Saliha FERŞADOĞLU |
|
Geçmiş zaman olur ki |
Sevgili Tuana, Bu mektubu sana çok uzaklardan yazıyorum; zamanın anlamını yitirmediği yerlerden. Yüzündeki şaşkınlığı görebiliyorum; bu devirde mektup yazmamı garipsiyor, hatta küçümsüyorsun. Sanal dünyanın uzakları yakın eden o cansız samimiyetine inat, kâğıdıma ve kalemime sıkı sıkıya sarılıyor, onların yarenliğinde senin için bu hasret, şefkat ve muhabbetle dolu satırları gönderiyorum. Konuşacak ne çok şeyim, anlatacak ne çok derdim ve ağlatacak ne çok hatıram var aslında. Sana bunları aktarmak için nereden başlamam gerektiğini bilemiyorum. Dilimin ucuna gelen kelimeler “önce beni yaz” diye helecanla yarışırken, şehri kucaklayan sarmaşıklı penceremden eski âlemlere dalıyorum bir bir… Çocukluğumuzun neşeli, yaramaz, hırçın ve korkusuz yılları. Hayat ne kadar uzundu bizim için; günlerde ayları, aylarda asırları yaşardık. Yemek yiyor, okula gidiyor, sokaklarda oyunlar oynarken dizlerimizi kanatıyorduk. En çok oynadığımız oyunları hatırlar mısın? Mahallenin bütün çocuklarıyla bir araya gelip kendimize sopalar yapmış, sonra da beyzbol oynamıştık. Artık hangi filmden görüp etkilendiysek; saklambaç, körebe, yağ satarım, istop, beş taş ve köşe kapmacanın arasına bir de Amerikan emperyalizminin beyzbolunu yerleştirmiştik. Çocuk aklı işte; safderun, masum, bîgünah… Her gördüğünü kolayca taklit edebiliyor. Gözlerimin önünden gitmeyen üç katlı kırmızı eve bakıp, hatıraların beni kuşatmasına izin veriyorum günlerdir. Hiç unutmamak istediğim ânların esiri olmaktan hoşnudum; gönüllü bir tutsaklık bu. Eski yaz gecelerinin sahil gezileri, kış gecelerinin koyu sohbetleri. Sevdiklerimle dolu odalar, neşeli haykırışların koridorlara taşışı, sesli kitap okuma saatleri, büyüklerin geçmişe dönük hatıralarını merakla, gözlerimizi kocaman kocaman açarak dinleyişimiz. Ellerimizde vişneli güllaçlar, ağzımızın kenarlarına bulaştırarak yiyişimiz, bayramlarda kaç poşet şeker topladığımıza dair hararetli bahisler… Neydi o günler? Bir gonca gibi açılıp ıtrını hatıratlardan alan baharlara ne oldu? Hepsi lapa lapa yağan karın altında usulca kış uykusuna mı yattı? Yoksa fersudeleşip bir kenara mı atıldı? Sakın kaybolup sırra kadem bastığını söyleme bana! Dayanamam; ülfet zamanlarını yok sayamam, unutmana izin veremem. Evet, ben ki kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nadim olup, evvelki hallerime şimdi ağlıyorum. Harikulâde ânılarımı yine, yeni ve yeniden yaşayıp lezzet alıyorum. Bu yüzden hiçbirini silip atmıyor, gönlümde ve zihnimde her birini itinayla muhafaza ediyorum. Söyle bana Tuana, nasıl anmazsın o çocukluk günlerini? Ardından delikanlılığın verdiği serde gençlik yılları, derken mahzun ihtiyarlık… Ben, ne zaman zayıflığımı, çaresizliğimi, kıraçlığımı hissetsem, hayata karşı ne zaman bezgin ve yenik düşsem, seninle yaşadığımız o tatlı çocukluk yıllarına selâm gönderirim sık sık. Biliyor musun, gurbet içinde bir düğüm olmuş, adeta yangından son anda kurtarılan bir eşya gibi kırık döküksün. İlla eş, dost, akraba ziyareti yapmak için; ölümü mü beklersin? Aylardır belki de yıllardır görmediğin sevdiklerin, ânın sarhoşluğuyla hızla ihtiyarlaşırken; hatıraların izi sen farkında olmadan yavaşça silinirken, bir ayrılık çağrısının sesiyle hayatına bergüzarlar katmayı mı dilersin? Goethe’nin kahramanı Faust’a söylettiği o meşhur cümlesini sana hatırlatmak isterim. Belki benim anlatamadıklarımı, o anlatır bir satırla sana. “Dur geçme ey ân, ne kadar güzelsin!” Heyhat! Zamana yemin olsun ki, o durmuyor, geçip gidiyor… Beher günün sonunda ellerime bakıyorum; hiçbir altınım kalmamış. Yarına çıkıp çıkmayacağımız zaten belli değil; ne doğan güne hükmümüz geçiyor ne de uzaklaşan günlere. Başrolünde oynadığımız hayatımızı yaşıyoruz öylece. Sana bu ilk mektubum; ama son olmayacak. Şimdilik vedamı Faruk Nafiz Çamlıbel’in o müthiş dizeleriyle yapıyorum; umulur ki şiirden bir deste gül ruhuna dokunur; dokunur da benim ruhuma uzanan bir yol bulur. “Her hatıra bir damla yaş oldukça gözümde/ Hicranla dolan ruha dedim, hazdır ölüm de/ Ruhumda emel bir sarı kandil gibi yandı/ Maziyi bugünden yaşamak hissim uyandı/ Bir çare dedim, bulmak için kendimi yordum / Hicranlarımın yok mu tesellisi diyordum…” 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (12.05.2010) - Acılar ve güller (21.04.2010) - Düşler diyarında (14.04.2010) - Gülerken ısırılmak (07.04.2010) - Cevabını arayan soru |