Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bir Cuma günü |
Bir bir düşen cemreler geride kalmıştı. İlkbaharın ihtişamlı bir gününde, bağların bahçelerin göz kamaştıran güzelliklerini okumanın tam zamanıydı. Yeryüzü sayfasını satır satır okumak, doyasıya temaşa etmek, çiçekleri seyretmek, tefekkür etmek ve sonra… Zamanın, hayatın akışında ruhumuzun derinliklerine sessizce inmek, sular berraklığında. Göz alabildiğince gitmek uzaklara gök kubbenin altında, ufuklara bulutlara doğru. Yerdeki toprak memleket cesedimize; gökler amade ruhumuza. Sıla özlemi bir pîrifani insanın yüreğinde düğümlenen bahar kokulu bir hasret tomurcuğu. Hayat insanları dünyaya baktıran pencere, ömür denen sınırlar içersinde. Her yerde, her şeyde yakalaya bilmek güzellikleri. Bir insanın yüzündeki ömür çizgilerinden, bakışlarındaki yorgunluğa ve durgunluğa ve hicranına bakarak üzülmenin, ezilmenin bir adım ötesine geçebilmek sonsuz baharlara doğru cesurca kanat çırparak… Bir Cuma günü, bahçede işte böyle derunî, içli, hasret dolu, özlem dolu hislerle dolaşırken çiçeklerin ve ağaçların güzellikleri, tazelikleri, yenilikleri, gençlikleri; aynı mekanda oturan insanların yaşlılığı ve yorgunlukları ile örtüşmüyorlardı. Sanki ilkbaharla sonbahar bir aradaymış gibi geldi, bana. Bir hafta içinde aramızdan ebediyete ayrılan dört insanımız ve onlara duyduğum hüzün ve gözyaşı bana baharın içinde sonbaharı hatırlattı. Gerçekten hayat neydi o dört kişi Mustafa, Mehmet, Ural ve Kâmil isminde hep görüşüp konuştuğumuz, şakalaştığımız, beraber yemek yiyip, aynı mekanda bulunup dertleştiğimiz insanlar. Ömrünü, emeğini ve ekmeğini bedel olarak verdiği insanlardan bir şekilde koparak gelmişlerdi. Hasretini, hicranını ve memleket toprağının sevgisi içine gömerek gelmişlerdi. Bütün dünyalığı ve varlığını içersine koyduğu elindeki eski valizi ile bastonu, saati, gözlüğü ve emanet bir canıyla mahcup bir eda ile geldiklerini hatırlıyorum. Sanki dün gibi, üçer beşer sene rüzgâr gibi geçip gitti. Bir hoş seda imiş, geride kalan kırgınlıklardan, dargınlıklardan, kaprislerden uzak. Dört insan, dört baba, dört aile büyüğümüzdü sanki. Evet hiç darılmadık bir birimize. Bu itina, hassasiyet ve nezaket geldikleri yerlerde de mümkün olup olmadığını bilemeyiz. Gelişine değil de gidişine üzülüyorum. Ve keşke demiyorum. İnşallah baharın içindeki güzelliklerden, bulutların üzerinden hakiki, ebedi sonsuz bahara uçup gitmişlerdir. Cuma saati yaklaşırken Ali Beyle karşılaştık. Kendisini hep yalnızlık ve çaresizlik içersinde gören bir insan. Hastalıklarını, yaşlılığını ve sıkıntılarını ilk bakışta anlayabilirsiniz. Yüzünde hiç gülmemiş bir insanın derin ifadeler okunuyor. Kendi eşinin ölümünden kader mahkumu olması, onun hayatındaki tüm hayırları, iyilikleri ve güzellikleri ters yüz etmiş. Çocukları da ondan uzaklaşmışlar. Onunla sık sık hayata ve kendine dönmesi için sohbetlerimiz oluyordu. O gün karşılaştık ve göz göze geldik. Ona bahardan ve çiçeklerden bahsettim. Belli ki önceden çok da ilgilenmemiş. Etraftaki çiçeklere, uzayıp giden yeşilliklere daldı gözleri. Bir süre süzdükten sonra bana döndü. Ona bir teklifimin olduğunu ve yapıp yapmamakta serbest olduğunu söyledim. İşte bu güzümüzün uzanabildiği kadar uzaklıktaki gördüğümüz güzelliklerin, renklerin, çiçeklerin, mahlûkatın ve mevcudatın Rabbi olan Allah’ın huzuruna beraber çıkalım, beraber secdeye varalım, birlikte Cuma namazı kılalım, dedim ve ayrıldım. Daha sonra onu camide göremedim! Namazdan sonra Ali Bey odama gelip oturdu. Bana teşekkür ederken simasında bir tebessüm ve yumuşaklık gördüm. Heyecan ve mutluluk yüzünden okunduğu gibi, elinin titremesi de artmıştı. Hiçbir şey sormadan çay ısmarladım. Elinin titremesinin bardağı tutmasına mani olup olmayacağını sordum. O da bir şey tutunca titremenin geçtiğini söyledi. O içindeki huzurun sebebini anlatmaya başladı: “Bu gün ilk defa on iki sene sonra Allah’ın huzuruna çıktım. Dört sene cezaevi ve sonrasında sekiz sene olmak üzere hiç ibadetim olmadı. Hep karamsarlıklar, facialar, takıntılar, sıkıntılar içerisinde yaşadım. Manevî açıdan zaman geldi inancımı kaybettim, zaman geldi inancıma döndüm. Hayatım, fikirlerim, karma karışık, iniş çıkışlarla geçti. Ancak bu gün Allah’ın huzuruna çıktım. Cuma namazını eda ettim. Kuş gibi hafifledim. O’nun huzuruna elimi kolumu sallayarak giremezdim. Arka yerlerde, ayakkabılığın yanında ezile sıkıla namaz kıldım. 62 yaşımda anamdan yeniden doğmuş gibi, bir rahatlık ve hafiflik hissettim. Bu mutluluğu bana yaşattığın için odana teşekkür etmek için geldim…” Fazla söze ne hacet sözün sultanına kulak verelim: “Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük rahatı vardır”1
Dipnot:
1.Sözler, 4.Söz 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |