Basından Seçmeler |
Ordu da hesap vermeli
TÜRKİYE derin bir değişimin eşiğindeyken, başta ordu olmak üzere, devlet kurumları sanki soğuk savaş dönemi refleksiyle hareket ediyor. Son yaşananlara bir bakın... Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Tunceli’nin Nazimiye ilçesine bağlı Sarıyayla Karakolu’na yönelik baskında ihmal olabileceğini söyleyen basına nasıl cevap verdi: “Mütareke basını ve hainlik”... Ne zaman Başbuğ’un böyle öfkeli cevaplarını görsem aklıma Ergenekon’un lav silahlarıyla ilgili söylediği “Bunlar boru” sözleriyle, “ıslak imza” konusundaki “kâğıt parçası” cevabı geliyor. Kimsenin kuşkusu olmasın, Türkiye toplumu “Ordusunun güçlü ve güvenilir” olmasından yana. Medya da öyle... Ama vergi veren halk, ordusunun ne yaptığını da sorma hakkına sahiptir. Tıpkı daha önce Orgeneral Başbuğ’un dediği gibi; “Silahlı Kuvvetler’in halkın vergisiyle oluşturulduğu unutulmamalıdır.” Bunun için öncelikle medyanın sorduğu soruların cevabı verilmeli. Bir ülkede daha fazla gencimiz ölmesin diye soru sormak neden suç olsun? Ya da neden orduyu yıpratmak olsun? Demokrasi bu tür soruların sorulduğu bir rejimdir. Orduyu yönetenlerin artık buna alışması gerekiyor. Bu sorulara cevap vermek değil, tersi orduyu yıpratır. Aynı yaklaşımı Erzurum’daki Ergenekon davasında da görüyoruz. O davanın bir numaralı sanığı 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk yine duruşmaya gitmedi. Tıpkı Susurluk döneminde ifade vermeye gitmeyen Teoman Koman ve Veli Küçük gibi... Türkiye toplumunun gözünün içine baka baka aylardır “gizli toplantı” gerekçeyle hukuk ayaklar altına alınıyor. Bu mudur ordunun “demokrasiye ve hukuka” saygılı olması? Bu yetmezmiş gibi bir de yargılamanın yapıldığı gün adliyenin üzerinde savaş uçakları uçuruluyor. Daha önce de Erzincan sokaklarda tanklar yürütülmüştü. “Rutin sevkıyat, rutin eğitim uçuşu...” açıklamaları da artık kimseyi ikna etmiyor. Ayrıca bu noktada hükümetin, özellikle de Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün sessizliği de dikkat çekiyor. Acaba mevcut hukukta generallerin mahkemenin davetine uymama gibi bir hakkı mı var? Şu bir gerçek ki artık Türkiye eski Türkiye değil. Askerler artık bu gerçeği anlamalı. Ama hâlâ eski alışkanlıkların sürdüğü bir gerçek. Alın Danıştay saldırısıyla ilgili gelişmeleri... TÜBİTAK, Danıştay saldırısındaki görüntülerin silindiğini bir raporla mahkemeye bildirdi. Tartışmalar sürerken bu kez OYAK güvenlik şirketiyle ilişkili olarak Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daire Başkanı’nın TÜBİTAK’a gizli gidip, 5.5 saat görüştüğü ortaya çıktı. Doğrusu zamanlama çok ilginç... Jandarma Komutanlığı iddiayı yalanlasa da kamuoyunda yaratılan şüphe ortadan kalkmadı. Toplum ordusunu seviyor ama o ordunun siyasete müdahale etmesini istemiyor. Şu son yaşananlar da hukuka, basın özgürlüğüne müdahaleden başka bir şey değil. Bu alışkanlıklara son vermenin zamanı geldi ve geçiyor
Mahmut Övür, Sabah, 7 Mayıs 2010 |
08.05.2010 |
Ezberler bozuluyor...
SON anayasa tartışmaları, toplumun oldukça geniş bir kesiminde ezberlerin bozulduğunu gösteriyor. Bu durumun en temel nedenlerinden biri, birçok Batı ülkesinde sol siyasi partilerin yaptıklarını bugün bizde siyasi İslam kökenli, kendisini muhafazakâr demokrat olarak niteleyen bir partinin yapması. Batı’da “kutsal devlet”i “halkına hizmet eden devlet” e sol siyasi iktidarlar dönüştürdü. Batı’da “bireyin üstünlüğü” nü sol siyasi partiler kabul ettirdi; bizde ise kendisini sol olarak tanımlayanlar hâlâ “kutsal devleti” ve “bireye karşı devletin korunmasını” savunuyor. Devletin kutsal falan olmadığını, bir iktidar kullanma aracı olduğunu, geçen yüzyılda sol düşünceler, sol siyasetler ortaya koydu ve devlet kavramının değişmesini sağladı. Şu anda Batı’da “kutsal devlet” i savunanlar, radikal sağ, faşizan sağdır.
“Fazla demokrasi” 1960’ta, (...) “ülkeyi kargaşaya düşüren siyasilere karşı devleti savunmak” diye bir işlev geliştirilmeye başlandı. Bunun için asker kökenli cumhurbaşkanları seçildi, muhtıralar verildi, “tarafsız” hükümetler kuruldu, darbeler yapıldı, yüze yakın kişi idam edildi, binlerce kişi işkenceden geçirildi. Bu anlayışın zirvesi de 1982 Anayasası’dır. Bu anayasa “devlet” i vatandaşlara karşı korumak amacıyla hazırlandı. Her şey “vatandaş” ın, bilhassa “üniformasız” ve “devlet aygıtı içinde olmayan” vatandaşın “potansiyel suçlu olduğu” anlayışıyla hazırlandı. Bu “vatandaş” ülkeyi yönetmeyi de beceremezdi, ülkeyi bölmeye de kalkabilirdi. Biraz siyasi düşünce tarihiyle ilgilenmiş olanlar bu anlayışın faşizmin temel ruhunu oluşturan unsurlardan biri olduğunu bilirler. Devleti koruma ve kollama görevinin önünde sonunda her zaman kendisine düşeceğini inananlar bu ülkede demokrasinin “bize fazla” olduğuna da inandılar. “Fazla demokrasi” bir kısım vatandaşın “saçmalamasına” yol açıyordu. Bu vatandaşların bazıları kendi dillerini konuşmak istiyor, bazıları her türlü düşüncenin serbest olmasını istiyor, bazıları devlet görevlilerinin asıl görevinin “vatandaşa hizmet” olduğunu öğrenmesini istiyordu.
Müesses nizamın bekçileri! Yarım yüzyıl sonra Türkiyemiz bu “çatışma” yı yaşamaya devam ediyor. “Müesses nizam” ın bekçileri, 1982 düzeninin, biraz taviz vermiş olmalarına rağmen bu şekilde kalmasını istiyor. “Müesses nizamı” değiştirmeye kalkan ise ne yazık, evet ne yazık kendisine muhafazakâr demokrat diyen bir siyasi parti oldu. Üstelik demokratik gelenekten gelmeyen bu parti, birçok meseleyi eline yüzüne bulaştırdığı, demokrasiyi gerektiği gibi hayatın her alanında savunamadığı için işleri zorlaştırmaya da devam ediyor. Ama “müesses nizam” ın, “kutsal devlet” in, bekçileri “az demokrasi” nin taraftarları bu ülkede sol’u öyle biçtiler ki çağa uymak için yapılması gerekenleri yapmak da bu “muhafazakâr demokrat” partiye kaldı. Türkiyemiz gerçekten kendine özgü bir ülkedir, ama bugünkü kargaşanın da içinden çıkmayı başaracaktır. Çünkü ezberler bozulmaya başlamıştır...
Okay Gönensin, Vatan, 7 Mayıs 2010 |
08.05.2010 |
Karakol soruları...
KAÇ zamandır “karakollar” diye bir sorunumuz var açıkçası. Karakollar vuruluyor ve şehitler geliyor. Anadolu’nun ciğeri yanıyor. İnsanlar ister istemez, Dağlıca, Aktütün, Sarıyayla diye peş peşe karakol isimlerini sıralıyorlar. Ardından üç şehit, beş şehit, on şehit diye sayılar geliyor. Ve ardından “neden” sorusu... 40, 50, bazen 100 kişilik terörist grubu gerçekleştiriyor baskını. Ellerinde ağır silahlar bulunuyor. Karakolların yatakhanesine kadar geliyorlar. Neden karakollara bunca sokulana kadar haber alınamıyor? Neden bunca istihbarat zaafı? Bunun adı baskın. Terörist grup, karakol basıyor. Buna cesaret ediyor. Hatta “basacağız” diye haber verdikten sonra basıyor. Herkesin içini “zaaf var” tespiti yakıyor. Teröriste bütün öfkemizi yöneltelim. Tamam. Terörist bunu hak ediyor. Kalleşliğin her türü var onda. Ama ya bizde ne var? Terörist dediğin sonuçta, bütün bilgilere göre sayıları 5-10 bini geçmeyen bir topluluk. Karşısında kim var? Tüm güvenlik güçlerimiz. Ordu, jandarma, polis... Soru net: Nasıl oluyor da bu baskınlar gerçekleşiyor ve nasıl oluyor da bunca şehit veriliyor? Bu soru sorulduğunda, Genelkurmay Başkanımız kızıyor, öfkeleniyor. Hatta medyaya “Mütareke basınından daha hain” gibi ağır suçlamalar yapıyor. “Lanetliyorum” diyor. Ben, bu şehit haberlerinin onun içini yakmadığını söyleyemem. Ben karakol baskınlarının onu üzmediğini düşünemem. Hatta bunu aklıma bile getirmem. Bir Genelkurmay Başkanı olacak da, kendisine emanet edilen genç bir çocuğun şahadeti karşısında yüreği yanmayacak. Bunu asla yakıştıramam. Ama ortada süregelen karakol baskınları varsa, sıra sıra şehitler dizilmeye devam ediyorsa, “Bunda ihmal var mı” sorusunu sormamayı da akla ziyan bulurum. Mesela şunu soralım: -Kaç karakolumuz daha, böyle baskınlar karşısında yeterli mukavemet imkanlarından mahrum bulunuyor? -Kaç karakolumuza baskın yapıldığında dışarıdan ikmal yapma imkanlarından mahrum durumdayız? -Kaç karakolumuzun yerleşim durumu, savunma açısından risk oluşturmaktadır? Bu sorular anlamsız mı? Bu soruları, karakol basmayı planlayan terörist grupların da sorduğunu düşünmemek elde değil. Hangi karakolun üzerine hangi mevsimde sis çöküyor, hangisine nerelerden yaklaşılır, hangisinin mevcudu ne kadardır, hangisinin elinde ne tür silahlar vardır? Bir terörist grubun bunları tek tek değerlendireceği muhakkak. Peki bizim karakolumuz neden baskın yiyor? Biz neyi öngörmüyoruz? Bizde terörist grupların hareketlerine dair istihbarat kanalları işlemiyor mu? Bu sorular, her bir karakolumuz için sorulmalı değil mi? Bazen, neredeyse nokta istihbarat temin edildikten sonra baskın yeniyor. Bazen basılan karakol, Tunceli’nin kırsalında oluyor. Yani öyle, sınırda falan değil ki, “Sınırdan geldiler, kaçtılar” densin. Yani memleketin göbeğinde barınıyorlar. Evet, nasıl haberdar olunmaz? Nasıl baskın yenir? Bu soruların içinde, kuşku var, güvensizlik var, hatta itham var. Görüldüğü kadarıyla insanlarımız artık sadece yüreğine taş basmıyor. Genelkurmay Başkanı, medyayı hangi ağırlıkta suçlarsa suçlasın, insanların zihninde çengel gibi sorular dolaşıyor. Belki Başbuğ’un böylesine ağır suçlamalara yönelmesinde, insanların kuşkularını fark etmenin de büyük etkisi vardır. Ama suçlama kuşkuyu gidermez. Aksine derinleştirir. Makul açıklamalar yapmak lazım. Ve herkesi, karakolların savunması için yeterli tedbirin alındığına inandırmak lazım. Ben, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin halk nezdindeki saygınlığının korunmasını önemsiyorum. Bana göre buna medya da, siyasi kadrolar da itina etmelidir. Ama en çok da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurmay kadrosu buna itina etmelidir. Savunma bütçesinin herhangi bir sıkıntısı olduğu söylenemez. Toplumumuz, ülke savunması için, evlatlarının canı dahil, hiçbir şeyi esirgememektedir. Ama artık insanlarımız, canımız dahil ortaya koyduğumuz her şeyin, tam bir sorumluluk duygusu içinde değerlendirildiğini bilmek istiyor. Evet, toplumun bakışında yeni durum budur. Bunu herkesin bilmesinde sonsuz yarar bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Gül’ün Sarıyayla Karakol Baskını konusunda Genelkurmay’dan brifing alması, tüm bu konularda bir umut ışığıdır.
Ahmet Taşgetiren, Bugün, 7 Mayıs 2010 |
08.05.2010 |
Vatan sevgisi kimsenin tekelinde değil
“PEK konuşmayacağım. Beni öyle pek sık göremeyeceksiniz” diye yola çıkan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, belki de şartlar gereği en çok konuşan Genelkurmay Başkanı unvanını kazandı. İlker Bey’in canı çektiği için konuştuğunu zannetmiyorum. Ordunun kendini “sahipsiz” hissetmemesi için konuşuyor büyük ihtimalle. Ama yine de bu kadar konuşmasına gerek yok. Hele hele arkasında duramayacağı sözler söylemesine hiç gerek yok. Tabii bunlar kendi bileceği şeyler. Mutlaka ki bir stratejisi vardır. Ya da inşallah vardır. Fakat, geçen gün yaptığı konuşmayı kendim ve gazetem adına kabul etmem mümkün değil. Başbuğ, hiçbir ayrım yapmaksızın, hiçbir isim zikretmeksizin, tüm gazeteleri hedef aldığı izlenimi veren bir açıklama yaptı ve “Bunlar mütareke basınından beter” dedi. Yani hepimizi “vatan hainliği” ile suçladı neredeyse. Böyle suçlamalarda bulunmak kolay değildir. Toptancı suçlamalar bir anlam ifade etmez. Yüreği olan, bizim yıllardır bu köşede yaptığımız gibi “adıyla sanıyla” itham eder. Sonuçlarına katlanmak pahasına. Ordudan bir general sahtekâr çıksa, “Türk generalleri sahtekârdır” diyemeyeceğimiz gibi, bazı gazetelerin hain olduğunu düşünüyorsak onun da adını vermek gerekir. Böyle toptancı bir suçlama yapılamaz. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bilmelidir ki, gazetemdeki her bir fert ve ben, bu ülkeyi en az İlker Başbuğ ve silah arkadaşları kadar seviyoruz. İçimizde tek bir hain yok. Bize de kimse mütareke basını falan diyemez. Yıllar önce ismi lazım değil, çoktan emekli bir paşa ile böyle bir tartışma içindeyken söylediklerimi buraya yazmak isterim. O paşa ile Ankara’da yaptığımız bir sohbette, “Siz bu vatanı bizim kadar sevemezsiniz” diye talihsiz bir cümle kullanmıştı. Ben de ona, “Kimsenin elinde vatansevermetre yok ama ben bu vatanı en az sizin sevdiğiniz kadar severim. Üstelik de ben bunu amatör olarak yapıyorum. Vatanı sevmek için para almıyorum” demiştim. İşin özü de budur. Ben bu vatanı ve bu milleti “amatör” bir aşkla seviyorum. “Vatan sevme maaşı” bitince ne bir Audi için, ne de bir holdingde yönetim kurulu üyeliği için sevgimin bir bölümünü çöpe atmıyorum.
Fatih Altaylı, Habertürk, 7 Mayıs 2010 |
08.05.2010 |