Nejat EREN |
|
Değişen dünya ve gelişen gençlik |
Evet, zaman ‘hatt-ı müstakim’ üzerine hareket etmiyor. Yani düz ve değişmez, yeknasak bir çizgide değil, devamlı değişerek ve gelişerek mesafe alıyor. Onun için bazan bahar içinde kışı, bazan da kış içinde baharı yaşayabiliyoruz. Coğrafî yapısı ve konumu itibariyle; ülkemiz Asya’da, sıcak bir coğrafyada yer alıyor. Bundan dolayıdır ki, sıcakkanlı, dinamik, hareketli insanları barındırıyor bu ülke. Yepyeni, düşünen, sorgulayan, üretmeye çalışan, heyecanlı bir kuşak ve nesle sahibiz Elhamdülillâh. Şimdiki gençler; her konuda olmasa da bazı konularda bizim kuşaktan daha şanslı ve bahtiyar. Tâbir yerinde ise “kül yutmuyorlar!” Onlar için en büyük tehlike “câzibedar hevesât, nefis ve şeytanın hile ve desiseleri” muhakkak ki! Ama işin sevindirici yönleri ve kısımları da var. Onun için herkese, ama özellikle gençlerimize göstereceğimiz ilgi, alâka, sevgi ve yakınlık çok müsbet şeyleri de beraberinde getirecektir. Yoksa anne babaların, evlât ve aile efradına göstermediği ilgi ve sevginin yerini derin bir mânevî boşluk ve bunalım alır. Eğitimci ve öğretmenin uzak kaldığı ilgisizliğin yerini çok menfî bir dışlanma ve hayattan kopma kaplar. İdarecinin personel ve mesai arkadaşına karşı uzaklığı ve irtibatsızlığı da haset, rekabet, kıskançlık ve küsmeyi hâkim kılar. Mü’minler ve dâvâ adamları arasındaki irtibat noksanlığı ise—Allah korusun!—mânevî kaynakları kurutan bir illete döner. Bununla ilgili çok kısa bazı örnekleri paylaşmak istiyorum. Son bir hafta içerisinde ikisi çocuk, birisi delikanlı olmak üzere üç gençle tevâfuken muhatap oldum. Onların canlı, dinamik ve sorgulayan halleri beni ilerisi için daha da ümitlendirdi. Anlatayım. İlk olarak Antalya büromuzda karşılaştığımız bahtiyar bir gençten, Emre’den bahsetmek istiyorum. Şehrin merkezindeki yeni ve geniş büromuzun fedakâr, sadakatli, emektar ve hizmetkâr fahrî temsilcisi, ağabeyimiz İsmail Özpolat’ı mutat ziyaretimde kendisini bir gençle sohbet ediyor buldum. Beni görür görmez İsmail Ağabey: “Hah işte, Nejat Hoca geldi!“ dedi. Bana da dönerek: “Bak Nejat Hoca, bu Emre kardeşimiz!” dedi. Ben de baktım, Emre’yi daha önce gördüğümü hatırlayamadım. “Emre kardeşim, daha önce karşılaştık mı?” dedim. O da “Hayır” dedi. “Ama ben sizi yakînen tanıyorum, takip ediyorum, biliyorum” dedi. Şaşırdım, “Bu nasıl olur?” diye düşünürken, Emre tok ve emin bir sesle “Yeni Asya’dan” dedi. Beni bir merak sardı. Kimliğini ve Yeni Asya’yla irtibatını öğrenmek istedim. Bazı sorular sordum. Hemen kalkmak üzere olmasına rağmen oturup biraz “hasbihal” ettik. Emre’den çok etkilendim. Gençler, geleceğimiz, dâvâmız ve misyonumuz adına büyük iftihar duydum. İbretli bir hadise ve buluşma oldu. Konuyu uzatmadan bu olayın ders alınacak kısmını, siz dostlarla paylaşmak istedim. Emre’ye mesleğini, konumunu, ailesini ve Yeni Asya’yla irtibat ve tanışmasını sordum. O da anlatmaya başladı. Ailesinin namaz kıldığı halde, ‘dindar kimselerle’ irtibat kurmasından rahatsız olduklarını söyledi. Bu konuda oldukça tedirgin ve rahatsız bir hâli vardı. Yeni Asya’yla tanışmasının serüvenini sordum. Çok enteresan ve ibretli: “Ben babamın vazifesi dolayısıyla doğu vilayetlerinin birinde dindar bir camianın okullarında okudum. Antalya’ya gelince o grubun dershanelerinde üniversiteye hazırlandım. Gazetelerinden belli bir süre istifade ettim. Risâle-i Nurları tanıdım, okumaya başladım. Fakat belli bir müddet sonra okuduğum gazetenin bu konularda yetersiz kaldığının farkına vardım. Yine o gazetede bir vesile ile ‘Yeni Asya’ ismini gördüm. Yeni Asya’yı internetten araştırdım. Aradığım dâvâ gazetesinin Yeni Asya olduğunun farkına vardım! Şimdi bayiden gazetemi alıyorum. Alamadığım zaman internetten takip ediyorum. Sizi de oradaki yazılarınızdan tanıyorum. Benim Yeni Asya ve fikirleri hakkında en çok dikkatimi çeken konu ise; böyle dinî bir camianın mutat dinî konuların dışında, hiç hayal edemediğim ‘demokrasi, hürriyet, insan hakları’ gibi konulara ilgi duyması ve bu konularda ısrarla durması oldu. Bu bana çok çarpıcı geldi. Onun için artık Yeni Asya’yı takip ediyorum.” Bu arada İsmail Ağabey lâfa karışıyor ve Emre kardeşimizin eski büromuza sık sık uğradığını, bir ara ziyaretlerinin kesildiğini ve sonunda adresi değişen yeni büroyu da ısrarla arayarak nihayet yeni bulduğunu izah etti. Ailesinin gereksiz endişelerinden dolayı epey baskı altında olan bu kardeşimizle yarım saatten fazla sohbet edip, Risâle-i Nur okuyan gençlerimizle tanışmasını, onlarla sohbet etmesini, bizimle de irtibatı devam ettirmesini söyledik. Kesinlikle anne ve babasına saygısızlık ve hürmetsizlik etmemesi lâzım geldiğini, sabırlı olup onların kalplerini kırmamasını tavsiye ettik. Tekrar buluşmak üzere ayrılırken dışarıdan bir gözün “Yeni Asya misyonuna nasıl baktığını” ve bizlerin de bundan alacağımız çok önemli ibret dersleri olduğunu idrak etmeye çalıştım! İkinci muhatabımız, bir işyerinde tevafuken tanıştığımız yedinci sınıfa giden Enes isminde bir çocuktu. Özel sorularım karşısında beni şaşkına çeviren cevapları, cesareti, kendine güveni ve gerçek hayatı sorgulaması, “yaşından büyük işlere” kalkışması ilginçti. Bir tır şoförünün oğlu. Annesi yanındaydı. Kadın Romanyalıymış. Güzel Türkçe konuşuyor. “Nereden öğrendiniz Türkçeyi?” diyorum. Enes hemen atılıyor, “Ben öğrettim ona Türkçe’yi!” diyor. Enes, “beyin cerrahı” olmayı kafasına koymuş. Sebebini sorunca; arkadaşının babasının beyin cerrahı olduğunu, bu doktorun aşırı derecede kitap okumaya müptelâ olduğunu anlatıyor. “Doktor amcanın hoş sohbet oluşu ve insanlara ilgisi”, Enes’i çok etkilemiş. Evet, bilgiden önce “ilgi!” Bu sırlı bir olay! “Benim mesleğimi tahmin et” diyorum. Birkaç alternatif söylüyor, fakat tutturamıyor. Ben “emekli öğretmenim!” deyince, biraz düşünüyor. Bu arada ona okulunu ve öğretmenlerinin durumlarını soruyorum. Tabir caizse “ip orada kopuyor!” Yüz hatları geriliyor. Telâşlı, hoşnut olmayan gür bir sesle: “Kusura bakmayın siz de öğretmensiniz, ama bizim öğretmenler, biz soru sorunca veya branşları olan derslerini anlatmaya gelince adeta susuyorlar. Ama kendi hayat hikâyelerini anlatmaya gelince bülbül kesiliyorlar. Biz onların bu hikâyelerini dinlemek zorunda mıyız?” diyor. Dersine giren ondan fazla öğretmenden sadece birinden memnun Emre. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeninden. Sebebini soruyorum. “Bize ilgi gösteriyor. Kızmıyor. Bizi dinliyor!” diyor. Üçüncü muhatabım; Antalya’da ilk olarak bindiğim “yaylı sistemde” yanımda oturan İbrahim isminde sekizinci sınıfa giden bir genç delikanlı. Ona da beş dakikalık yolculukta idealindeki mesleği, okulu ve öğretmenleri soruyorum. Düşünüyor. “Mimar olmayı düşünüyorum” diyor. Baba mesleği. Öğretmenlerini ve okulunun durumunu soruyorum. “İyileri de var, kötüleri de!” “Nedir ‘iyi’ ve ‘kötü’ ölçün?” diyorum. “Bize karşı olan ‘ilgi ve âlâka’” diyor. Bir kısa sessizlikten sonra: “İbrahimciğim, bize en büyük alâkayı kim gösteriyor?” diyorum. “Anne ve baba!” diyor. Buna karşılık ben “Allah her şeyden fazla bize ilgi gösteriyor İbrahimciğim! Onu tanımalıyız ve teşekkür etmeliyiz!” diyorum. Gözleri parıldıyor. Başıyla tasdik ederken yüz hatları daha sevecen, masum ve sakin bir hâl alarak ilk durakta vagondan ayrılıyor. Rutini aşamayan, kendisini yenilemeyen öğretmen, klasizimden kurtulamayan din adamı, kendi alışkanlık ve tiryakiliklerini aşamayan ebeveynler, egolarını tatmin sevdasından vazgeçmeyen idareciler, hasis menfaati ve koltuğundan başka gözü bir şey görmeyen siyasetçiler, statükoyu devam ettirme gayretindeki bürokrat ve adalet mensupları, “Bu vatan benden sorulur!” diyen askerî vesayet anlayışı artık bu ülkede de “iktidarını” yitiriyor. Ümitli bir bekleyiş ve kârlı bir ticaret mevsimi geliyor. Ne mutlu! İşte gençlik ve işte Türkiye gerçeği! Evet, toplum bir arayış içerisinde. Masum ve temiz kalpler sevgi ve ilgiye muhtaç. Bunları tatmin etmek ve doyurma gayretinde olmak ehl-i hamiyetin şiârı ve yaratılış vazifesi. Muhatap olacağımız her canlıya ve özellikle insana sevgi ve alâkamızın ömür boyu devam etmesi dilek ve temennilerimle... 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |