiğim tabloyu hayal edip; Hazret-i Ali’nin (ra) konuşma, mektup ve hikmetli sözlerinin Eş-Şerif er-Radi tarafından derlendiği ve Prof. Dr. Adnan Demircan tarafından tercüme edilen Nehcü’l-Belağa (Belağatın Yolu) isimli esere Üstadımız ile birlikte Hazret-i Ali’den (ra) dinliyormuş gibi muhatap olabiliriz. O zatın (ra) tevhid ile ilgili şu muhteşem cümleleri, Üstadımızın ne kadar sağlam kaynaklara dayandığını ve Nur talebelerinin mânen ne büyük kametlerin himayesi altında olduğunu daha net hissettiriyor:

“Söz söyleyenlerin O’nu övgüde aciz kaldığı, sayanların nimetlerini hesap edemedikleri, çabalayanların hakkını ödeyemediği, büyük gayretlerin idrak edemediği, keskin zekâların erişemediği, sıfatının sınırı, mevcut bir niteliği, sayılı vakti ve uzayan süresi olmayan Allah’a hamdolsun. Mahlûkatı kudretiyle yarattı; rüzgârları rahmetiyle yaydı; arzının bereketini kayalarla sabitledi. Dinin esası Allah’ı bilmektir. O’nu bilmenin kemâli O’nu tasdik etmektir. O’nu tasdik etmenin kemali, O’nu birlemektir. O’nu birlemenin kemâli, O’na ihlas ile bağlanmaktır. O’na ihlâs ile bağlanmanın kemali, her sıfatın mevsufun gayrı olduğuna, her mevsufun sıfatın gayrı olduğuna şehadet ederek O’nun için sıfatları reddetmektir.

“Yüce Allah’ı vasıflayan, O’nu nitelediği şeyle ilişkilendirmiş olur. O’nu ilişkilendiren ikilemiş olur; O’nu ikileyen cüzlere ayırmış olur; cüzlere ayıran O’nu bilemez; O’nu bilemeyen, O’na (sanki belli bir yönde imiş gibi) işaret eder; işaret eden O’na sınır çizmiş olur; sınır çizen O’nu (sayılabilen şeyler gibi) saymış olur. ‘Nerede?’ diyen O’nu bir şeyin içine almış olur; ‘Neyin üzerinde?’ diyen bir yeri O’ndan arındırmış olur. O bir yaratılış olmaksızın vardır; bir yokluk olmaksızın mevcuttur. O birleşme olmaksızın her şeyle beraberdir. (Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur / Mücadele 58/7); ayrılık olmaksızın her şeyin gayrıdır. “Faildir ancak, hareketler ve âlet anlamında değil. Mahlûkatından görülen yokken görür. O, tektir; alıştığı biri yoktur ki onu kaybettiğine üzülsün. Düşünüp taşındığı bir fikir ve yararlandığı bir deneyim, ihdas ettiği bir hareket ve telâşlandığı bir nefsin tereddüdü olmaksızın mahlûkatı yarattı; onları ilk defa var etti. Varlıkları vaktinde var etti; farklılıkları arasındaki çelişkiyi giderdi; her varlığın doğasını meydana getirdi ve ona özel kalıbını bahşetti. Onları var etmeden bunu biliyordu. Sınırlarını ve sonlarını kuşatandır;açığa çıkardıklarını ve gizlediklerini bilendir…”İşte Risâle-i Nur kesretten vahdete geçiş dersini böyle büyük bir Üstaddan ders almıştır. Nur talebeleri böyle üstün bir idrakin mânevî himayesi altındadır. Rabbim bizleri o zatlara lâyık talebeler eylesin.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

“İştirak-i a’mâl-i uhrevî” üzerine


A+ | A-

Abdunnur bey: “Risâle-i Nûr’un mesleğinde iştirâk-i amâl-i uhrevî düsturu var. Bu düsturu biraz açar mısınız?”

Dünya işlerini düzenli ve verimli yürütmek için ortaklıklar kurulur. Ahiret işlerini yürütmek için de pekâlâ ortaklık kurulabilir ve bir çok badire, bir çok zorluk, bir çok sıkıntı el birliği ile, omuz omuza vermek suretiyle aşılabilir. Üstelik ahiret işlerinde sevap ve ücret verme makamı doğrudan Cenab-ı Allah olduğundan, Onun Samedâniyetinin, istiğnasının, zenginliğinin, ikramının, rahmetinin ve cömertliğinin bir gereği olarak; ortakların tamamının sevabı, ortaklardan her birisine eksiksiz gider; sevaplar ortak sayısına bölünmez, bilakis ortak sayısı kadar katlanır ve yekûn sevap tamamına ödenir. Buna Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bir mum etrafında birer boy aynasıyla duran insanların aldığı eksiksiz ve tam ışık misâli ile açıklık getirir. Işık nur olduğundan bölünme ve parçalanma olmaz ve her birisinin aynası tam bir mum ışığına sahip olur. Allah’ın feyzi, rızası, rahmeti, sevabı ve bereketi de ışık gibidir. Bütün ortaklara eksiksiz gider. Omuz vuranların hepsini eşit olarak ihyâ eder.1 Fakat herkesin, aynasının rengi, parlaklığı, kırıklığı, netliği veya körlüğü gibi özelliklerine göre derece derece ışık alacağı malumdur. Yani ışık hepsini birden eşit olarak kucaklar; ama her ayna kendisine gelen ışığı kendi kabiliyetine göre alır. Eğer sırrı bozulmuşsa ışığı içinde pek fazla tutamaz; gelen ışık geçer gider.2

Üstad Hazretlerinin kaydettiği, “derecesine göre hissedâr olur” hakikatini bu misal ışığında değerlendirmemiz mümkündür. Risâle-i Nur hizmeti zaten uhrevî amellerde kurulan bir manevi ortaklık esasına dayanır. Bu hizmette şahs-ı mânevî esastır. Ene yoktur. Enaniyet yoktur. Şahsî makam ve mevki yoktur. Benlik ve bencillik yoktur. Biz şuuru vardır. Enelerin içinde eridiği ortak bir havuz vardır. Herkes bu havuzda kendi kimliğini eritir. Herkes kişi olarak yok olur, ortak bir şuur olarak ortaya çıkar.

İştirak-i âmâl-i uhrevî düsturuna göre:

1-Hiç kimse kendisi adına hareket etmez; herkes “biz” şuuru adına hareket eder. Böylece enâniyetin tehlikelerinden ve hatalardan uzak kalır. Çünkü kendisi yoktur ve her adımını “biz” içindeki istişare ile atar. İstişare eden yanılmaz, hatalardan korunur.

2-Biz havuzu büyük bir güç birliği sağlar. Böylece az, çok olur. İki kişi on bir kuvvetinde olur. On altı birleşik kardeşin kuvveti dört binden geçer.3 Bu güç birliği ile, havuzdakiler, büyük hizmetlere imza atabilecek bir kudrete sahip olurlar; fakat yıkıcı gurur ve riyâya da meydan vermezler. Çünkü gurur ve riyâ “biz havuzuna” giremez.

3-Havuzda enaniyet ve benlik olmadığından herkes yekdiğerinin hatasını ve kusurunu affeder; ancak kendi kusurunu affetmez ve kendini ıslah ile meşgul olur. İnsanın kendi kusurlarıyla meşgul olması, ben davasına atılan en büyük darbedir. Bu hayırlı darbe, biz şuuru açısından kazanımdır. Çünkü herkesin kendi kusurlarıyla meşgul olması ve kardeşini kusurlarından dolayı itham etmemesi kardeşler arasında barışın, birlik ve kaynaşmanın yaşanmasına zemin teşkil eder. Havuzda bulunan kardeşlerde fani olmak sırrı (fenâ fi’l-ihvân, yani tefânî sırrı) böylece hayata geçmiş olur.

4-Biz şuuru ile hareket edenler arasında tembellik, atalet, ümitsizlik, kötümserlik, bedbinlik, yıkılmışlık, mağlûbiyet hissi bulunmaz. Biz şuuru ile hareket eden daima zaferdedir, daima üstündür, daima ümit içindedir, daima ileri atılır, daima iyi olan şeyleri ve başarıları konuşur. Kötü örnekler üzerinde durmaz.

5-Havuz şuuru, şahıslara nispetle Allah’ın rızasına daha yakındır. Çünkü bizim birlikte hareket etmemizi isteyen Cenâb-ı Hak’tır. “Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın”4 âyeti uhrevî hizmetlerde birlikte adım atmayı emreder.

6-Allah’ın rızasını biz şuuru ile kazanmak, tek başına kazanmaktan daha kolaydır. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın rahmet ve rızasının, feyiz ve bereketinin “biz şuuruna ermiş cemaat” üzerine indiğini bildirmiştir.5 “Allah’ın eli cemaat üzerindedir”6 hadisinin sırrı bu olduğu gibi, cemaatle kılınan namazda yirmi beş derece fazla sevap müjdelenmesinin sırrı ve hikmeti de budur.7

7-Biz şuuru ile hareket edenler halkın beğenisini değil, Allah‘ın rızâsını esas alırlar. Allah dilerse zaten halkın beğenisi mümkün olabilecektir; fakat bunu istemek gizli şirk hükmündedir. Üstad Saîd Nursî’ye göre, esâsen, halkın teveccühünün işe yaradığını söylemek mümkün de değildir. Bir işi için sultana müracaat eden adam, sultanı râzı etmişse, işi görülür. Râzı etmemiş ise, halkın iltimasıyla çok zahmet çeker. Bununla berâber yine sultanın izni gerekir. İzni de rızâsına bağlıdır.8

8-Üstad Saîd Nursi’ye göre, ihlâsı elde etmek için biricik niyet, Allah rızasını kazanmak olmalıdır. Eğer Allah razı olursa bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yoktur. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse; kul istemek talebinde olmadığı halde, halklara da kabul ettirir. Onları da razı eder. Onun için, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızası esas maksat yapılmalıdır. Bu da en kâmil manada biz şuuruyla başarılır.9

9-Biz havuzundaki herkesin, havuzda bulunanların toplam hizmetinden hissedar olmasında sözü edilen “derece”den maksat; bu havuzda “erime derecesi” olmalıdır. Fert, kendisini ne kadar havuza mal etti ise, benliğini ne kadar yok bildi ise, kendi ruhunu ne kadar havuz ile bütünleştirdi ise; o derece havuzun büyük sevaplarından hissedar olur, o nispette şahsî hatalardan da kurtulur.

Cenâb-ı Hak cümlemizi tam ihlâs ve istikamette muvaffak kılsın. Amin.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 589

2- Lem’alar, s. 118

3- Lem’alar, s. 165

4- Âl-i İmrân Sûresi, 3/103

5- Câmiü’s-Sağîr, 3/3040

6- a.g.e., 2/2338, 3/3891

7- a.g.e., 3/2821; Riyâzu’s-Sâlihîn, 10,1061,1062, 1067

8- Mesnevî-i Nûriye, s. 156

9- Lem’alar, s. 164




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Serin ve selâmetli bir gölge


A+ | A-

Haftada bir, “Bir Başka Açıdan” köşemizi uzun yıllardır takip eden dostlarla ilk kez karşılaştığımızda, “Biz sizi İslâm Yaşar-Selâhattin Yaşar”ın müstear ismi zannediyorduk. Hatta zaman zaman da bazı yazılardan dolayı tebrik ediyorduk” diyorlar.

Bu ve benzeri durumların gazetede de zaman zaman gündeme geldiği ifade ediliyordu.

Nitekim gitmiş olduğumuz pek çok şehirlerimizde bu durumun müşahhas örneklerini kendimiz de yaşıyorduk.

Ben, hep gülüp geçiyordum. “Kardeşiz” deyince de, “Ehh hepimiz kardeşiz” deyip gülümsüyorduk.

En son, geçen haftalardaki İstanbul Risâle-i Nur Enstitüsü toplantısında, tanışıklığımız çok uzun zamanlara dayanan ve bizim köşedeki gelişmeleri hafta be hafta takip eden bir dostum, “Eee kardeşim, kaldır artık şu S. Bahattin Yaşar’ın noktasını. Ve köşenin adını da “Pozitif Pencere” koy” diye sataşması, beni de ciddî ciddî düşündürmeye başladı.

Ama böyle bir tasarrufun, sizi öyle kabul etmiş okuyucularınızın rızası olmadan yapılamayacağını düşünüyorum. Doğrusu anlıyorum ki, nokta koymak kolay da konulmuş noktayı kaldırmak zor.

Pek çok yakın dostlar da, beni bir başka dost ile tanıştırırken, “arkadaşımız ‘se’, ‘nokta’ ‘Bahattin Yaşar’ diye takdim ediyorlar.

Ona da bir gülücük gönderip geçiyoruz.

Zaten, gelip, gülüp geçiyoruz.

Bu yazıyı okuyunca, ağabeyimin de, “Ben sana dememiş miydim, karıştırılmayacak bir isim koy, yoksa gölgede kalırsın” diyeceğini de biliyorum ve bıyık altı güleceğini de.

Yıllar önce, onun yanında lise yıllarımızı geçirirken ve tatlı İstanbul hatıraları biriktirirken, yazı çalışmalarımız da sürüyordu. Bir gün kendisi, biraz da şaka yollu, “Güzel bir isim bul, yoksa gölgede kalırsın” demişti.

O gün bu gündür, pek çok konu ile ilgili hatıralar oluştu.

Hatta ağabeyim de, “Zaman zaman senin kitapları getiriyorlar, ben de detaya girmemek için imzalıyorum” diyor.

Ben de, “Sorun yok” diyorum.

Hatta şimdilerde, konu yine gündeme geldiğinde, “Valla bu gölge çok serin ve selâmetli bir gölge. İslâm Yaşar ismi de, Selâhattin Yaşar ismi de güzel. S. Bahattin de, Sebahattin de güzel. Yeter ki, bu isimler hizmet etmeye devam etsin. İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmez. Hatta bana bu gölge, “O şahsiyete halel getirme, dikkatli yaşa.” mesajı taşıyor. Eh, bu da güzel bir şey. İnsanın İslâm’la bütünleşmiş bir ağabeyinin olması kadar güzel ne olabilir ki.

Bu serin ve selâmetli gölgede yaşamaya devam.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Babalar ağlamasın


A+ | A-

“Analar ağlamasın!” çığlığını hemen her gün duyarız. Bazen bir şehit haberinin ardından, bazen yürekleri parçalayan trajik bir görüntüyle rastlarız gözü yaşlı analarımıza. Kiminin oğlu mezarda, kiminin oğlu hapiste. “Ben yandım, başka analar yanmasın” feryatlarıyla çırpınan analar… Bir de babalar vardır. Gözyaşlarını yüreğine akıtan, acılarla parçalanmış yüreğinin yarasını gizlemeye çalışan babalar… En az analar kadar ağlayan babalar… Türkiye’de babaların dramı da analarınkinden az değildir.

Bir babayla tanıştım geçenlerde. Babası ilik kanseri olunca daha on altısında liseyi bırakmak zorunda kalmış, çalışmış, çabalamış, çocuk yaşta ailesinin yükünü omuzlamış. Şimdi kırk küsur yaşlarında bir baba... Seyyar arabasıyla tatlı satarak çocuklarını okutmaya uğraşıyor. Gece geç saatlere kadar süren, hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden bir mesai, sırtına bindikçe binen, ağırlaştıkça ağırlaşan bir yük… Bir ömür törpüsüne dönüşen ağır mesaisinin nedeni, üniversite imtihanına girecek çocuğunun dersane taksitlerini ödeyebilmek, içinde yarım kalan okuma sevdasını oğlunun tamamlayabildiğini görmek… Evlâtların bu sevdadan haberi var mıdır ki? Evlâtlar bunca çilelere ortak olmasını becerebilirler mi ki? Bu zor hayatın gereğini yaparlar mı ki? Bu dertli babanın oğlu olmayacak arkadaşlar edinmiş, olmayacak işlere bulaşmış, yapılmayacakları yapmış, kapısına polisleri dikmiş. Onca hayat yükünün altında ezilmeyen baba, çocuğunun bu halleri karşısında büzülüyor, iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlıyor. “Ben vatanını, milletini seven bir insanım, bugüne kadar helâl yoldan ekmek peşinde koştum, ezilmedim, büzülmedim. Nasıl olur da benim evlâdım böyle işlere bulaşır, en çok beni bu kahrediyor” diyerek ağlıyor, neden bu işlerin başına geldiğini sorguluyor. Kendi evlâtlarını yiyen bir sisteme evlâdını kurban veren masum bir baba… Sadece baba…

Babalar vardır, dağ gibi; yetiştirdiği evlâdının tokadıyla un ufak olan. Babalar vardır, devlet gibi; tüm sermayesini helâli öğretemediği evlâdının haramzadeliğiyle yitiren. Babalar vardır, aslan gibi; evlâdını yutan karanlıklar karşısında çaresiz… Babalar vardır, adam gibi; evlâdının kepazeliğiyle eriyen… Babalar vardır, yıkılmayan, yılmayan, usanmayan; çocuklarıyla eğilen, bükülen, kara topraklarda çürüyen. Masum Anadolu’nun masum babaları… Neden böyle bir cezaya müstahak olduklarını merak ediyorlar. Yüzü kızarmayan bir âlemde, yüzleri kızararak soruyorlar: “Ben nerede yanlış yaptım?”

Risâle-i Nurların ne büyük nimet olduğunu, kırmızı kitapların ne büyük saadetler sunduğunu böyle anlarda daha iyi anlıyorsunuz. Risâle-i Nurların aile hayatıyla ilgili verdiği dersler, bütün çözülmeleri önleyecek, bütün feryatları bitirecek, babaların gözyaşlarını dindirecek ipuçlarıyla doludur. Muhtemeldir ki, “terbiye-i İslâmiye” yerine ikame edilmek istenen “mimsiz medeniyet” terbiyesi yüzünden helâk olanlar, yine de “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâlarla babalarının karşısına çıkacaktır. Risâle-i Nurlar, bu muhtemel karşılaşmadan önce, sevgili babalara iki dünyalarını zindana dönüştürecek bir evlât yetiştirmemeleri için yol gösteriyor, “terbiye-i İslâmiye”yi vurguluyor.

İslâm terbiyesinden yoksunluk yalnız babaların yüreklerini yakmıyor, topyekün bir toplumu felâkete sürüklüyor. Ehl-i dünyanın “terbiye-i medeniye” diyerek gençlerimize enjekte etmeye çalıştığı sefih medeniyetin nameşrû lezzetleri, hayatımızı büsbütün zehirliyor. “Oğlum doktor olsun, asker olsun, mühendis olsun da ne olursa olsun” diyerek bütün enerjisini bu yolda harcayan babalar, bu zamanın zaaflarına yenik düşüyorlar; gözü yaşlı bir halde yarı yolda kalıyorlar. Risâle-i Nurlar, zedelenen İslâm terbiyesini herkes için tamire çalışıyor, babaların yüreğini ferahlatıyor. Devlet baba bunu takmış takmamış, ne gam! Sen de babasın, bari sen bigâne kalma babacığım.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Eğitim hakkı”nın “inanç hakkı”yla takası...


A+ | A-

Hafta sonunda yapılan 1.5 milyondan fazla öğrencinin girdiği Yüksek Öğretime Giriş Sınavı (YGS), yine yasaklar gölgesinde kaldı. Yine “eğitim hakkı” ile “inanç hakkı” takas edildi. İnancı gereği başörtüsü takan öğrenciler demokratik eğitim hakkından mahrum bırakıldılar; yüksekokul giriş sınavlarına giremediler...

Böylece demokratikleşme ve özgürlükler için anayasa değişikliği paketi hazırlayan, AB müzâkere sürecindeki Türkiye’de, insan haklarının başında gelen inanç hakkının gereği olan başörtüsüne getirilen yasadışı yasakla, eğitim hakkı bir defa daha engellendi.

Esasen Türkiye’de kadınların kılık ve kıyafetleri hakkında hiçbir kanun yok. İslâm’da tesettürün bir parçası olan başörtüsü, devletin din işlerinde yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in fetva kararlarıyla Kur’ân’ın hükmü…

Buna rağmen bir demokratik eğitim hakkının “yasa” konusu yapılması, yasağı daha da içinden çıkılmaz hale soktu.

Doğrusu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, başörtüsünü “siyasî simge”, “laikliğe aykırı” ve “gerginlik sebebi” sayan “savunma” gönderip, yasakçıların uyduruk “yasak gerekçeleri”ni onaylayan AKP hükûmeti, bu tavrıyla daha baştan işi çözümsüz hale getirdi.

Ve Başbakan Erdoğan’ın İspanya’da “Velev ki siyasî simge de olsa!” çıkışıyla başlayan ve mevzuatta hakkında hiçbir yasaklayıcı hüküm bulunmayan başörtüsü hakkında “anayasal değişiklikleri” teşebbüsü, yasağı -yasakçıların nezdinde- âdeta yasallaştırıp daha da azdırdı. Yasakçıların eline “yeni bahaneler” verdi…

YASAK DAHA DA YAYGINLAŞTI…

Gelinen noktada Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, yasadışı başörtüsü yasağını anayasayla kaldırması yanlışlığına dikkat çektiği gibi, siyasî iktidarın, insan haklarını, hak ve özgürlükleri siyasî tartışmaların odağına alması, çözümsüzlüğü getirdi.

Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Türban meselesi, bir insan hakları meselesidir, çözülmelidir. Ama yasa ile değil; toplumlar yaşayarak, zamanla bunu kendi içinde çözmelidir. Eğer, ‘Hayır benim gücüm var, ben de uygulattırırım’ derseniz, sadece o işi çözümsüz hale getirirsiniz. Toplumu kamplara bölersiniz. Durum ona gelmedi mi?” diye sormuştu.

Gerçek şu ki başta Yeni Asya olmak üzere öteden beri sağduyulu çevrelerin ciddî ikazlarına rağmen, sırf politik şov ve siyasî rant uğruna yasadışı yasak için anayasal değişikliğe başvurulması, problemi daha da derinleştirdi.

Oysa Kılıç’ın da belirttiği gibi, yasa çıkarmak yerine Türkiye’nin çözmesi gereken, başörtüsü ile ilgili düzenlemede inisiyatif üniversite rektörlerine bırakılabilirdi.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi, “Herkes, düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir” esasını belirliyor. 14. maddede, “cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka görüşler, ulusal veya sosyal köken benzerî hiçbir ayırım gözetilmeksizin vatandaşların Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanmasının sağlanmasını” devlete yüklüyor.

Ve Sözleşme’nin Ek Protokol’un 2. maddesi, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılmaz. Devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” temel vazifesini hükme bağlıyor…

Siyasî iktidar, bütün bunlara dayanarak hak ve özgürlüklere zemin hazırlayabilirdi…

KATSAYI MAĞDURİYETİNE DEVAM!

Ne var ki hiç gereği olmadığı halde bu hususta yasa yapmaya kalkışıldı. Neticede “dindar cumhurbaşkanı” sloganıyla halkın hak ve hürriyetler talebini ve hissiyatını siyasî desteğe dönüştürerek partinin ikinci adamını Cumhurbaşkanı seçtiren AKP iktidarı döneminde, hak ve özgürlükler önüne bariyerler konuldu.

Ne yazık ki “dindar Cumhurbaşkanı”nın atadığı rektörler, yasağı aynen sürdürdüler. Başörtüsü yasağı daha da yaygınlaştı. Yasak, kampuslerden üniversite kapılarına, kimliklerdeki fotoğraflara kadar genişletildi. O denli ki peruk takanlar bile sınava sokulmadı. Halbuki mesele, zaman içerisinde akl-ı selime bırakılabilir, hiçbir yasal dayanağı bulunmayan bu temel hak ve özgürlük temin edilebilirdi…

Keza yeni dönemde YÖK Genel Kurulu üyelerinin çoğu değişti; ama diğer yasakçı uygulamalar değişmedi. Başörtüsünde hiç gereği yokken yasa çıkarmaya yeltenen AKP iktidarı, ne garip ki “katsayı” konusunda yasa çıkarmaya yanaşmadı.

Hükûmetin, meslekî ve teknik liselerin mezunlarının yükseköğretime giriş sınavlarında “katsayı” uygulanmasını şart koşan Yükseköğretim Kanunu 45. maddesini değiştirmeyip çözümü YÖK’ün yönetmeliklerine havale etmesi, durumu içinden çıkılmaz hale getirildi.

Danıştay’ın iptalleri üzerine yeniden YÖK Genel Kurulu’nun “yargı kararı zorunluluğu ile sistemin bütünlüğünü koruma gerekçesi”yle belirlediği “katsayı oranı”nda başa dönüldü. Böylece YÖK Başkanı’nın her fırsatta söylediği, “b, c, d ve e’ye kadar plânlarımız var; bunu baştan biliyorduk, her şeye hazırlandık” güvencelerinin altı boş çıktı. YÖK’ün bulduğu “sembolik formüller” bir işe yaramadı.

Sonuçta YÖK’ün yönetmeliklerinden hiçbir çözüm çıkmadı. YÖK Başkanı’nın “Eskiye dönüş mümkün değil” taahhüdünün aksine eskiye dönüldü. Başörtüsü yasağında olduğu gibi bir milyon altıyüzbin meslekî ve teknik okul mezununun mağduriyeti devam ediyor…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bu boşluk dolmaz, bu yara kapanmaz


A+ | A-

Sinemacılarımız alınmasın, ama Türkiye’de ‘ilme’ değil de —olumsuz mânâda— ‘filme’ değer verildiği her halde tartışılmaz. Kişi, kurum ya da çalışmalar; dünyanın kabul ettiği ‘insanî değer’lerle değil de ölüme mahkum ideolojilerle değerlendirilince netice böyle oluyor.

Yıllardan beri gündeme gelen ama ‘yetkililer’in cevaplamaktan kaçındığı bir ‘iddia’ vardı. Bu iddiaya göre Prof. Dr. Şerif Mardin, Said Nursî ile ilgili çalışmalar yaptığı için Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine seçilemiyordu. Başlangıçta bu iddia karşısında sessiz kalan ‘yetkililer’ aradan yıllar geçtikten sonra nihayet bir açıklama yapma lütfunda bulunmuşlar. Açıklamanın özeti şöyle: “Şerif Mardin, Said Nursî üzerine çalıştı diye değil de, Said Nursi’yi fazla parlattı diye eleştirildi. Ben bilim insanı olarak her konuda çalışabilirim. Ama üzerinde çalıştığım kişinin sadece iyi yanlarını yazarsam bu bilim ahlâkına sığmaz. Şerif Bey bu konuda taraf gibi davrandı.” (Hürriyet, 12 Nisan 2010)

Bu açıklamayı TÜBA Başkanı Yücel Kanpolat yapmış. Elbette bu açıklama taraflarca ve kamuoyunca tartışılacaktır, ama Şerif Mardin’in—iddia edildiği üzere—‘taraf gibi davranması’nı Amerika ya da başka ülkelerin ilim adamları, araştırmacıları ve ‘Bilimler Akademileri’ anlamadı da Türkiye’nin TÜBA’sı anladı?

İlgili haberlerden anlıyoruz ki ‘üye’ seçiminde ‘çok titiz’ çalıştığını idda eden TÜBA’nın hâlâ bir binası yokmuş. Fransız Bilimler Akademisi 1666’da, Rus Bilimler Akademisi 1724’te, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ise 1993’te kurulmuş. “Aradaki boşluk doldurulabilir mi?” sorusuna TÜBA Başkanı Prof. Yücel Kanpolat’a “mümkün değil” diyormuş. Doğru; doldurulamaz, ama doldurulamama sebebi nisbeten doğru çalışmalar yapmış ilim adamlarını TÜBA benzeri kuruluşlara üye yapmamak olsa gerek!

Aslında Şerif Mardin’in yazdığı ve Türkçesi “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” adıyla (İletişim Yayınları) yayınlanan eserin ‘eksiği’ var, Bediüzzaman’ı övme anlamında ‘fazlası’ yok. Diyelim ki Mardin ya da benzeri ilim adamları ‘taraflı’ davranıp Said Nursî’yi övdü, sadece iyi yanlarını yazdı. Bu iddiayı ileri süren TÜBA üyeleri varsa, onlar da durmasın, Bediüzzaman’ın—bulabilirlerse—‘kötü yönlerini’ yazsın! Böylece hem Mardin’in yazdığı eseri çürütür, hem de ‘gerçekleri’ ortaya koymuş olurlar! Bunu yapmayıp, mesleğinde dünyaca kabul görmüş bir çalışmayı ya da bir ilim adamını ‘oylama’ ile cezalandırmak ne kadar ‘bilim ahlâkına’ sığar?

TÜBA Başkanı, üye seçme ile ilgili bilgiler verirken şöyle demiş: “Bizde seçme süreci çok ağırdır. Kırk tane yerden incelenir.”

Bu açıklamayı duyunca ‘kırk yer’in içinde ağırlığın hangi ‘yer’de olduğunu insan merak ediyor. Başka ülkelerde kabul gören çalışma ya da gayretlerin, Türkiye’de bu şekilde dışlanması hakperestliğe sığar mı?

Merak ediyoruz, TÜBA üyelerinin ya da inceleme yapan “kırk yer”in anladığı bu ‘taraflı yaklaşım’ı; Amerika ya da başka ülkelerin ilim adamları, üniversiteleri ve sosyologları anlayamadı mı? Hatırlamak lâzım ki Şerif Mardin’in bu çalışması önce İngilizce olarak yayınlandı, sonra Türkçe’ye çevrildi. Dolayısı ile ‘taraflı yaklaşım’ iddiası biraz hafif kaçıyor.

Bu çalışmaya ‘hayır’ diyen ve çalışmayı yapan ilim adamını ‘üye’ olarak kabul etmeyen ‘yetkililer’ her halde Said Nursî’nin ‘kötülendiği’ bir çalışma yapılmasını bekliyorlar.

Onlara üzücü haberi vermekte fayda var: Böyle düşünenlerin ‘ağaları’ hayattayken bile yapılamayan, yapılmış olsa bile tutmayan, yapanın suratına çarpılan ‘iftira dolu’ çalışmaları ilim kisvesi altında yapma devri çoktan geçti... İnşallah bundan sonra yapılan çalışmalar, Mardin’in yaptığı çalışmadan çok daha müsbet olacak...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Atatürk milliyetçiliği: the end


A+ | A-

Anayasanın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerindeki Atatürk milliyetçiliği kavramını ve başlangıç kısmındaki “Hiçbir faaliyet Atatürk ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında korunma göremez” ibaresini öteden beri eleştiriyoruz.

Bu köşenin arşivinde birçok örneği mevcut.

Ayrıca, İstanbul’da yapılan “Said Nursî ve demokratik açılım” panelindeki konuşmamızda da bu konu üzerinde durduk. Şahsa izafe edilen bir milliyetçilik anlayışının hukukta da, bilimde de, dünyada da yeri bulunmadığını vurguladık.

Atatürk milliyetçiliğini savunanlara, “Bu kavramın hukuken geçerli bir tarifini yapabiliyorsanız, buyurun yapın da görelim” diye seslendik.

“Amerika’da Washington, Almanya’da Bismarck, Fransa’da Napolyon veya De Gaulle, İngiltere’de Churchill milliyetçiliği yokken, bizde Atatürk milliyetçiliği var” diyerek, bu kavramın bizi düşürdüğü duruma dikkat çekmeye çalıştık.

1995 ve 2001’de iki kez değiştirildiği halde son dönemde “değiştirilemezlik zırhı”nın korumasına alınmaya çalışılan başlangıç metnindeki ibareyi de gündeme getirerek, “Belli bir anlayışı imtiyazlı kılıp diğer bütün düşünceleri dışlayan bir yaklaşımla demokrasi olabilir mi?” diye sorduk.

(O iki değişiklikten ilki, 1995’te, metnin başındaki 12 Eylül övgüsünün ve “kutsal devlet” ibaresinin kaldırılması; ikincisi, 2001’de çıkarılan AB uyum paketiyle, “Hiçbir düşünce ve mülâhaza Atatürkçülük karşısında korunma görmez” ibaresindeki “hiçbir düşünce ve mülâhaza” kelimelerinin “hiçbir faaliyet” diye değiştirilmesiydi.)

İşin gerçeği, Haliç Kültür Merkezindeki o konuşmayı yaptıktan sonra, Kemalist cepheden “Vay, Atatürk düşmanı, hangi cür’etle bunları söylüyorsun?” gibi bir tepkiyi beklemedik değil.

Çünkü geçmişte çok daha sıradan eleştirilerin dahi, çarpıtılıp bire bin katılarak başlatılan linç kampanyalarına konu edilebildiğini görmüştük.

Ama bu defa derin bir sessizlikle karşılaştık.

Dahası, sonraki günlerde dolaylı da olsa hakkı teslim eden değerlendirmeler yapıldığını gördük.

Meselâ Özdemir İnce, bizim eleştirdiğimiz ifadelerin de yer aldığı kısmı aktararak, “Ben kendi adıma, başlangıç bölümünün anayasadan çıkarılmasını kabul edebilirim. O bölüm olmasa da olur diyorum” diye yazdı (Hürriyet, 7.4.10).

Ve “Ancak, ilk dört maddeye dokunacak olanın eline (eski bir öğretmen olarak) cetvelle vururum” diye de ekledi İnce. Ama bu dokundurmama tavrınn, ikinci maddede başlangıca yapılan atıf ve Atatürk milliyetçiliği ibaresi için geçerli olmaması gerekir. Öyle olursa kendisiyle çelişmiş olur. Bu iki nokta dışındaki hususlarda ise uzlaşmanın mümkün olduğu kanaatindeyiz.

Yeter ki, bilhassa laiklik ve hukuk devleti ilkeleri demokrasi prensibiyle uyumlu yorumlansın.

Bu noktada, din adına iktidar talep ve iddiasına herkesten önce dindarların karşı çıktığı bilinirse, laik düzeni koruma iddiasıyla, çoğu zaman dini ve dindarları incitecek tavır, üslûp ve söylemlerle sergilenen reflekslere gerek kalmayacağı da artık anlaşılsın. Ve bu çekişme bitsin.

Bu arada Atatürk milliyetçiliği bahsinde de ilginç bir çıkış, tarihçi Yılmaz Öztuna’dan geldi.

“Gerçekte Atatürk milliyetçiliği yoktur” diyen Öztuna, konuya, Atatürk’ü sahiplenen farklı bir açıdan yaklaşarak “Bu kavramda ısrar etmek aynı zamanda Atatürk’ü 1938’de öldürmek teşebbüsüdür” ifadesini kullandı (Türkiye, 10.4.10).

Aslında Atatürk milliyetçiliği kavramı 12 Eylül darbesinin bir ürünü. Hazırlattığı anayasaya bu ibareyi koyduran ve 27 Mayıs anayasındaki millî devlet ibaresini “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” diye değiştiren, 12 Eylül. Ve görünen o ki, 12 Eylül’le birlikte, ürettiği yapay; bilim, hukuk ve çağ dışı kavramların da artık defteri dürülüyor.

Umulmadık ve şaşırtıcı adreslerden sâdır olan sinyaller ve mesajlar, bunun işaretlerini veriyor.

Siyaset pek farkında gibi görünmese de, entelektüel cenahta gözlenen belirtiler onu gösteriyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

13.04.2010

E-Posta: [email protected]



Nimetullah AKAY

Bir çıkış yolu aranıyorsa


A+ | A-

İnsan olarak yaratılmamız ve akıl sahibi olmamız hasebiyle dünyada meydana gelen bütün olaylardan etkileniyoruz. Bazı olaylar bizleri haddinden fazla üzerken, bazıları da bizi sevindirmektedir. Ama gerçek şu ki, hemen hiçbir hâlet bize tam mânâsıyla bir huzur ve rahatlık vermemektedir. Çoğu zaman, adeta fırtınalı bir denizde kendimize bir çıkış ve kurtuluş yolu arıyoruz. Olayları kendimizin aleyhinde görüyor, üstesinden gelmemiz mümkün olmayan hadiselerden dolayı çaresizliğimizin farkına varıyoruz. Sadece kendi gücümüze güvensek, sadece kendi imkânlarımızla sahil-i selâmete çıkma yolunu seçersek, kurtulmamız mümkün olmayan huzursuzluk anları dünyamızı kaplayacaktır. Çünkü geniş bir düşünceye sahibiz ve sonu olmayan arzular içinde kıvranıyoruz. Düşüncelerimiz bize dünyanın taşınamaz yüklerini yükletmekte, ihtiyaçlarımızın karşılanmayışı acizliğin girdabına bizi sokmaktadır.

Dünya hayatının gidişâtı, bizlere, dünyaya sadece dünya cihetiyle bakma yaklaşımının hayatı anlamsız kıldığını göstermektedir. Dünyada değişmesini istediğimiz çarkların miktarı sayısızdır. Ancak neredeyse istediklerimizin hiçbirisini yapma imkânımız bulunmamaktadır. Bu durum henüz dünyanın gerçek mahiyetini anlayamamış ruhlarda büyük sıkıntılar meydana getirmektedir. Bu durum insan olmanın ağırlığı altında ezilen insanların sayısını arttırmaktadır. Ancak bu gidişatların insanın dünyaya gönderiliş maksadına uygun olmadığını ve mutlaka insanlık için bir çıkış yolu olması gerektiğini düşünen insanlar da arayışlarını devam ettirmekte ve hayatın gerçek mânâsını bulma yolunda önemli mesafeler kat etmektedirler.

Hiç şüphesiz, biz insanların bu dünyada sınırlı görevleri bulunmaktadır. Sınırlı ve asıl olan görevler yapılmayınca, görevi ihmalin ortaya koyduğu zararlar bütün insanlığı etkilemekte, böylece insan cismi küçük, ama cirmi büyük bir varlık olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanın insan olarak yapması gerekeni yapmamasının sonuçları sadece kişileri değil, bütün insanlığı etkileyecek seviyeye gelmektedir. Hem kendimize hem de dışımızdaki varlıklara iyilik yapmak istiyorsak mükellef kılındığımız sınırlı vazifelerimizi yapmamız lâzımdır.

Salim bir akılla düşünen insanlar, fert olarak her insanın görevini yapması sonucunda toplumların önemli kazanımlar elde ettiğini görebilmektedirler. Dünyanın huzur ve asayişini sağlama üzerine kafa yoran insanların bu gerçeği görmesi lâzım. Tepeden düzeltilmelerle insanlık âleminin arzulanan yere gelmesi mümkün olamaz. Fertlerin doğru eğitilmesi ve benmerkezcilik yerine diğergamlık hususlarının insana kazandıracağı yüce hasletler üzerinde, insanlığa huzur arayanların kafa yorması gerekir. İnsan sadece kendi şahsını, kendi çıkarlarını düşünmeyecek kadar yüce değerlerle yaratılmış bir varlıktır. Büyük insanlar toplumun selâmeti için hem dünyalarını, hem de ahiretlerini feda etmekten çekinmemişlerdir.

Şüphesiz insanın gerçek bir insan gibi yaşayabilmesi için, insan hayatının sadece bu dünya hayatından ibaret olmadığına ve bütün insanları bekleyen daha mükemmel bir hayatın var olduğuna iman edilmesi gerekiyor. İnsanın değerini kavrayan insanlar, insanın bu dünyaya bir maksat için gönderildiğini ve onu bu dünyaya gönderen gücün var olan her şeyi onun hizmetine soktuğunu anlamak zorundadırlar. İnsana verilen mümtaz değerler kâinatın yaratılış maksadını anlamaya matuftur. İnsanoğlu bu insanlık değerlerini yerli yerinde kullanmadan hayatın gerçeklerine vakıf olamaz. Ve insanlık insanın ölümden sonraki hayatı konusunda gerçek bir inanışa varmadığı sürece aradıklarını bulamaz, istediklerine kavuşamaz...

Allah’a inanmaktan ve O’nun koymuş olduğu kanunlara uymaktan başka insana huzur verecek, onu değerli kılacak bir yol bulunmamaktadır. Kurtuluşu başka yerlerde arayanların varacakları nokta “bir hiç” şeklinde ifade edilebilir. Akıl, kalb ve diğer duygularını tatmin ederek hayırlı bir sonuca varmak isteyenler mutlaka Kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın, insanlığın kurtuluşu için gönderdiği Kur’ân’ı bütün yönleriyle anlamaya çalışmalı, Kur’ân’ı hayata geçiren Resûlullah’ın (asm) hayatını ve yaşayışını en ince detayına kadar gözden geçirmelidir... Zirâ insanlık için başka çıkış ve kurtuluş yolu yoktur.

13.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım