Saliha FERŞADOĞLU |
|
Polyannacılık |
Birbirine benzer ânlarımın sıkıcılığıyla kendi kendimi yiyip bitiriyordum bugünlerde. Okul tatile girdi; bir anda dipsiz bir boşlukta son hızla yuvarlanırken buldum benliğimi. Kafamda cirit atan birçok sorun, belirlenmemiş tez konusu, yeknesak hayat şartları… Derken masum ve hakperest amaçlarla yola çıkan Mavi Marmara gemisinin çirkeflikte sınır tanımayan İsrail tarafından işgal edildiği haberi geliyor. Canım iyiden iyiye sıkılıyor, keyfim kaçıyor. Birkaç arkadaşla konuşuyoruz durumu, sonra sosyal paylaşım sitelerine bakıyorum; herkes tepkisini belli etmek üzere iletilerine İsrail’i yeren, hicveden, söven ibareler yazmış. Kimi gönül duaya durmak üzere sözleşirken kimisi de sokaklara çıkıp protesto etmek için anlaşıyor. İsrail’in zulmü tekdüze hayatımı bir bıçakla acıta kanata bölerken, o an aklıma bir söz geliyor. Ayakkabım yok diye üzülürdüm, ayakları olmayan bir genç gördüğüm güne kadar… Yıllar öncesi… Lise sıraları. Dünyayı kendimizden ibaret gördüğümüz vakitlerde çok sevdiğim bir arkadaşım, kendisine uzattığım hatıra defterime bu satırları nakşediyor. Sorun sanıp kafaya taktıklarımızın aslında ne kadar önemsiz olduğunu anlatan bir dizi cümle yığıyor zihnime. Eğer bizler hayatımızın her ânında, soluk aldığımız müddetçe “Polyannacılık” oynamayı bilirsek, küçük dertlerimizin önünde diz çöküp ağlamak yerine, kendimize büyük dertler edinip hakikat yolu için mefkûreler üretebiliriz. Bencilce, küstahça, ukalaca isteyen, ama sadece isteyen, istediği olmayınca isyan eden, olduğunda ise şükür nedir bilmeyen bizlerin boşluk girdaplarından çıkıp büyük dirilişi omuzlaması, bir an evvel bu yolda emin adımlarla yürümesi gerekiyor. Biliyorum; yazması, anlatması kolay bu söylediklerimin. Uygulamaya gelince iş, zorlaşıyor hepsi. Belki sıkıntıyla bırakacaksınız bu yazıyı okumayı. Bir ihtimal bana kızacaksınız, sen ne anlarsın ki derdin büyüğünden küçüğünden diyerek. Ben kendi küçük sorunlarımı devasa zannederken, bir mücadele uğruna yola çıkan, o yolda aşkla savaşan ve bunun sonucunda yaralanan yahut şehadet şerbetini içen Filistinlileri hatırladım. Düşünsenize bir, onların sıkılmaya bile vakitleri olmuyor. Bugün canım savaşmak istemiyor İsrail, otur oturduğun yerde, diyemiyor kimse. Sapanla taş atmaktan yoruldum artık, ellerim yara oldu diyebilme lüksüne sahip değil hiçbir çocuk. Sokaklarda ellerini kollarını sallayarak rahatça yürüyemiyor, özgürlüğün kokusunu alamıyorlar. Her gece yatağa yattıklarında, yarına çıkıp çıkamayacakları endişesi taşıyarak uyumaya çalışırken misket bombalarıyla aydınlanan gökyüzüne bakıp, aslında karanlıklar içinde kaybolduklarını anlıyorlar. Oysa bizler, sabahleyin yatağımızda dört dönerken; bugün çok uykum var, derse gitmeyeceğim diyebiliyor, kolayca okulu ekiyoruz. Başımız ağrıyıp hastalanınca rapor alıyor, işe gitmeme hakkımızı kullanıyoruz. Yemeği yapmayıp, dışarıda yiyebiliyoruz. İşte bütün bunları hatırlayıp, halimize memnun olmamız ve şükrü ihmal etmememiz gerek. Böylece nimet şükür ile ziyadeleşir, gaflet ise onu kaçırtır. Unutmayalım ki, “Veren” elbette almayı da “Bilendir”. 02.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (19.05.2010) - Geçmiş zaman olur ki (12.05.2010) - Acılar ve güller (21.04.2010) - Düşler diyarında (14.04.2010) - Gülerken ısırılmak (07.04.2010) - Cevabını arayan soru |