Abdullah ŞAHİN |
|
Kudret kaleminden sıradışı bir çizgi |
Esir âlemini meydana getiren en küçük zerrelerden tutun da, kâinat kitabının en son noktasına kadar, her mevcut Sani-i Hakimin muhteşem san’at çizgileriyle münakkaş; Esmasının tecelli ve sonsuz güzellikleriyle alude… Mevcudattaki Kudret Kaleminin nakış ve inceliklerini Kâinat Kitabının bir hülasası olan İlahi Kelâmı Kur’ân-ı Muciz-ül Beyanda satır satır işleyerek bizlere ders veren Yüce Yaratıcı “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır” (Al-i İmran Sûresi 3/190) buyurarak kâinat kitabını okumamızı emretmiştir. Müminlerin annesi Hz. Aişe validemiz, Hz. Rasulullahı en çok düşündürüp etkileyen ve ağlatan âyetlerden birinin bu âyet olduğunu belirtmiştir. Peygamberimiz bununla ilgili olarak, “Bu âyeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan kişilere yazıklar olsun” buyurarak kâinat kitabını okumamızı emretmektedir. Okunarak Sani-i Hakim ve Kadirin azamet ve kudretinin anlaşılması ve O’nun tazim ve tesbihi için açılan sayfaların her biri üstündeki, yalnız kendisine ait ve o an tecelli eden Esmasının an be an okunmasının, okuyanlara kazandıracağı en yüksek hakikat ve lezzet olan Marifetullah lezzeti ve bunun okunmaması sonucu ortaya çıkan telâfi edilmez manevî ve uhrevî kayıplar… Kur’ân-ı Hakim’de bahsedilen bu yüksek hakikatlerin zamanımızdaki izdüşümlerini, Kur’ân-ı Hakimin icaz, belâgat ve yüksek mânâsına uygun anlatan Risâle-i Nur tefsirinde, en küçüğünden en büyüğüne, her mevcudun kâinat genişliğinde bir mânâ ifade ettiği belirtilerek, “Mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda nümunesi vardır” denilmiştir. İnsanların belli ölçülerde cehalet, gaflet ve ünsiyet sebebiyle okuyamadıkları bu yüksek mânâ ve hakikatlerin Kur’ân vesilesiyle okunur hale gelmesi “Sözler”de (13. Söz) şöyle ifade edilmiştir: “İşte Kur’ân-ı Mu’cizül Beyan’ı bütün kâinattaki adiyat namıyla yad olunan, harikülâde ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki adet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zişuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukule tükenmez bir hazine-i ulum açar.” Eskiden beri hep sormuşumdur: “Çocukluğumuzda baharın gelmesiyle bütün varlıkların uyanmasından, suların çağlamasından, koyunların yavrulayıp kuzuların meleşmesinden, kırlarda lâle, sümbül, çiğdem, nergis ve kardelenlerin açmasından aldığımız fıtrî ve doyumsuz lezzetleri şimdi niye aynı ölçüde alamıyoruz?” Bu sorunun cevabı, her halde, o zamanlar duygularımız fıtrî vaziyetleri itibariyle temiz ve paktı, kirlenmemişti; buna mümasil olarak da bakışımız ve basiretimiz ve aynamız berrak olduğundan mevcudatı daha iyi okuyup hissedebiliyorduk; ya şimdi… Bahardaki San'at-ı İlâhiyenin muhteşem görünüşleri ve haşr-i cismaninin harikulâde tecellileri arasında, yağmurlu bir havada, Toroslara ve Barcın Yaylasına yaptığımız bir gezi dönüşünde, yağmur ve güneşin bizi aynı anda karşıladığı bir halette, bizi karşılayan muhteşem bir çift gökkuşağı manzarası bizi büyüledi. Rabbimize zerrat ordusunun tesbihatının esir sahifesindeki zerrelerle çarpımı adedince şükrettik. Cenâb-ı Hak hepimizi, başta kendi varlığımız olmak üzere, bütün mevcudatı basiret gözüyle okuyanlardan eylesin. Amin. 17.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (14.04.2010) - Kâinatın çekirdek-i aslîsi ve nuru: Hz. Muhammed (asm) |