Elif Eki |
|
Sen benim için gönderilmiş şefkat kahramanısın anne! |
Anneciğim, sen aklıma bir rüya ile düştün. Rüya tılsımlıydı ve ilk başta yoramadım senin için olduğunu. Rüyanın yorumunu beklerken, zaman geçti. Parçalar yerine oturdu ve rüyanın sana işaret ettiğini anladım. Aldım elime kara kalemi ve geçtim beyaz sayfanın karşısına. Baktım ilk önce tek noktanın yer etmediği beyaz sayfaya ve ilk kelimeyi yazdım, ardının geleceğini, gönderileceğini bilerek. Anneciğim, sana galiba ilk defa anneciğim diyorum. Bundan önce hep anne derdim. Anne! Evet, bu kelime iki sesli, iki sessiz dört harften oluşur. Ama benim için bin bir harften oluşan, ne kadarı sesli, ne kadarı sessiz olduğunu bilmediğim cümleler dizesi. Anne seni tarif bile edemiyorum. Tarif etmeye kalktığımda hep boşluklar oluşuyor. Bin bir harften oluşan kelimeler de yetmiyor seni anlatmaya. Ama biliyor musun? Tek bir cümle var ki, o senin tarifinin özünü oluşturuyor. Anne: “Sen benim için gönderilmiş şefkat kahramanısın”. Yani sıfatı şefkat kahramanı olan nazenin bir hediyesin. Anneciğim, biliyor musun, her gönderilen hediyenin bir göndereni vardır. Sen bana gönderilmiş öyle bir hediyesin ki, hediyenin kıymeti gönderen nispetinde artıyor ve özelleşiyor. Senin gibi paha biçilmez hediyenin kıymetini, umarım gönderenin hatırı için ve onun rızası için idrak ederim. Anneciğim, hediyeyi gönderen olduğu gibi, hediyenin gönderileni de vardır. Gönderilen kısmını ise ben dolduruyorum. Ben ki, senin en güzel yıllarında, o gencecik yaşında, sana gönderilmişim. Senin için gönderilen ben hediyesinin ise, yine bir göndereni var. İlginç olan şu ki, hediyede gönderilen kısım ve gönderilenler sürekli değişirken, gönderen kısmı hep aynı. Bana sen gibi bir hediyeyi gönderen zât, beni de sen gibi bir şefkat kahramanına gönderiyor. Anneciğim, göndereni iyi tanı, gönderen zât, hediyeyi göndermesiyle beraberinde esmâsını da gönderiyor. İlk başta Hâlık ve Musavvir isimleriyle esmâsından pırıltılar sunarken, ardından bütün hâl ve davranışlarıma o esmâ pırıltılarının yerleştirildiği ortaya çıkıyor. Onlar parıl parıl parlayarak dikkat çekmelerinin amacı gönderenin hep hatırlanmasıdır. Yani Rabbim (sana gönderilen her hediyenin sahibi) hediyeleri esmâ pırıltıları ile süslemiş ki, bir an bile göndereni unutma! Unutmamak; görmekle, bakmakla, okumakla, anlamakla ve anlatmakla oluşuyor. Aslında niyet, esmâ denizinden bir âb-ı hayat içmek olurken; hem içiliyor, hem görülüyor, hem okunuyor, hem de İnşâallah O'nun izniyle unutulmuyor. Zaten gönderen Zât, senden göndereni hiçbir zaman unutmamanı istiyor. Gönderen Zât, nasıl seni benim için ve beni de senin için, yani bizi birbirimiz için göndermiş. Bizi birbirimiz için kırmızı kurdelâlı paketlerin içinde değil, hayatta eşine benzerine rastlamadığımız suretler ve siretler içinde gönderiyor. Şöyle ki, ben bir iki günlükken sen yirmi, yirmi beş yaşında kocaman biriydin. Benim seninle anlaşmam zor, senin beni muhatap alman garip. Hem biz bu aradaki farklılık uçurumuyla neyi paylaşacağız? Neyi konuşacağız? Ve ne kararlar alacağız gelecek baharlar için? Anneciğim ne gariptir ki, Rabbim aramıza uçurumlar koymuş; ama bu uçurumlar tek bir bağ ile yok olmuş. Öyle ki başıma bir şey gelse, hemen senin şefkat kucağına sığınıyorum. Sen ise fedakârlık defterinin sonsuz sayfalarından, her seferinde birer sayfa daha tüketiyorsun. Aklıma gönderilmişken, seni tanıtan bir diğer sıfat da muhabbet fedaileri oluyor. Ve şu dizeler: “Vâlide ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer”. Benim için ruhunu feda eden ‘fedailer fedaisi’, kendime bakıyorum da: Benim beş-on sene sonrası aklıma düşmezken, sen benim yirmi, yirmi beş sene sonraki halimi hayal ederek büyütüyorsun. Ona göre fedakârlık ediyorsun. Anneciğim, sonsuz sayfalı fedakârlık defterinin sayfaları bitmez, bu verilen sonsuz duyguyu, sonsuzluk için feda et. Sonsuz için feda etmek, evlâdını sonsuz bir yer olan ahiretteki hâlini hayal ederek büyütmekle oluyor. Sen benim için nice fedakârlık yapmışsın, peki ya ben? Benim için bunca fedakârlığı göze alan hediye için ne yapabilirim? Ne yapmam gerekir? Nasıl davranmalıyım? Acaba seni tozlanmayasın diye elmastan kutuya mı koysam? Belki de ipek bohçalarla sarmam gerek seni? Kaç yıl sırtımda taşımalıyım ki; dokuz ayın bir günüyle eşit olsun? Ya da ne yapsam da seni, sonsuzluk âleminde oturtsam. Bilmediklerimin ve merak ettiklerimin cevabının yer aldığı Risâle-i Nurlarda bu soruların da cevabı var. Şöyle cevaplanmış: “…kendi vâlidesinin şefkatine mukabil fedakârane hizmet ve dindarane duâlarıyla ve hasenatlarıyla vâlidesinin defter-i a’maline haseneler yazdırmak ve âhirette sâlih ise vâlidesine şefaat etmek ihtimalinin olduğu bildirilmiş…” İnşâallah ben de evlât olarak fedakârane hizmette bulunurum. Ve İnşâallah, dindar bir evlât, bir anne, bir kul olarak yaşarım. Anneciğim, senin sonsuz sayfalı fedakârlık defterin (defter-i a’mâlin) hasenelerle dolar. Böylece aramızdaki ahiret ve dünya uçurumu duâlarla yok olur. Belki de rüyalarda buluşulur (gönderilen rüyalarda).
HAVVA YILDIRIM |
Samimî sevgi, taşıyanı da taşınanı da tedavi eder |
Bu profesör ne yapıyor? Yıllar önceydi. Bir profesör hanımefendi ile tanışmıştık. Hoca, çalıştığı İstanbul’daki üniversiteden, Anadolu’daki bir üniversiteye birkaç günlüğüne gelmişti. Zaman çok da günümüzdeki gibi internetin, cep telefonlarının, iletişim vasıtalarının yaygın olmadığı bir zamandı. Bir ara profesör hanımefendide ciddî bir telâş vardı. Önüne gelen fakülte ilgililerine bir şeyler soruyordu. Yüz hatları gerçekten bir şaşkınlık taşıyordu. Fakülte sekreteri beyefendi, bana “Gel, şu hoca hanımı bir gözlemle…” dedi. “Neyi var?” dediğimde, kıymetli beyefendinin gözlerinin yaşardığını fark ettim. 50-55 yaşlarındaki iman ehli beyefendi resmen ağlıyordu. Ben ise, gerçekten hiçbir şey anlayamıyordum. “Ne oldu?” diye yeniden sordum. Kendisini toparlayıp, anlatmaya başladı. “Bu hocamız, İstanbul’daki bir üniversiteden birkaç günlüğüne bizim üniversitemize görevli olarak geldi. Ben onu gözlemliyorum. Beraber çalıştığı araştırma görevlisi asistanlarına telefonla ulaşamamış. Bana geldi, ‘Ne olur bir faks çekelim… Canlarıma, ciğerlerime, çiçeklerime, biriciklerime bugün gün boyunca ulaşamadım. Onların sıcak cümlelerini duyamayınca kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Onlarsız bir hayat çekilir gibi değil’ gibi cümleler kurarak, evlâtları gibi, ‘hakikaten bir samimî sevgi yansıması içerisinde benden yardım istedi.’ Ben de kendisine yardımcı oldum. Ama onun hareketleri karşısında donup kaldım. Bu kadar mı insan birbirini sever, bu kadar mı özler, bu kadar mı hayranlık taşır. Bu profesör hoca hanım da, ehl-i dünya diye tanımlayabileceğimiz bir hayat anlayışı içerisinde… Ben onu görünce, kendi iman kardeşlerime, taşımadığım bunca sevgi için, yaşamadığım bunca yakınlık için acıdım. Sevgi, muhabbet, yakınlık, sıcaklık, nezaket ehl-i imanın hakkı iken, bu hak, ehl-i dünyanın tarafına geçmiş diye düşündüm ve kendimi tutamadım. Seni de bunun için meşgul ettim.” Yani buna bizim literatürde müfritane irtibat mı dersiniz, kardeşane muhabbet mi dersiniz ya da kardeşlerde tefani sırrı mı dersiniz, ne derseniz deyin, ama ortada bir gerçek var ki, bu çok güçlü bir duygu. Evet, hikâye hayatın ta orta yerinden alındı. İlgili fakülte sekreteri beyefendi günlerce bu derin hatırayı karşılaştığı insanlara bir bir anlattı. Tabiî profesör hanımefendi ne için severse sevsin, önemli olan orta yerdeki yaşanan sevgi. Yani onun dünya için kullandığı sevgiyi sen uhrâ için kullan ve maksadı daha da yücelt. İçten sevgi yaşayan bunun huzurunu da taşır. Böyle insanların taşıdığı sevgi ilâç gibidir. İnsanı mânen tuttuğu gibi, maddî olarak dahi tutar. Böyle insanların çevresinde sevgisizlikten, ilgisizlikten, itilmişlikten kaynaklanan terk edilmişlikler olmaz. İntiharlar olmaz. Bunalımlar olmaz. Psikolojik yıkımlar olmaz. Samimî sevgi, taşıyanı da taşınanı da tedavi eder. Kardeşlik, imanın özünde olan bir olgudur. Kardeşlik beraberinde sevgiyi, ilgiyi ve şefkati getirmesi gerekiyor. İçinde samimî sevgisi, ilgisi olmayan iman, hakikî iman anlamına gelmeyecektir. Ehl-i iman arasındaki hatalar, umum kardeşlerin hukukuna tecavüz ve hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeye taarruz anlamına geleceği için, kardeşler arasındaki hukuka ve nezaket kurallarına çok daha itina göstermek gerekir. Ama zaman zaman bakılıyor ki, başkasına hiç söylenemeyecek ağırlıktaki sözler, davranışlar aralarında sürekli bir hukuku bulunan kardeşlere söyleniyor. Burada çok ciddî bir vebalden bahsetmek mümkündür. Ehl-i dünya insanlar bile sadece dünyevî hukuku düşünerek nezaketi, sevgiyi, ilgiyi ihmâl etmezken; dünyevî ve uhrevî hukuku olanların birbirleri arasındaki hukukta, nezakette, sevgide, ilgide ihtimam göstermemesi çok vahim bir durumdur. Yani aynı dâvâda omuz omuza olanların, birbirlerine yansıttıkları davranışlarda melekleri bile kıskandıracak bir incelik, bir nezaket, bir ulvî ahlâk yansıması taşıması yakışandır. Hazret-i Peygamber’in dâvâ arkadaşlarına karşı olan tavır ve tutumları dikkate alındığında, İslâmî hassasiyet taşıyan davranışlarda çok daha ciddî tavır ve tutum içerisinde olmak gerektiği kendini hissettiriyor. Ehl-i imanda kâfir vasıflar, ehl-i dalâlette de mü’min vasıflar asra bir çarpıklık takdim ediyor. Böyle bir manzara ise, ehl-i imana hiç mi hiç yakışmayan bir durum olarak, yüz kızartıcı şekilde orta yerde durmaktadır. Geçmişimizden böyle bir ders almadığımız halde, yeni kuşaklarımıza böyle bir miras bırakmak hiç de yakışık almayan bir durumdur. Bir an evvel, elimize tutuşturulan bu kirlilikten kendimizi kurtarmak ve yitiklerimizin peşine düşmek gerekiyor. Yoksa gün geçtikçe daha zor zamanlar bizi bekliyor olacaktır. Bütün bireysel ve toplumsal problemler, ilgisizlikten, bilgisizlikten, sevgisizlikten, iletişimsizlikten ve genel anlamda ise konuşmamaktan kaynaklanmaktadır. Güzel niyetlerle bir araya gelindiğinde, oturup hüsn-ü netice için konuşulduğunda, yüksek ulvî amaçlar gözetildiğinde Cenâb-ı Hakk’ın hayırlı neticeler halketmemesi ve kerametvârî değişim ve dönüşümler yaşatmaması düşünülemez. Ehl-i iman içinde samimî sevgi taşıyana, nefret taşınmaz; samimî ilgi karşılıksız kalmaz, samimî niyet-i halise içinde muhteşem neticeler taşır. Yani ‘sevdiğiniz kadar sevilirsiniz’ kuralı, böyle bir kaidedir. O zaman, sevme potansiyelimizi arttırmamız öncelikle kendimize bir faydadır. Kendi içinde rahatsızlıklar yaşayan da, birilerine rahatsızlıklar yaşatan da aslında ‘sevgisizlik’ taşıyor demektir. Yani nerede bir problem varsa, orada bir sevgisizlikten, ilgisizlikten bahsetmek mümkündür. Sevgi, imandan geldiğinde ibadete dönüşen bir ruh kazanır. Yürekten ilginin, derin sevginin halledemeyeceği bir problem yoktur. Yeter ki insan ne zaman, ne kadar kullanacağını bilsin.
SEBAHATTİN YAŞAR [email protected] |
Affeyle Allahım |
(I) -rüyâymışız; toprağa kadar boz bulanık yakaza-
Ağır uykulara daldım, ardından tedbir olundu deli rüyâlar. Rüyâdan rüyâya uyandım; uyumakla uyanmak arasıydı hepsi. Gümüş sular süveydâya dediğim gibi deliydi. Teyakkuz imiş rüyâ; teyakkuz ise uyumaklar içre rüyâ, uyumamak ne ola? Küllî mefhûm aleyhime işler durur, akreb nasıl zehr işlemişse yelkovan kanına, işte efendim benim halim de öyle işte! Rüyâlarda hep zâri. Rûhum öyle cünûn, akıl öyle deli. Evet zâri, öyle ki hep ağlamak. Ağlamak, çâresizlikten değil; belki çâre olmakta. Rüyâ içinde rüyâ. Delirmişim yalnız akıllanarak. Aldanmak berî olsun, berî olsun unutmak! Bin teyâkkuz; bir sükûn. Bin akıldan hasıl oldu bu mecnûn. Öyle yanmış ki canım bu fenâdan. Uykular zehr olmuş, rüyâlar zindan. Öyle fenâdan yanmışım ki, zâri uyanmışım hep uykudan. “Cünûn başımda susar”* olmuş, akıl gitmiş başımdan. Ya bâki kurtar beni fenâdan, kurtar ki bîkes kalmışım. Fenâdan yanmış canım, kavrulmuş kalmışım. Gece zindan, gündüz zindan… El aman, el aman! Ya bâki, ya bâki. Halâs eyle beni c/anıma zehr olmuş bu fenâdan. El aman el aman. Haşyetler benim oldu. Affet!
(II) -fenâdan yanmışım...-
Rûhum teşne. Böyle teşne, böyle çölde. Bin serâb bir çöl içinde. Çöl kapısı ayazdır; hâli tâ elestten nazdır. Ey Rabbim, ey nâz eden çölün Rabbi, ey kamerin, ey göğün Rabbi, ey her ‘şey’in mâliki, ey Rabbü’l-âlemin! Duy sesimi, ki nidam duyman içindir. Sesim karınca avazından da güçsüz zîra; “şiddetli gaflet, sesimi kıstı.”* Sen yine de duyarsın sesimi. “Amellerim beni âciz bıraktı.”** Semîsin duyarsın, halâs eyle.. Halâs eyle; bu dünya çölünden çek çıkar beni. Şifâyı yaz gözlerime, ruhum cünûn ve ziyâdesiyle bîmar. Dışarıda bir âlem var, ve bin âlem derûnumda. Öyle ki Rabbim, bin âleme –pervâsızım- sığmamışım. Mekândan hissem yok ki, kayıyor ayağımın altından. Bin bir âleme sığmayan bir zavallı, tebşir olunmuş nâmütenâhi bir mekânın zıll-ı hayâline tutunmaktan gayrı ne yapabilir? Hem şu bin bir girift âlemde ‘mekândan hissem ancak kabir kadar bir yer’* değil midir? Zamandan bînasibim, zira ‘sür’atle akan zamân-ı vâsia selinden nasibim ancak bir ân-ı seyyâlecik’dir*; bîşekibim; hissem olmayandan hissemi nasıl isteyeyim? Hissesizliğime acı, fenâdan yanmışım. Cefâdan yanmışım. Fenâdan yanmışım, fâniyim, âcizim. Âcizlerden yanmışım, kadirsin çek canımı bu acziyetten. Afviyetini nasib kıl kavlime. Can tükenmek üzre, ey cân! Sekeratta elinden bir müjde, Estağfirullah.. Estağfirullah, Estağfirullah El-azîm.. Affet!
(III) -Nakıştım nâkıs düştüm-
Estağfirullah…Öyle ki unuttum seni.. Nakıştım nâkıs düştüm. Efendim, aczimle geldim. Seni çağırmada hüccetim hacetimken yalnız mı bırakacaksın beni? Rabbim, el aman! Efendim, el aman! Canlar canı el aman! N’olur kaldır canımı yerden! Nâkıs düşmüşüm. Nakşet kalbime ismini; kurtulayım şu serkeşlikten.. Serkeşliğim, serseriliğim, şu âsiliğim, n’isyankârlığım kapından çevirdi beni.. ”Kapılar bana kapandı deme kapıyı ısrarla vurana, kapı açılır” diyor bir sevgili kulun*.. Takatim yok.. Bir başka kulun*da “bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın” diyor.. Neyleyim, nasıl edeyim? Serkeşim, bîtakâtim.. Affeyle..
-Nâdim idim, nâdân oldum-
“adımı nâdim koyun!” diyordum, tâ ezelden adım nâdim.. Lâkin hâlâ gâfilim. Neyleyim? Delirmeklerdeyim.. “Gözyaşları Rabbin lisânıdır” diyor bir ruh-u hândan**. Ben Rabbin lisânına teşneyim. İçtiğimin zehr olması bunu değiştirir mi? Ben bâdeye, ben O’na teşneyim.. O’na teşneyim fakat yine gafilim.. Şu âlemin ummanını da içsem hiç diner mi teşneliğim? Bâde istiyorum; gâfilim katran içiyorum!.. Nisyâna daldım; nâdim idim nâdân oldum.. Affeyle! Ya Rabbi Hâlim ki, tezat içre tezat.. Suyun olduğu yerde ateşin susması lâzım gelir.. Öyleyse şu hâlim nedir? Ruhum azap içinde ateşlerde.. Gözyaşlarımın şu ateşi dindirmesi lâzım gelmez mi? Affet ki ismine yakışmıyorum.. “Rabbim! Bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en iyisisin..”***Affet!
(IV)
“Göğsüm daraldı, ömrüm gitti, sabrım bitti ve fikrim uçup gitti. Sen ise benim gizli ve açık her şeyimi çok iyi bilirsin. Bana fayda verecek şeylerin maliki sensin. Üzüntümü sürura, güçlüklerimi kolaylığa çevirmeye de ancak sen kadirsin.. Bütün sıkıntılarımı gider, benim ve kardeşlerimin bütün güçlüklerini kolaylaştır..”* Âmin.. Âmin.. Âmin..
Hamiş;
(I) *Divan-ı Harbi Örfi-Aslı : “Cünun başımda yanar…” (II) *Büyük Cevşen-Dualar1.. ilaahir; “rahmet kapını çalıyor ve..” **Kumeyl Duası ***29.Lem’a, 6.Bab (III) *İbn Ataullah El İskenderiye/Gelin Tacı ** Nurettin Topçu/Var Olmak ***Mü’minûn, 118 (IV) 29.Lem’a , 6.Bab..
ELİF RUHEFZA ALTUNER |
HAK YOLUNDAKİ YOLCU |
Rabbine muhlisane, sığınır böyle aciz O Kur’an şakirdi ki, gerçek bir abd-i aziz
Dünya nimetlerine, hep bigane kalır da Kalbini işba etmez, türlü çeşit lezaiz
Sabreder bin azare, çekse de her cefayı O çok halim selimdir, kalbi şefkatle deniz
Nice musibetlere, dayanır şükrederek Zarafetten süzülmüş, sözlerindeki tariz
O bir al-i himmet’tir, hem azami müstağni Bin vasıfla muttasıf, pek çok kemale haiz
Çok zaman mahviyyetle, hali tefekkür eder Ona tebrik şayeste, medh-ü senalar caiz
Alemin zerratıyla, Rabbini tesbih eder Hidayet rüzgarıyla, salah bulan bir faiz
İzzetle tevazuu, tenasüple cem eder İffeti ve ihlas, etvarında çok bariz
Malik-ül Mülk’e sunar, fani emanetleri Ticaret-i Uhra’dan, pek ziyade müstefiz
Hüda-yı Kur’ani’den, alır ali dersini Hak’tan mülhem hitabı, dinle! ne kadar nafiz
Sırat-ı Müstakim’e, yönelmiş safiyane Hak yolunda yürürken, basiretle mümeyyiz....
Dr. Hikmet Erbıyık, Sümbül Efendi Dergâhı |
GERÇEK ANNELERİN ANNELER GÜNÜ KUTLU OLSUN |
Oldum olası günlere karşıyımdır. Yok Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, Öğretmenler Günü, Kadınlar Günü... Her gün anneler, babalar, kadınlar, öğretmenler, sevgililer günü olsa olmuyor mu? Düşüncem böyle olsa da, siz bu satırları okurken ben Almanya’nın Hamburg şehrinde “Şefkat kahramanı” anneleri konuşmak üzere seminerde olacağım. Ben de istedim ki, evlâtların annelerine hediyeler alıp, hayatta değillerse mezarlarına gidip birer Fatiha, Yâsîn okudukları şu günlerde, biz anneler bir empati yapalım. Gerçek mânâda anne miyiz, annelik unvanına acaba lâyık mıyız diye? Genç adamın gözlerinden ateşler çıkıyor, sesi yükseldikçe yükseliyor, karşısındaki sözde anneye “Ne olur işten çık. Çocuk kreşlerde perişan. Benim kazancım ikimize de fazlasıyla yeter de artar” diyordu. Rahîm isminin tecellî ettiği anne ise, umursamaz bir tavırla “Benim kariyerim ne olacak? Bu kadar okulu evde oturmak, çocuk bakmak ve sonunda ev kadını olmak için mi okudum? Ben işimi bırakmam. Çocuğunu bu kadar çok düşünüyorsan sen işten ayrılır, çocuğuna bakarsın” diyordu. Gerçekten de ev kadını olmak bir kadın için kötü bir şey mi? Ev kadını, bütün gün evde boş oturan bir kadın mı? Hayatta en zor, en fazla fedakârlık gerektiren, her kadının yapamayacağı ve gece gündüz özveri gerektiren tek meslek ev kadınlığı değil mi? Mesleklerin en zoru ve mesleklerin en güzeli. Sonra hangi okulu bitirirseniz bitirin, kendinizce hangi kariyeri yaparsanız yapın, sonuçta her kadın ev kadını. Bunun yolu evden geçmiyor mu? Aslında bu hanım, “Ev kadını mı olacağım?” derken kendi cinsiyetiyle problemi var gibi. Kadınlığından dolayı bir kompleks yaşamakta. Hani büyüklerimizin güzel bir sözü var “Ölmüşüz de ağlayanımız yok” diye. Gerçekten de bizler ölmüşüz de bize ağıt yakanımız yok. Şefkat kahramanı, hayatını yavrusu için hiç tereddüt etmeden feda eden anne, “Çocuğum için kariyerimden vazgeçemem. Evde bütün gün oturup onu büyütemem” diyor. Değil insan, hayvan bile yavrusu için kendini feda ederken, hâlâ böyle annelerin olması yeni nesil için, gerçekten ne kadar acı. Burada beni çok etkileyen iki olayı sizinle paylaşmak istiyorum. Uzun yıllar önce bir programımda, bir öğretim görevlisi annenin yaşadıklarını anlatmıştım. Çok uzun yıllar geçmesine rağmen, geçen gün karşılaştığım bir dinleyicim bana o olayı hatırlattı. Unutulması zor olan bu olayı, bu özel günde ev hanımlığını küçümseyen, kariyerini çocuğundan önde tutan annelerle paylaşmak istedim. İşte olayın kahramanı öğretim görevlisi hanımın başından geçen olay: “Bir gün sınıfta dersimi anlatmaktayım. İçimde tarifi imkânsız olan bir acı yaşamaya başladım. Bu acı yüreğimi yakarken ders anlatmak imkânsızdı ve dekandan izin alıp eve gittim. “Soğuk bir kış günüydü. Her zaman zile basardım. O gün kendi anahtarımla kapıyı açtım. Evde buz gibi insanı ürperten bir sessizlik hâkimdi. Yavaşça oğlumun odasına yöneldim ve kapıyı sessizce açtım. Gördüğüm olay, kelimenin tam mânâsı ile vahşetti. Oğlum parkenin üzerinde yatmış uyuyor. Bakıcı sırtını kalorifere dayamış, ayaklarını uzatmıştı. Bakıcının ayağında çorap yoktu ve oğlum bakıcı kadının ayak parmağını emiyordu. Bu vahşet karşısında bayılmışım. Kendime geldiğimde hastane odasındaydım. Sadece bağırdığımı ve şunları haykırdığımı hatırlıyorum: ‘Kahrolsun feminizm, kahrolsun anneliği, ev kadınlığını küçük gösterenler!’” İkinci hatıram ise, hayvanlar âleminden bir haber. Bu haber, özde değil de sözde anne olanların kulaklarını çınlatsın. ABD’de bir orman yangını çıkar. Yangını kontrol altına aldıkları zaman, hasar tesbiti için yetkililer ormana girmişler. Karşılarına yanmış bir kuş çıkmış. Kuşu kaldırırlar ki altında yavruları, yanma pahasına da olsa yavrularını kanatlarının altına almış ve yangından kaçmamış bir anne kuş. Yeri geldiği zaman, hayvan dediğimiz bir kuş, yavrusu için bu fedakârlığı yaparken; eşref-i mahlûkat denilen insan “Ben asla keyfî zevklerimden taviz vermem, çocuğum için hayatımı bozamam” diyebiliyor. “Men dakka dukka.” Günün birinde böyle bir annenin karşısına evlâdı çıkıp, sevgiye, saygıya ve bakıma muhtaç olduğu bir zamanda “Ben de senin gibi bir ihtiyarla ilgilenemem, kusura bakma. Benim evimde sana yer yok. İşte huzurevi” diyecektir. Çünkü insan ne ekerse onu biçer. İhtiyarlar Haftasında huzur evinde çalışan bir bayanın anlattıkları beni derinden üzmüştü: “Bir gün çalıştığım huzurevini böcekler istilâ etmişti. Yönetim dedi ki: ‘İhtiyarlara bir yat gezisi ayarlayalım. Onlar gezerken biz de huzurevine ilâçlama yaparız.’ Biz yatı ayarladık, ama bir tane ihtiyar ‘Hayır ben yat gezisine gitmek istemiyorum. Kızımı arayın, bir gün onda kalayım. Hem onu çok özledim’ dedi. Kızını aradık, annesinin bir gün kendisinde kalmak istediğini ilettik, ama bayanın cevabı çok acıydı. ‘Çok önemli misafirlerim gelecek. Annemi alamam.’ Orada çalışan bayanla biz bunu ihtiyar teyzeye söyleyemedik. Sadece ‘Kızına ulaşamadık’ diye geçiştirdik.” Bilemiyoruz ki, bu teyzemiz de zamanında kızına anne ve babaya saygının Allah saygısına ve sevgisine eş olduğunu anlatmış mıydı? İnsan niçin okur? Herkesin okumak için kendince nedenleri elbette vardır. İlim tahsil etmek dinimizce farzdır. Beşikten mezara kadar okumak insan için bir kaidedir. İmkân varsa, okumak, meslek sahibi olmak, eğitim seviyesini yükseltmek güzel bir şey. Özellikle bayanların okuması, eğitimli olması daha bir güzel. Çünkü Asım’ın neslini onlar yetiştirmekte, topluma onların yetiştirdiği gençler yön vermekte. İşin en acı yanı ise, anne bunun farkında değil. Kendisi başka insanlara faydalı olacağım diye, egosunu tatmin etmek için, uğraşırken kariyer yapan annenin çocuğu ise, hiçbir eğitim almamış bir bakıcının elinde. Oysa bu eğitimli anne, kendi çocuğunu kendi yetiştirmiş olsa o zaman hem aileye, hem de topluma faydalı bireyler olmaz mı? İşte gün geçmiyor ki, haberlerde eve yerleştirilen kameralarda bakıcı kadın tarafından şiddet uygulanan bebeklere rastlamayalım. Şefkat olmasa, para için o minik bebeklere bakılır mı? Eğer onlara bakmak o kadar kolay olsaydı, Allah kadına Rahîm ismini hususiyetle tecellî ettirir miydi? Hangi para annenin yerini tutar? Hangi bakıcı, annenin veremediği şefkati verir? Artık Avrupa sorumsuz, sevgisiz gençlikten o kadar bıkmış ki, bunların çarelerini aramakta. Çocuğun annesine muhtaç olduğunu anladığı için olsa gerek ki, Avrupa’da doğum yapan bir anne en az üç yıl ücretsiz izne çıkıyor. Zaten annenin çocuğa en fazla etkisinin olduğu yaş ise 0-3. Bu dönemi anne çocuğuyla beraber geçiriyor. Anne, "Çalışacağım, kariyer yapacağım" diye yavrusunu feda etmiyor. Çalıştığı iş yerinde o çocuk için, devletin kreş açması şart. Çalıştığı yere çocuğu getiriyor ve çocuğundan ayrılmıyor. Genç adam, “Çocuğum kreşte mutsuz, gitmek istemiyor. Her sabah saatlerce ‘Ben annemi isterim’ ağlaması, bir baba olarak beni derinden üzüyor. Sen anne olarak nasıl etkilenmezsin? Sende hiç annelik merhameti, şefkati yok mu? Hadi gündüz kreşte; akşam geldiği zaman ise ona vakit ayırmıyorsun. Yok cilt bakımım, yok saç bakımım derken, çocuk yine arada kaynıyor” diyordu. Anne ise, “Ne yapabilirim, benim özelim olmayacak mı? Madem ki çocuğu bu kadar düşünüyorsun, o zaman sen bak!” diyor. Genç kadın ise, annelik gibi özel, annelik gibi güzel ve dünyada hiçbir kariyere değişilmeyecek olan vazifesinin farkında değildi. Hani bir psikologun çok güzel bir sözünde, “Elimde olsa, mutsuz anne ve babaların çocuk yapmalarını engellerim” diye. Gel de böyle bir anne karşısında, bu söze hak verme. Bir çok insan niçin evlendiğini bilmediğinden, bir çok çift de neden anne-baba olduklarını bilmiyorlar. Çok insana sorun “Niçin evlendiniz, evlenmekteki maksadınız neydi?” diye. İnanın bir çoğu basmakalıp sözler söyleyeceklerdir. Kaç tane evli çift daha evliliklerinin ilk gününde birbirlerine şu soruyu soruyorlar dersiniz: “Sen anne olmaya hazır mısın? Sen de baba olmaya hazır mısın?” Gençler bu kadar ciddî konuyu sormadıkları gibi, diyorlar ki, “Biraz para kazanalım, halimiz yerinde olsun, çocuk öyle düşünürüz.” Sen rızkı niçin düşünüyorsun? Her canlının rızkını verecek olan Allah. Bizim düşünmemiz gereken, bu çocuğa annelik ve babalık yapacak mıyım? Efendimiz (asm) demiyor mu? “Ben ümmetime muallim olarak gönderildim. Anne ve babanın da en önemli görevi çocuğunu eğitmektir.” Sonra yeni evli çiftler şöyle diyor: “Artık çocuk şu düşünce için istenir hâle geldi. Nasıl olsa ileride ‘Aman bunların çocukları olmuyormuş’ demesinler veya yaşlanınca bize bakacak birileri olsun veya ‘Evliliğimin garanti belgesi olsun’ diye istiyorlar.” Nasıl çiçeğin toprağa, suya, güneşe ihtiyacı varsa, onlarla hayat bulup renk renk açarsa, çocuğun da sıcak ve mutlu bir yuvada anne ve baba sevgisine ihtiyacı vardır. Bunu çocuğa en çok verecek olan da hiç şüphesiz baba değil, cennetin ayakları altında olduğu annedir. Zaten cennet her annenin ayakları altında değil ki, ana gibi ana olanların ayakları altında. Çocukların, o meleklerin bizim sevgimize o kadar ihtiyaçları var ki, bu ihtiyacı çocuk hiçbir yerden alamaz. Anneler Gününde kadınlar hapishanesine bir programa gitmiştim. Orada mahkûmlar kendi aralarında yılın annesini seçmişlerdi. Kürsüye yılın annesi olarak 22 yaşlarında genç bir kadın, kucağında yavrusuyla çıkmıştı. İşte analık bu... Nerede hangi şartlarda olursanız olun, kadın anadır. Bu manzarayı bir erkekler koğuşunda asla göremezsiniz. Bunun için bir anne sevgisini de bir babadan bekleyemezsiniz. Bir zamanlar bana anlatılan bir olayı burada sizlerle paylaşmak isterim: Almanya’da çok zengin bir ailenin tek bir oğlu varmış. Bu delikanlı bir Türk çocukla arkadaşlık yapmaya başlamış. Bu Türk olan delikanlı, Alman genci hafta sonları gençlerin kaldığı eve götürüyormuş. Orada gençler kendi aralarında sohbetler ediyor, kitaplar okuyor, zaman zaman da maç yapıyorlarmış. Bir gün gençler kendi aralarında maç yaparken evin ağabeyi durumunda olan genç, gençlerin sırtlarını okşuyor, “Hadi aslanlarım, hadi koçlarım” diye gençlere sevgi gösterisinde bulunuyormuş. Alman genci Türk arkadaşına bir gün demiş ki: “Hani o ağabeyiniz var ya, bize o kadar güzel sözleri söylemesi için kaç para veriyorsunuz? Ben de vereyim ona borçlu kalmayayım” demiş. Bu genç ne kadar sevgiye hasret, ne kadar ilgiden yoksun ki, bunların bile para karşılığı yapılacağını düşünebiliyor. Çünkü insanın var oluş sebebi sevgi. Sevgili analar! Eğer insan Allah’ın en güzel isimlerine ayna ise, o aynada acaba Rahîm ismi ne kadar tecelli ediyor, bunu bilmek ister misiniz? Tabiî ki herkes ister. O halde çocuğunuza olan bu şefkati en güzel yine siz ölçersiniz. Radyo programcılığı yaparken bir gün bir Türk Halk Müziği sanatçısını programa dâvet etmek için, birkaç defa evini aradım. Her defasında da san'atçının annesi çıktı ve “Evde yok” dedi. Hanımların kaynaşması kolay olur. Sanatçıyı bir defa daha aradığımda annesi yine “Evde yok” deyince, ben de annesine şöyle bir soru sordum: “Kızınız eve ne zaman geliyor, çocuğuna ne zaman vakit ayırıyor?” Sanatçının annesi, “Ah evlâdım, hiç sorma” dedi ve bir hatırasını anlattı. Sanatçı hanımın çocuğu o zamanlar beş yaşlarındaydı. Bir gün anneannesine demiş ki; “Anneanne, sana bir şey desem üzülür müsün?” Anneanne, “Hayır yavrum, üzülmem.” “Anneanne, seni çok seviyorum, ama biliyor musun ölmeni de istiyorum. Eğer sen ölürsen, annem beni bırakacak bir yer bulamaz ve ben de annemle kalırım.” Yazar Sibel Eraslan Hanımı da konuk almıştım. Onun da hatırası çok manidardı. “Çocukları küçükken aktif siyasî hayatta olan Sibel Hanımın oğlu, bir gün bir araba resmi çizer, ama arabanın ön tekerlekleri çok büyüktür. Sibel Hanım oğluna sorar, ‘Neden bu arabanın ön tekerlekleri çok büyük?’ diye. Minik yavrunun verdiği cevap tam bir çocuğun fıtratına uygundur: ‘Anne, çok sür'at yapsın ve seni eve hemen getirsin’ diye.” Sizin de torununuz, çocuğunuz böyle demeden, çocuklarınıza ayırdığınız zamanı bizim günümüzde, bu Anneler Günü’nde gözden geçirin. Unutmayalım ki, son pişmanlık fayda vermiyor. Gerçek annelerin ellerinden hürmetle öper, ebedî âleme göçmüş annelerimize ise Fatihalar yollarım. “Ey sevgili anam, ben de anayım Seni bin bir rahmet ile anayım Mübarek ruhuna gel dayanayım Hizmeti çok, duâsı bol nur anam!..”
ESRA NURAY SEZER |
Âhirzamanın başlangıcı |
Bediüzzaman diyor ki:
Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne–i âhirzaman diyorsun. Halbuki hadiste vârid olmuş ki, “Âhirzamanda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak." Elcevap: Evvelâ, fitne–i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız. (Sikke–i Tasdik–i Gaybi, s. 145) * * * (Sûre–i İbrahim’in başındaki âyet ki, Birinci Şuâ'da remzî ve işârî mânâları izah edilen 29. âyettir.) Âlem–i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb–i Umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam–ı ebcedî ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi "El Azizi'l–Hamid" kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder. (Şuâlar, s. 620)
Darbe, cinayet, meşrûtiyet, aynı yıl peşpeşe yaşandı
Yukarıdaki iktibaslardan da anlaşıldığı veçhiyle, uzun bir müddeti içine alan âhirzamanın şümûlüne giren "helâket ve felâket asrı"nın başlangıcı, tarihimizde en dehşetli hadiselerin zuhûr ettiği 1876–78 yıllarına tekabül ediyor. * Sultan Abdülaziz'i bir askerî darbe ile tahttan indiren, hemen ardından onu çok fecî ve bir o kadar da sinsî şekilde katlettiren gaddar adamlar, o tarihte ortaya çıktı. * 93 günlük padişah Sultan V. Murad'ın ruh sağlığını bozduran elim vak'alar, o günlerde yaşandı. * Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçtikten hemen sonra I. Meşrûtiyeti ilân etmesi, Kànun–i Esâsinin yürürlüğe girmesi ve parlamentonun açılması, yine aynı tarihte vuku buldu. * Osmanlı tarihinde "Küçük Kıyâmet" diye anılan ve bin yıllık tarihimizin en büyük muhaceretine (aynı zamanda can ve mal kaybına) yol açan meş'ûm "93 Harbi", aynı dönemde yaşandı. * Nihayet, "Helâket ve felâket asrının adamı" olarak tarihin tescil ve tasdikine mazhar olan Bediüzzaman Said Nursî'nin dünyaya teşrifleri de yine aynı döneme tevâfuk etti.
Yeni bir oluşun sancısı
Tanzimat (1839) ve ardından gelen Islâhât Fermanı (1856), aslında dahilde yaşanan bir sancının tezahürü ve bir yenilenme ihtiyacının neticesiydi. Ne var ki, bu reform hareketleri de yaşanan şiddetli sancıyı dindirmeye ve duyulan yenilenme ihtiyacını karşılamaya yetmedi. Zira, imparatorluk sistemi ve monarşik düzen sadece Osmanlı'da değil, dünyanın her yerinde çatırdamaya başlamıştı. Bu tarz totaliter rejimlerin sonu görünmüştü artık. Bu yöndeki gidişatı devrin siyasileri görmüyordu. Ancak, onların görmemesi, mukadder akıbeti değiştirmiyordu. Öte yandan, tâ 1800 yılı başlarından itibaren, gerek ordu ve gerekse sivil bürokrasinin hemen her kademesine yerleşen masonlar ve dönmeler (Selanikli Sabetaistler), en büyük şiârı İslâma hizmet olan Osmanlı'yı içten içe kemirerek çökertmeye çalışıyordu. Onların bu sinsî faaliyetleri, kısa bir süre sonra zakkum meyvelerini vermeye başladı. Ardı ardına yaşanan Yeniçeri isyanları, Sultan III. Selim'in katledilmesi ve Alemdar Mustafa Paşa vak'asının da dahil olduğu 1808'deki kanlı boğuşma ile 1826'da Yeniçeri Ocağının kapatılması esnasında yaşanan fecî katliâmlar, devletin kalbine yerleşen mason komitası ile dönmelerin yaptığı tahribatın derecesini gösteriyordu. Ne var ki, bütün bu yaptıklarıyla da yetinmediler. Osmanlı'nın kalbine daha öldürücü darbeyi indirmenin plânlarını yapmaya koyuldular. Böylelikle, Cengiz ve Hülâgû fitnesini dahi geride bırakan "en dehşetli asrın" fitilini ateşlemiş oldular. 1876'da, içerideki hainler ile dışardaki zalimlerin müttefik olarak hareket etmesi sonucu, tesirli neticeleri günümüze kadar yansıyan helâket ve felâket zincirinin ilk halkaları teşekkül etmeye başladı: Darbecilik, cuntacılık, gizli cinayetler, istibdat, meşrûtiyet/demokrasiye muhalefet, kànunları çiğneme keyfiliği, hakkı kuvvette görme ve gösterme desiseleri, vesaire...
Yanlışa yanlışla mukabele hastalığı
1876'ya kadar on beş yıl müddetle padişahlık yapan Sultan Abdülaziz'in bazı hata ve kusurları vardı. Osmanlı padişahları arasında en çok dünyayı gezmiş görmüş olmasına ve bilhassa Avrupa'daki meşrûtî sistemlerin güzelliklerine şahit olmasına rağmen, kendi ülkesindeki hürriyet ve meşrûtiyet arayışlarına hakkıyla taraftar olmadı. Hatta, yer yer baskıcı uygulamalara taraf oldu, en azından sessiz kalmakla yetindi. Meselâ, Genç Osmanlılar diye ortaya çıkan Ahrar–ı Osmaniye Hareketinin mensuplarına ciddî bir serbestlik imkânını sağlayamadı. Hatta, bir kısmının hapis ve sürgün gibi cezalara çarptırılmasına seyirci kaldı. Önemli bazı Ahrarlar da çareyi yurt dışına kaçmakta buldu. Yani, hür rejimlerin mütebessim çehresini görmüş olan Sultan Abdülaziz bile, istemeyerek de olsa istibdat rejiminin devamını ister bir hale sürüklendi. Ancak, bütün bu hata ve eksikler, yine de onun tahttan indirilmesini, hele hele katledilmesini haklı çıkarmaz. Yani, bir yanlışa bir başka yanlışla mukabele edilmez ve edilmemeli. Darbeci katiller, başlangıçta her ne kadar padişahın ölümüne "intihar süsü"vermeye çalıştılarsa da, bunda muvaffak olamadılar. O dönemin şartlarına göre hazırlanan otopsi raporuna göre, Sultan Abdülaziz'in her iki bileği de keskin bir makasla kesilmiş ve kan kaybından vefat etmiştir. Raporda, ayrıca "Bileğini kesen bir kimse, aynı kesik bileğiyle diğer elin bileğini kesemez" deniliyordu ki, akla, mantığa pek yakın bir ifadedir bu. Demek ki, halife sultan hünharca katledilmişti ki, daha sonra kurulan Yıldız Mahkemesi de aynı kanaate sahip olmuş ve suçluları cezalandırma cihetine gitmiştir. Kezâ, "hafif istibdat" rejiminin 33 yıllık mimarı olan Sultan Abdülhamid'in de, şüphesiz ki siyaseten büyük hata ve kusurları vardı. Şahsiyeti itibariyle, veli derecesine mazbut ve merhamet sahibi bir padişah olmasına rağmen, dahilî siyasette müsbeti değil, menfi yolu ihtiyar etmiştir. Birtakım bahanelerle ve etrafındaki müdahanecilerin de telkinleriyle, Meşrûtî sistemi askıya aldı, Meclisle birlikte Kànun–i Esâsîyi işlemez hale getirdi. Neyse ki, sonunda bu büyük hatasını telâfi yönüne gitti. 1908'de Meşrutiyeti yeniden ilân ve tatbik etmeye başladı. Ancak, buna rağmen, zalim gaddarların ve sinsî münafıkların hışmına uğramaktan kurtulamadı. Kendisi, hem haksız bir sûrette tahttan indirildi, hem de haysiyet kırıcı bir şekilde sürgüne gönderildi. Sürgün yeri Selanik olarak belirlendi. Zira, Selanikliler onun yerine göz koymuşlardı. Saltanat makamını işgal eden Selanikliler, o gün bugündür devletin kilit noktalarında mevzilenmiş durumda. İsimleri Türk, dinleri de İslâm diye göründüğü için, kimse onları hakkıyla tanımıyor, tanıyamıyor. Hatta, hiç de Türk olmayan öyle ekâbirler var ki, Türk'ün baş tacı olarak telâkki ediliyor. Bu da, Türk milletine karşı en büyük bir hakaret ve ihanet olsa gerektir.
Mücadele devam ediyor
Beşer tarihinin son devresi olan âhirzamanın müddeti uzundur. Üstad Bediüzzaman, bu uzun müddetin bir faslında yaşadığını beyan ediyor. Âhirzamanın en bâriz göstergelerinin başında, iman ve küfür mücadelesi geliyor. Bu sahadaki mücadele, kıyâmete kadar da sürüp gidecek. Bu dehşetli zamanın bir diğer göstergesi ise, hürriyet ile istibdat, meşrûtiyet ile ihtilâl, kànun hâkimiyeti ile keyfilik, medeniyet ile sefahet arasındaki mücadelenin kıyasıya yaşanmasıdır. İşte, bütün bu hâl ve vaziyetler, bilhassa Hicrî 13. asrın sonları olan 1876'dan itibaren meydanda görünmeye başladı. Bu süre zarfında, birçok darbe oldu, uzun uzun dikta ve ihtilâl dönemleri yaşandı. Ayrıca, kısa aralıklarla da olsa, hürriyet ve demokrasi havası teneffüs edildi. Topyekûn mücadele, bütün şiddetiyle devam ediyor. Küfrün ve diktatörlüğün beli kırıldı; ancak, tehlike yine de bertaraf edilmiş değil. Dolayısıyla, gizli–açık taarruzlar devam ediyor. Taarruzun en tehlikeli olanı ise, bilhassa içeriden gelen, dost kisvesine bürünen, yani sûret–i haktan görünen saldırı veya sızma hareketleridir. Bu da, yaşadığımız devrin âhirzaman olduğunun kuvveli bir delilidir. |
AY IŞIĞINDA OKUYAN ADAM |
Siz çok duymuşsunuzdur lambaların, gaz lambalarının, mumların ışığında okuyan adamları. Ben hiç duymadım, görmedim ay ışığında okuyan adamı. Tâ geçen gün annemin anlattığı küçük ama çok değerli bir hatırayı dinleyene kadar. “Kimdi?” diye soracak olursanız, ay ışığında okuyan adam, sevdiğimiz, çok değerli bir insan, annemin aynı zamanda amcasının çocuğu olan İbrahim Özgür Amca’ydı. Bulunduğu ortamlara renk katardı. Kültürlü ve saygıdeğer bir insandı. Hep merak ederdim kendisini nasıl yetiştirmiş diye. Bunu da yakınlarda öğrendim. İzmir’den göç edip Adapazarı’na gelmiş. Burada hayatın yoksulluklarına ve zorluklarına göğüs germiş bir insan İbrahim Amca. Öyle ki, geceleyin bulunduğu evde gaz lambasını bile kullanmaktan mahrum. Hayırla yâd ettiğim ve sevdiğim bu insan, “Peki, nasıl olup da okumuş, bilgili, kültürlü bir insan olmuş?” diye sorduğumda, annemin cevabı çok şaşırtıcıydı: “Ay ışığında okuyan adamdı o” demişti. “Allaaaaah…” dedim. “Bu ne yahu?!” Bu ne güzel bir ifade... Kulaklarımın pası silindi adeta. Çoktandır böyle bir fedakârlığı duymamıştı kulaklarım. Âlemimde, zaten özel bir yeri olan bu insan, gözümde bir kere daha büyüdü o an. Okuma aşkına bakınız. O kadar zarif bir insandı ki, birinci elden en güzel kitapları toplardı. Onun hayatında kayıtlı, zabıtlı olmayan hiçbir şey yok. Sonra topladığı o kitaplar, o güzelim ve seçkin eserler, bir gün benim, yani Zafer’in kütüphanesine nakl-i mekân etti. Severek verildi eşi ve kızı tarafından. Necip Fazıl’ın, diğer bildiğimiz birçok ünlü yazarın birinci elden eserleri, değerli ansiklopediler, kıyamayacağım derecede seçkin kitaplar İbrahim Özgür Amca’nın imzasıyla, kütüphanemin en nadide eserleri arasında yer aldılar. Okurken sayfa kenarlarına düştüğü notlar da çok enteresan. Tâbiri caizse didik didik etmiş kitapları. Altı çizili kitapları da çok severim doğrusu. Çünkü gerçek okuyucuların okurken geçtiği yollar bir güven duygusu veriyor içime. Şimdi istifade ediyorum ve ruhuna rahmetler gönderiyorum. Ama ben lambaların ışığı altında okuyup yazıyorum ve çok defa buna da tembellik ediyorum. Ve ay ışığında okuyan adamı kıskanıyorum. Zorluklar, başarının süsleridir. Ruhuna rahmetler olsun İbrahim Amca. Allah ruhunu özgür kılsın, hür kılsın, mekânın Cennet olsun. Ay ışığında okuyan adam, sana selâm olsun… Gerçek mirası, kitaplarınla sen bıraktın. Okumanın ne kadar kutsal bir eylem olduğunu seninle anladım. Ruhuna binler Fatihalar olsun. Lütfen duâda unutmayınız.
SELİM GÜNDÜZALP
SANA BORÇLU KALACAĞIZ ALLAH’IM
Borçlu kalacağız sana Allah’ım Ölmek sadece doğmamızın bedeli Öteki nimetlerin karşılığını Peki, nasıl ödemeli?
Neler, ne nimetler sundular bize Bu yeryüzü, şu havalar, şu deniz Kuzuların, kuşların ve balıkların Haklarını nasıl ödeyeceğiz?
Bakkala, manava, üreticiye Verdiğimiz para ne karşıladı? Ödenir mi para ile, pul ile Verdiğin şu nefis meyvanın tadı?
Bütün yıldızlara borçlarımız var Göklerin bizlere çok şeyler verdi Esrarını usul usul öğrenmek Bir yana, seyretmek bile yeterdi
Borçlu kalacağız Sana Allah’ım Ölmek, sadece doğmamızın bedeli Öteki nimetlerin karşılığını Peki, nasıl ödemeli?
Gökhan Evliyaoğlu
ZAYIFLAR Zayıflarla ilgilenmede bana yardımcı olun. Çünkü siz içinizdeki zayıflar sebebiyle yardım görebilir ve rızıklanabilirsiniz. Hadis-i Şerif
ALDANMAYIN! Ey Allah’ın kulları! Siz bu dünyadan göçüp gidenlerden farklı değilsiniz. Dünya hayatı sizi aldatmasın. Hz. Ali
TESADÜF OLAMAZ Şimdi, bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Bediüzzaman, Sözler, 33. Söz, 613
KALBLE DİNLEMEK İşittiği bir konuda sadece kulağıyla dinleyen, ancak onu nakleden olur. Kalbine de veren; kendisi için de bir şeyler elde eden olur. İmam Şafii
BOŞ ZAMAN Boş zaman yoktur; boşa geçen zaman vardır. A. Gulterman
ATASÖZÜ Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz.
TAKDİRE RAZI OLMAK O'nun takdirine razı olmuyorsan, O'nun verdiği rızkı da yeme ve kendine O'ndan başka bir Rab bul. Abdülkadir Geylani Hazretleri
VEFAT EDENLERE DUÂ Hz. Peygamber (asm) vefat etmiş dostlarımız için, bizi duâya teşvik ediyor: “Ölümün mezardaki hâli, imdat diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birisini beklediği gibi, babasından, anasından, kardeşlerinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince, dünyanın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir, ferahlar. Allah-u Teâlâ, yaşayanların duâları sebebiyle, ölülere dağlar gibi rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfardır.”
KALPLERE HİTAP Kalplere hitap edecek şeyin kalpten gelmesi gerekir. Goethe
SELİM GÜNDÜZALP |
08.05.2010 |