Nejat EREN |
|
Değişen dünya ve gelişen gençlik |
Evet, zaman ‘hatt-ı müstakim’ üzerine hareket etmiyor. Yani düz ve değişmez, yeknasak bir çizgide değil, devamlı değişerek ve gelişerek mesafe alıyor. Onun için bazan bahar içinde kışı, bazan da kış içinde baharı yaşayabiliyoruz. Coğrafî yapısı ve konumu itibariyle; ülkemiz Asya’da, sıcak bir coğrafyada yer alıyor. Bundan dolayıdır ki, sıcakkanlı, dinamik, hareketli insanları barındırıyor bu ülke. Yepyeni, düşünen, sorgulayan, üretmeye çalışan, heyecanlı bir kuşak ve nesle sahibiz Elhamdülillâh. Şimdiki gençler; her konuda olmasa da bazı konularda bizim kuşaktan daha şanslı ve bahtiyar. Tâbir yerinde ise “kül yutmuyorlar!” Onlar için en büyük tehlike “câzibedar hevesât, nefis ve şeytanın hile ve desiseleri” muhakkak ki! Ama işin sevindirici yönleri ve kısımları da var. Onun için herkese, ama özellikle gençlerimize göstereceğimiz ilgi, alâka, sevgi ve yakınlık çok müsbet şeyleri de beraberinde getirecektir. Yoksa anne babaların, evlât ve aile efradına göstermediği ilgi ve sevginin yerini derin bir mânevî boşluk ve bunalım alır. Eğitimci ve öğretmenin uzak kaldığı ilgisizliğin yerini çok menfî bir dışlanma ve hayattan kopma kaplar. İdarecinin personel ve mesai arkadaşına karşı uzaklığı ve irtibatsızlığı da haset, rekabet, kıskançlık ve küsmeyi hâkim kılar. Mü’minler ve dâvâ adamları arasındaki irtibat noksanlığı ise—Allah korusun!—mânevî kaynakları kurutan bir illete döner. Bununla ilgili çok kısa bazı örnekleri paylaşmak istiyorum. Son bir hafta içerisinde ikisi çocuk, birisi delikanlı olmak üzere üç gençle tevâfuken muhatap oldum. Onların canlı, dinamik ve sorgulayan halleri beni ilerisi için daha da ümitlendirdi. Anlatayım. İlk olarak Antalya büromuzda karşılaştığımız bahtiyar bir gençten, Emre’den bahsetmek istiyorum. Şehrin merkezindeki yeni ve geniş büromuzun fedakâr, sadakatli, emektar ve hizmetkâr fahrî temsilcisi, ağabeyimiz İsmail Özpolat’ı mutat ziyaretimde kendisini bir gençle sohbet ediyor buldum. Beni görür görmez İsmail Ağabey: “Hah işte, Nejat Hoca geldi!“ dedi. Bana da dönerek: “Bak Nejat Hoca, bu Emre kardeşimiz!” dedi. Ben de baktım, Emre’yi daha önce gördüğümü hatırlayamadım. “Emre kardeşim, daha önce karşılaştık mı?” dedim. O da “Hayır” dedi. “Ama ben sizi yakînen tanıyorum, takip ediyorum, biliyorum” dedi. Şaşırdım, “Bu nasıl olur?” diye düşünürken, Emre tok ve emin bir sesle “Yeni Asya’dan” dedi. Beni bir merak sardı. Kimliğini ve Yeni Asya’yla irtibatını öğrenmek istedim. Bazı sorular sordum. Hemen kalkmak üzere olmasına rağmen oturup biraz “hasbihal” ettik. Emre’den çok etkilendim. Gençler, geleceğimiz, dâvâmız ve misyonumuz adına büyük iftihar duydum. İbretli bir hadise ve buluşma oldu. Konuyu uzatmadan bu olayın ders alınacak kısmını, siz dostlarla paylaşmak istedim. Emre’ye mesleğini, konumunu, ailesini ve Yeni Asya’yla irtibat ve tanışmasını sordum. O da anlatmaya başladı. Ailesinin namaz kıldığı halde, ‘dindar kimselerle’ irtibat kurmasından rahatsız olduklarını söyledi. Bu konuda oldukça tedirgin ve rahatsız bir hâli vardı. Yeni Asya’yla tanışmasının serüvenini sordum. Çok enteresan ve ibretli: “Ben babamın vazifesi dolayısıyla doğu vilayetlerinin birinde dindar bir camianın okullarında okudum. Antalya’ya gelince o grubun dershanelerinde üniversiteye hazırlandım. Gazetelerinden belli bir süre istifade ettim. Risâle-i Nurları tanıdım, okumaya başladım. Fakat belli bir müddet sonra okuduğum gazetenin bu konularda yetersiz kaldığının farkına vardım. Yine o gazetede bir vesile ile ‘Yeni Asya’ ismini gördüm. Yeni Asya’yı internetten araştırdım. Aradığım dâvâ gazetesinin Yeni Asya olduğunun farkına vardım! Şimdi bayiden gazetemi alıyorum. Alamadığım zaman internetten takip ediyorum. Sizi de oradaki yazılarınızdan tanıyorum. Benim Yeni Asya ve fikirleri hakkında en çok dikkatimi çeken konu ise; böyle dinî bir camianın mutat dinî konuların dışında, hiç hayal edemediğim ‘demokrasi, hürriyet, insan hakları’ gibi konulara ilgi duyması ve bu konularda ısrarla durması oldu. Bu bana çok çarpıcı geldi. Onun için artık Yeni Asya’yı takip ediyorum.” Bu arada İsmail Ağabey lâfa karışıyor ve Emre kardeşimizin eski büromuza sık sık uğradığını, bir ara ziyaretlerinin kesildiğini ve sonunda adresi değişen yeni büroyu da ısrarla arayarak nihayet yeni bulduğunu izah etti. Ailesinin gereksiz endişelerinden dolayı epey baskı altında olan bu kardeşimizle yarım saatten fazla sohbet edip, Risâle-i Nur okuyan gençlerimizle tanışmasını, onlarla sohbet etmesini, bizimle de irtibatı devam ettirmesini söyledik. Kesinlikle anne ve babasına saygısızlık ve hürmetsizlik etmemesi lâzım geldiğini, sabırlı olup onların kalplerini kırmamasını tavsiye ettik. Tekrar buluşmak üzere ayrılırken dışarıdan bir gözün “Yeni Asya misyonuna nasıl baktığını” ve bizlerin de bundan alacağımız çok önemli ibret dersleri olduğunu idrak etmeye çalıştım! İkinci muhatabımız, bir işyerinde tevafuken tanıştığımız yedinci sınıfa giden Enes isminde bir çocuktu. Özel sorularım karşısında beni şaşkına çeviren cevapları, cesareti, kendine güveni ve gerçek hayatı sorgulaması, “yaşından büyük işlere” kalkışması ilginçti. Bir tır şoförünün oğlu. Annesi yanındaydı. Kadın Romanyalıymış. Güzel Türkçe konuşuyor. “Nereden öğrendiniz Türkçeyi?” diyorum. Enes hemen atılıyor, “Ben öğrettim ona Türkçe’yi!” diyor. Enes, “beyin cerrahı” olmayı kafasına koymuş. Sebebini sorunca; arkadaşının babasının beyin cerrahı olduğunu, bu doktorun aşırı derecede kitap okumaya müptelâ olduğunu anlatıyor. “Doktor amcanın hoş sohbet oluşu ve insanlara ilgisi”, Enes’i çok etkilemiş. Evet, bilgiden önce “ilgi!” Bu sırlı bir olay! “Benim mesleğimi tahmin et” diyorum. Birkaç alternatif söylüyor, fakat tutturamıyor. Ben “emekli öğretmenim!” deyince, biraz düşünüyor. Bu arada ona okulunu ve öğretmenlerinin durumlarını soruyorum. Tabir caizse “ip orada kopuyor!” Yüz hatları geriliyor. Telâşlı, hoşnut olmayan gür bir sesle: “Kusura bakmayın siz de öğretmensiniz, ama bizim öğretmenler, biz soru sorunca veya branşları olan derslerini anlatmaya gelince adeta susuyorlar. Ama kendi hayat hikâyelerini anlatmaya gelince bülbül kesiliyorlar. Biz onların bu hikâyelerini dinlemek zorunda mıyız?” diyor. Dersine giren ondan fazla öğretmenden sadece birinden memnun Emre. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeninden. Sebebini soruyorum. “Bize ilgi gösteriyor. Kızmıyor. Bizi dinliyor!” diyor. Üçüncü muhatabım; Antalya’da ilk olarak bindiğim “yaylı sistemde” yanımda oturan İbrahim isminde sekizinci sınıfa giden bir genç delikanlı. Ona da beş dakikalık yolculukta idealindeki mesleği, okulu ve öğretmenleri soruyorum. Düşünüyor. “Mimar olmayı düşünüyorum” diyor. Baba mesleği. Öğretmenlerini ve okulunun durumunu soruyorum. “İyileri de var, kötüleri de!” “Nedir ‘iyi’ ve ‘kötü’ ölçün?” diyorum. “Bize karşı olan ‘ilgi ve âlâka’” diyor. Bir kısa sessizlikten sonra: “İbrahimciğim, bize en büyük alâkayı kim gösteriyor?” diyorum. “Anne ve baba!” diyor. Buna karşılık ben “Allah her şeyden fazla bize ilgi gösteriyor İbrahimciğim! Onu tanımalıyız ve teşekkür etmeliyiz!” diyorum. Gözleri parıldıyor. Başıyla tasdik ederken yüz hatları daha sevecen, masum ve sakin bir hâl alarak ilk durakta vagondan ayrılıyor. Rutini aşamayan, kendisini yenilemeyen öğretmen, klasizimden kurtulamayan din adamı, kendi alışkanlık ve tiryakiliklerini aşamayan ebeveynler, egolarını tatmin sevdasından vazgeçmeyen idareciler, hasis menfaati ve koltuğundan başka gözü bir şey görmeyen siyasetçiler, statükoyu devam ettirme gayretindeki bürokrat ve adalet mensupları, “Bu vatan benden sorulur!” diyen askerî vesayet anlayışı artık bu ülkede de “iktidarını” yitiriyor. Ümitli bir bekleyiş ve kârlı bir ticaret mevsimi geliyor. Ne mutlu! İşte gençlik ve işte Türkiye gerçeği! Evet, toplum bir arayış içerisinde. Masum ve temiz kalpler sevgi ve ilgiye muhtaç. Bunları tatmin etmek ve doyurma gayretinde olmak ehl-i hamiyetin şiârı ve yaratılış vazifesi. Muhatap olacağımız her canlıya ve özellikle insana sevgi ve alâkamızın ömür boyu devam etmesi dilek ve temennilerimle... 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hz. Muhammed’in (asm) tıp sahasındaki mu’cizeleri (2) |
Dünkü yazımızda Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) tıpla ilgili mu'cizelerinden bir örnek vermiştik. Bugün de devam edelim. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Mantar, ekip dikmeden, Allah’ın kudretiyle kendiliğinden meydana gelen bir bitkidir. Suyu ise göz hastalığına karşı bir şifadır.”1 Mantarın bazı türlerinden penisilin ve benzeri antibiyotiklerin yapıldığı, penisilinin de bazı göz hastalıkları için kullanıldığı biliniyor. Ancak bu, 20’nci asrın ikinci yarısından sonra anlaşılabilmiştir. Bu hadisin açıklamasında, Tabip Dr. Mahmud Nazım Nesimi şöyle diyor: “İslam’dan önce Araplar, mantar suyunun göz hastalığı için faydalı olduğunu bilmiyordu. Böyle bir tedavi şekli Yunan tıbbında da mevcut değildi. Hülâsa, hiçbir kimsenin, mantar suyunun göz hastalığı için bir şifa ve deva olduğunu bildiği yoktu. İşte bu sebepten dolayı, mantar hadisi İlâhî vahye dayalı hadis-i şerifler cümlesindendir. Çünkü ümmi olan bir peygamberin, kendiliğinden böyle bir şey bilmesi mümkün değildir.”2 Yemekten önce ve sonra bir miktar tuz almanın sünnet olduğunu hepimiz biliyoruz. Böylelikle tükürük guddeleri daha fazla salgı yapar, sindirim ve ağızdaki karbonhidrat parçalanması daha kolay olur. Pankreas ve bağırsaklar üzerinde müsbet etkiler meydana gelir. Yemekten sonra alınan tuzla ise, ağıza bol miktarda gelen pityalin ile, dişlere yapışmış olan karbonhidratlar çözülüp eritilir ve diş çürümeleri önlenir. Ayrıca ağızda antiseptik özellik gösterir.3 Peygamberimizin (asm) bir başka tıbbî mu'cizesi: “Sizden birinin yiyecek ve içeçeğine karasinek düştüğü zaman onu tamamen batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü sineğin kanadının birinde zehir, diğerinde ise panzehir vardır. Hâlbuki o, zehir taşıyan kanadını önce batırarak kendisini korumak ister, şifalı kanadını sonraya bırakır. İşte bu sebeple, sineğin tamamını batırınız.”4 Karasineklerde, ısırmasından dolayı kaşınma ve şişmenin meydana geldiği zehirli bir kuvvet vardır. Bu kuvvet, onun silâhıdır. Kendisine zarar verecek bir şeyle karşılaştığı zaman bu silâhıyla korunmaya çalışır. İşte bu zehrine karşı Yüce Allah, diğer kanadından panzehir yaratmıştır. İlk önce zehrini boşalttığı su ve yiyecek içine tamamen batırıldığı zaman panzehirini de boşaltmış olduğundan, panzehir, zehirini nötr hâle getirmektedir.5 Mikrop ve mikroskobun bilinmediği, hatta düşünülmediği bir dönemde, Resul-i Ekrem’in (asm), karasineğin kanadının “birinde zehir, diğerinde ise panzehir vardır” demesi, doğrudan doğruya İlâhî vahye dayandığının delili değil midir? Diğer taraftan, hangi şifalı bitki, sebze meyvenin hangi hastalıklara karşı nasıl şifa kaynağı olduğunu da en ince detayına kadar açıklamıştır. Gerçi bitki, sebze ve meyveler eskiden beri kullanılmaktadır. Onlar da, hiç şüphesiz, peygamberler diliyle aktarılmış veya onların getirdiği perspektifle bulunmuştur.6 Bir insan, fevkalâde harika bir zekâ ve yapıya sahip olsa dahi, birçok fende ihtisas sahibi olması imkânsızdır. Öyle ise o bir peygamberdir. Öyle ise haber verdiği her şey doğrudur.
Dipnotlar: 1- Buharî, Müslîm; Ali Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevî Ansiklopedisi, s. 11. 2- Nesîmî, 3/40. 3- Prof. Dr. Zeki Çıkman, Tıbbın Özü, 27-28. 4- Buharî, Halk, 4/99-100, Tıp, 7/33.; İbn-i Mâce, Tıp H. 3504; Müsned 2/229, 340, 388, 398.; Ebû Dâvûd, Et’ime, 3844. 5- Ali Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevî Ansiklopedisi, s. 15. 6- Van Kütüğü, 556, Ankara, 1993. 07.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
Asr-ı Saadet’ten günümüze aile ve kadın |
“Seni âlemlere rahmet olarak görderdik”1 âyetine ve “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım”2 hadis-i kudsîsine Hz. Allah tarafından muhatap olan Efendimiz Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, müslim ve gayr-ı müslim ilim adamalarınca tasdik edilen “ilk insan hakları kurucusu ve koruyucusudur.” Asr-ı Saadet gelmeden bir önceki vahşet döneminde, kız çocukları diri diri kızgın çöllerde kumlara canlı olarak gömülüyor ve emsâli korkunç manzaralar devam ediyordu. Kadınlar günü, sevgililer günü, anneler günü yok iken ve telâffuz edilmezken, Fahr-ı Kâinat Efendimiz (asm) hiç kimsenin ulaşamayacağı ve silemeyeceği bir müjdede bulunur: “Cennet, annelerin ayağı altındadır.”3 Biz insan olarak eseriz, fakat Cenâb-ı Allah Müessiri-i Hakîkî’dir. Bizi yoktan var eden kudret-i mutlaka sahibi Hz. Allah, kadın ve erkek ayırt etmeden ”Muhakkak ki Biz insanı en güzel şekilde yarattık”4 buyurmaktadır, eşitlik buradan başlamıştır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de “Nisa” (kadın) Sûresi var, 176 âyet ve içinde bütün kadın hak ve hukuku var. Hatta, hakperest İngiliz veliahtı Prens Charles, İngiltere’nin başşehri Londra ve emsâli şehirlerdeki sempozyumlarda verdiği beyanatta diyor ki: “14 asır önce Hz. Muhammedin (asm) kadınlara verdiği her türlü hakka 18. yüzyılda benim büyük annemin arkadaşları ulaşamamıştılar. İslâm, Avrupa’yı karanlıktan kurtardı.”5 8 Mart 632 tarihinde Peygamber Efendimiz (asm), devesi üzerinden hitabede bulunduğu ve 124 bin Ashab-ı Kiramın (ra) dinlediği Veda Hutbesi’nde, bir çok insan haklarını sayarken “Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim..” başlığı altında daha geniş hususlar mevcuttur. Burada “Ey insanlar!” ifadesi ile “bütün Müslümanlara imam ve bütün insanlara hatip” olduğu açık görülmektedir. Nitekim Alman profesör Nauman “İnsanlığa medeniyeti Hz. Muhammed (asm) öğretmiştir” ifadesinde bulunmaktadır.6 Dünya, ancak 10 Aralık 1948 yılında yayınlanan “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ile insan haklarının ana hatlarını çizdi. Bütün bunlara rağmen, Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın açıklamasına göre, Türkiye’de kadına yönelik şiddet % 34, çocuğa yönelik şiddet % 46 oranında. Türkiye’de son beş yılda, yalnız aile içinde “2500” civarında kız ve kadın öldürülmüş. Dikkat ediniz, terör değil, aile içi şiddetten husûle gelmiştir bu. Dünyada 193 devlet var. Bu pencereden bakıldığında korkunç rakamlar çıkmaktadır. Yine tesbitlere göre, dünyada 100 milyon sokak çocuğu bulunmaktadır, bunların 26 bini Türkiye’de ve 6 bin civarı İstanbul’da yaşamaktadır. 1 milyar 300 milyonluk Çin’den 183 milyonluk Brezilya’ya kadar böyle. Hz. Ali Efendimiz (ra), “Çocuğunla 7 yaşına kadar çocuklaşacaksın. 7 yaşından sonra arkadaş olacaksın. 14 yaşında ise istişare edeceksin” diyor. Dünyada 2 milyar genç okuyor ve dünya bunun neresinde olmalıydı ve olmalıydık? Kim ne derse desin, çare din ve imandır. A-B-C vitaminlerini alan insanlık, mutlaka iman vitaminini de almalıdır. Hz. Bediüzzaman mezkûr âyet ve hadislerin ışığında Sözler kitabında özetle diyor ki: “Refika-ı hayatına merhamet ve muhabbet eden denge sistemini kurar.” Muhabbet ve merhametin olmadığı bir yerde neyin huzuru ve mutluluğu olacaktır? Peygamberimizin (asm) 14 asır önce ortaya koyduğu tesbitlerinin ne kadar ehemmiyetli olduğu bugün ortaya çıkmaktadır. Bu, yalnız Türkiye için değil, bütün dünya buna muhtaç. Gerçek kadın hürriyeti ve kadın hakları İslâm’dadır. Dünya bu mânâya doğru gelmektedir ve gelecektir. Başka çıkış yolu yoktur. Dünya tünelinin başı da, sonu da onu göstermektedir. Dipnotlar: 1- Enbiya Sûresi, âyet 107. 2- Keşfü’l-Hafa, 2: 164. 3- Camiü’s-Sağir, 3: 361, Hadis no: 3642. 4- Tin Sûresi, âyet 5. 5- Yeni Asya, 28.10.1993 - 27.8.1994. 6- Müjde Peygamberi, H. Uslu. 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Hz. Hızır ve İlyas'tan (as) Hıdırellez bayramına |
Yurdumuzda olduğu kadar dış dünyada da her yıl bahar mevsiminde yeşilliğin iyice canlandığı 6 Mayıs’tan itibaren Hıdırellez Bayramı kutlamaları başlar. Bu bayramda insanlar ateşler yakıp üzerinden atlayarak zorlukları yeneceklerini, kısmetlerinin açılacağını, bir eve sahip olacaklarını, işlerinin rast gideceğini, birçok kötülüklerden kurtulup güzelliklere kavuşacaklarını ümit ederler. Yani birçok bid’atler ve bâtıl itikatlar yaygındır. Bu âdet ve inançların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Her ülke ve bölgede farklı âdet ve alışkanlıklarla kutlanan bu Hıdırellez Bayramının aslı nedir, nereden gelmiştir, nasıl olup da tarihten önceki devirlerde başlatılan bir bayram günümüze kadar gelmeyi başarmıştır? Hızır-İlyas Bayramı nasıl olup da Hıdırellez olup çıkmıştır? Hıdırellez denmesinin sebebi; çeşitli dinî kaynaklarda Hz. Mûsâ’nın (as) ümmetinden bir velî veya peygamber olduğu bildirilen ve Kur’ân-ı Kerîm’de, “Kullarımızdan bir kul…”1 diye anılan Hz. Hızır‘ın (Hıdır) kurak bir yerde oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başladığı, hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bu sebeple yaz başlangıcında ortalığın yeşermeye başladığı güne yeşil mânâsına gelen Hıdır günü, yine bugünde Hızır (as) ile İlyâs‘ın (as) buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez denmiştir. Bu konuda birçok farklı rivayetler vardır. İşte onlardan birisi: Hz. Musa (as) zamanında bir hükümdarın tek oğlu kendini dinî hizmetlere adamıştır. Babasının hükümdarlığı, şan ve şöhreti onu tatmin etmez. Bu, Rabb’imizin de hoşuna gider. Ona kerâmetler ihsan eder. Nitekim irşad için geçtiği yerlerde bastığı çorak topraklar, yürüdüğü yol kenarları, oturduğu kuru zeminler yemyeşil hâle gelir, bahar çiçekleri açmaya başlar. Arapça’da yeşilin bir adı da “hazr” olduğundan çorak yerlerin yeşillendiğini gören halk, “Buradan bastığı yeri yeşillendiren genç geçmiştir” anlamında “Hızır geçmiştir” diyerek gence “Hızır” adını verirler. Artık halkın dilinde Hızır adını almış olan bu genç, Mayıs’ın başlarında görmeyi çok istediği İlyas Peygamber’le de (as) bir buluşma gerçekleştirir. Bu buluşmaya büyük değer veren halk, iki sevilen insanın buluştuğu bu günü Hızır-İlyas (as) Bayramı olarak ilân ederler. Hızır-İlyas isimleri söylene söylene Hıdırellez şeklini alır. Dilden dile söylene söylene Hızır-İlyas Bayramı da Hıdırellez Bayramı olarak değişir. Bastığı çorak yerleri yeşillendirme kerâmetine mazhar olduğundan dolayı kendisine Hızır adı verilen bu gence peygamberlik verilmiş midir, verilmemiş midir? Hızır’ın kendisi sadece büyük bir veli mi, yoksa görüştüğü İlyas (as) gibi bir de nebî mi olduğu yolundaki rivayetlerin mânâsı nedir? Ayrıca halen yaşıyor mu, yoksa dünyadaki insanlarla ilgileri kesilmiş midir? Hemen şunu ifade edelim ki, bu iki zât da kendilerine mahsus özellikteki hayatlarıyla hayattadırlar, yaşıyorlar. Ancak hayatı, sadece bizim yaşadığımız beşerî hayatla sınırlı görenlere göre, bunların hâlen yaşıyor olmaları mümkün değil ise de, hayat sadece bizim hayatımızla sınırlı olmayıp üst üste beş basamaklı hayat basamaklarının bulunduğunu da hatırlarsak, sözünü ettiğimiz bu iki zâtın da bu beş basamaklı hayatın ikinci derecesinde yaşadıklarını kabullenmekte hiç de zorlanmayız. Bu ikinci derecedeki hayatı yaşayanlar, bizim gibi maddî şartlarla kayıtlı değildir. Bir anda birçok yerlerde bulunabilir, darda kalanların imdadına yetişebilir, çeşitli görüntülere girip muhtaçlara yardımda bulunabilirler. Hatta bizim hayatımızı yaşayanlardan bazı seçkin veliler, Hızır makamına kadar yükselip Hızır’dan (as) ders alırlar. Hızır gibi darda kalanların yardımına onlar da koşarlar. Bunlar da çoğu zaman Hızır sanılır, gerçek Hızır’la karıştırılırlar. Bediüzzaman, bu konuda Mektubât adlı risâlesinin başında soru cevap şeklinde fevkalâde dikkat çekici şu açıklamalarda bulunur: “Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levâzımâtıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, ‘makam-ı Hızır’ tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.”2 6 Mayıs günü, kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına da gelmektedir. Miladi takvimle 6 Mayıs günü Hıdırellez’dir. Hızır günleri yani yaz mevsiminin başlangıcı sayılan 6 Mayıs günü, Rumî senede Nisan ayının yirmi üçüncü gününe rast gelir. Bilindiği üzere Rumî takvimde yıl, Hızır ve Kasım (yaz ve kış) günleri olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının 6’sında Hızır ile yaz başlar, 186 gün sürer. Kasım ayının 8’ine kadar devam eder ve bundan sonra kış başlar. 179 gün sürer. Şubat’ın 29 çektiği artık yıllarda ise 180 gün olur. Dinî kaynaklarımız, Hz. Hızır (as) ve Hz. İlyâs’ın (as) Allahu Teâlâ’nın sevgili kullarından olduğunu haber vermekle beraber onlar adına mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Hıdırellez gününün İslâm’da dînî bir hüviyeti ve kudsiyeti de yoktur. Ayrıca, 6 Mayıs’ta dinimizin tasvip etmediği tarzda kutlamalarda bulunmak, eğlenmek doğru değildir.
Dipnotlar: 1- Kehf Sûresi, 65. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 15-16. 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Din kardeşliği |
Nurettin Bey: “Din kardeşliği mi, iman kardeşliği mi esastır? Bu iki kavram arasında fark veya paralellik var mıdır? Birinin yerine diğerini tercih etmenin sağlıklı bir gerekçesi var mıdır?”
Müslüman’ı Müslüman’a kardeş kılan İslâmiyet’tir. Kur’ân, “Mü’minler ancak kardeştirler” 1 buyuruyor. Peygamber Efendimiz (asm) bu âyeti şu sözleriyle tefsir ediyor: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir Müslüman’ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslüman’ı örterse, Allah da onu kıyamet günü örter.”2 Kezâ, Sevgili Peygamberimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin âyinesidir, onda bir rahatsızlık görürse bunu ondan izale etsin.”3 Peygamber Efendimiz (asm) güzel hadislerinde Müslümanlar arası ilişkilerden söz ederken “kardeşlik” kavramını “ehâke”, “ehâhü”, “ahîyhi”4 (senin kardeşin, onun kardeşi..) gibi, Kur’ân’a ait olan “ihvetün” köküne dayalı kelimelerle nazarlarımıza vermiştir. Bediüzzaman Hazretleri de konuyu bir risâle boyutunda ele almış ve risalesine Kur’ân’a ait “ihvetün” isminin ve Peygamber Efendimizin (asm) “ehâke”, “ehâhü”, “ahîyhi” ibarelerinin de mastarı bulunan “uhuvvet” ismini vermiştir. Uhuvvet Risâlesinde Bediüzzaman hazretleri mü’minler arası ilişkilerin önemini vurgulamış, kardeşlik hukukunu ve şartlarını nazara vermiş, mü’minlerin kendi aralarında görüle gelen problemlere Kur’ân’a ve sünnete dayalı çözüm yolları göstermiştir. Bediüzzaman Uhuvvet Risâlesi’nde mü’minin vücudunda bulunan İman, İslâmiyet, komşuluk gibi masum sıfatları neredeyse birbirinin paralelinde ve birbirinin tamamlayıcısı olarak zikreder.5 Keza, Bediüzzaman’ın ifadesinde, mü’minde bulunan İman, Kâbe hürmetinde, İslâmiyet Cebel-i Uhud azametindedir.6 Bediüzzaman der ki: “İmanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir—bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”7 Uhuvvet Risâlesi’nde “kardeşlik” sıfatı kâh “iman” olgusuna bağlanır ve “mü’min kardeş” ibaresi kullanılır.8 Kâh “uhuvvet-i İslâmiye” gibi tabirlerle “İslâmiyet” olgusu ile başa baş kullanılır: “Birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevî düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir.” 9 Din kardeşliği tabiriyle İslâm ümmetince bin dört yüz yıldan beri aynı Allah’a iman eden, aynı Peygambere inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı dine mensup kişilerin arasında kurulması, aynı dince emredilen “kardeşlik bağı” kast edilir. Bu kardeşlik, gücünü elbette imandan alır. Dinin özünde de esasen “iman” vardır. Fakat terminoloji olarak kullanılan ve herkesçe kabul gören ortak tabir “din kardeşliği” tâbiridir. Bilindiği gibi din; iman, ibadet, muamelat ve ahlâk gibi önemli paydaları hamur gibi yoğurarak içinde barındıran umumî bir caddedir. Terminolojiyle ve kavramlarla uğraşarak ana vurgu noktasını dikkatten kaçırmak isabetli bir yaklaşım tarzı olmaz. Hizipleşme çağrışımı yapması cihetiyle zararlı ve tehlikeli bir netice de getirebilir. Nitekim, din ile imanı iki ayrı hizip gibi gösterip iki ayrı kardeşlik inşad etmek dinin gerçekleriyle örtüşmez. Müslümanların bu gün top yekûn uhuvveti anlamaya ve topyekûn kardeş olmaya ihtiyacı vardır. Bunun için bu gün acilen yapılması gereken, din kardeşliği veya iman kardeşliği gibi kavram bazında sun’î fırtınalar koparmak değil; bütün Müslümanları kardeş bilmek ve bütün Müslümanların kardeş olduğunu hissettirmeye dönük adımlar atmaktır. Yapılabiliyorsa, Müslümanlar sayısınca Uhuvvet Risâlesini bastırıp bütün Müslümanlara tek tek ulaştırmak bu amaca hizmet eden bir adım olacaktır.
Dipnotlar:
1- Hucurat Sûresi: 10. 2- Ebû Dâvud, Edeb: 46, (4893); Tirmizî, Hudud: 3, (1426); Buhârî, Mezâlim: 3, İkrâh: 7; Müslim, Birr: 58, (2580). 3- Tirmizî, Birr: 17, 18, (1927, 1928, 1930); Müslim, İman: 95, (55). 4-Camiü’s-Sağir: 2/1871; 4/3639, 3645, 3737. 5- Mektubat: 254. 6- Mektubat: 254. 7- Mektubat: 255. 8- Mektubat: 257. 9- Mektubat: 260. 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Molla Hüsrev |
Sultan Mehmed Fatih’in: “Zamanın Ebû Hanife’sidir” diye hakkında iltifatlı rivayetler bulunan Mehmet bin Ferâmuz bin Ali Muhyiddin Hüsrevî künyesine sahip olan Molla Hüsrev, Yozgat-Yerköy’e yakın olan Kargın’da doğmuştur. Amasya, Tokat, Sivas varsaklarındandır. Babası Ferâmuz vefat edince Mehmet, eniştesi Hüsrev Bey’in himayesinde küçük yaşlarından itibaren büyütülmüştür. İlk tahsilini eniştesi Hüsrev Bey sayesinde gerçekleştiren Mehmed’in Sivas-Tokat bölgesinde hayatiyetlerini devam ettiren, mensup olduğu Türkmen Aşireti, Varsak kabilesi dışında tahsilini ilerlettikten sonra Bursa kadısı Yusuf Bâli’den icâzet almıştır. Bursa’da aldığı bu icâzetten sonra Edirne’de Şeyh Hamza, Molla Yegan ve Burhaneddin Haydar Herevi’den okumuş ve dersler almıştır. Osmanlı Devletinde ilme ve ilim adamlarına teveccühün fevkalâde yüksek olduğu bir dönem olan Sultan Murad II’nin zamanında Halebiye-Çelebi Medresesi ve Şah Melek Medreseleri’nin müderrisliğinde bulunmuştur. Bundan sekiz sene sonra Osmanlı Devletinin kazaskerliğine getirilmiştir. İki sene bu vazifeyi deruhte eden Molla Hüsrev, Sultan Murad II’nin ikinci defa padişah olarak devletin başına geçmesi sırasında bu görevden ayrılmış ve Edirne kadısı olarak vazifeye başlamıştır. 1447-50 tarihleri arasında önemli fıkıhî meselelerde, idarî hukuk çerçevesinde, mühim izah ve hizmetlerini Edirne Kadılığı zamanında vermiştir. Şehzadeliğinden beri eğitim ve öğretimine mühim katkılarda bulunduğu Sultan Mehmed Fatih’in İstanbul kuşatması ve fethi sırasında, en büyük destekçilerinden olan Molla Hüsrev, İstanbul’un fethinden sonra Sultan Mehmed Fatih’in ısrarı ve tasvipleri ile Hızır Bey’in vefatının ardından İstanbul, Galata ve Üsküdar Kadılığı ile Ayasofya Medresesi Müderrisliği görevlerini yapmıştır. Zembilli Ali Cemâli Efendi, Fenarî Hasan Çelebi, Molla Hasan Samsunî gibi mühim alimlerin fıkıh ve şer’i hukuk kanunlarında hocası olan Molla Hüsrev, Sultan Mehmed Fatih’in huzurunda yapılan ilmî tartışmalara reisülûmâ sıfatıyla hakemlik yaparken yazdığı fıkıh kitapları, şerhler ve haşiyeler, fıkıh usûlünde kaynak olan fikirlerinden dolayı Osmanlı Medreseleri’nde haklı olarak yaptığı çalışmalar ders kitabı olarak okutulmuştur. Özellikle Mir’âtü’l-Usül ve Dürerü’l-Hükkâm Osmanlı hukuk alanında kadıların ihtilâflı konularda başvurdukları ilmî ve resmî birer kaynak kitabı olmuşlardır. Molla Hüsrev hayırsever bir mütevazi zengindi. Şeyhzade başında kendi adına bir cami yaptırdığı gibi Bursa’da da Emirsultan semtinde medrese yaptırmıştır. Halk nazarında yardımsever ve ilmî vakara sahip olan Molla Hüsrev, 1473 yılında İstanbul’daki görevlerinden ayrılarak Emir Sultan semtinin Zeyniler Mahallesi’nde kendi adına bir medrese yaptırdığı, Bursa’ya gelerek ilmî çalışmalarına devam ettiğini görüyoruz. 1474 tarihinde Sultan Mehmed Fatih’in hocası Molla Hüsrev’i yeniden İstanbul’a dâvet ettiğini ve onu İstanbul Müftülüğüne getirdiğini görüyoruz. 1480 tarihinde vefat ettiği zaman bu müftülük görevindeydi. Cenaze namazı İstanbul Fatih Camiinde kılınmış ve Bursa’ya getirilerek Emir Sultan Camii’nin doğusunda bulunan Zeyniler mahallesindeki kendi yaptırdığı medresenin bahçesine defnedilmiştir. Bir Fakih olarak, fıkıh âlimliğinin yanında şer’i ihtilâf çözümleyicisi olarak eser yazan Molla Hüsrev, bir çok öğrenci de yetiştirmiştir. Kendisinden önce yaşamış olan âlimlerin kitaplarından her gün iki yaprak yazmayı âdet edinin Molla Hüsrev vefat ettiği zaman on bir eser sahibiydi. Bunlar; 1. Mirkatü’l-vüsûl ilâ ilmi-l usûl (İstanbul, 1262). 2. Dürerü’l-hükkâm fî şerhi Gureri-l ahkâm (İstanbul, 1310). 3. Hâşiye âle’t Telvih (İstanbul, 1284). 4. Hâşiye âlâ Envâri’t-tenzil li’l-Beyzâri. 5. Hâşiye âlâ Haşiyeti’l-Muhtasar li’s-seyyid Şerif. 6. Şerhu Usûli’l-Pezdevî. 7. Risâle fi’l-velâ. 8. Nakdü’l-efkâr fî reddi’l-enzar. 9. Haşiye âle’l-Mutavvel. 10. Vasiyetname. 11. Esâsü’l-İktibas Tercümesi.
Molla Hüsrev’in hayatının her safhasında mevkii, makam, rütbe ve ikramlarından ziyade ilim adamlığı ve ilmî hüviyetinin daima önde olduğu bir şahsiyettir. Osmanlı Devletinin Osmanlı İmparatorluğu ve 600-650 senelik bir ömre sahip olmasında böyle ilim adamlarının fevkalâde büyük ve önemli rol oynadığını görüyoruz. Sultan Mehmed Fatih dünyanın organize, planlı, ilk eğitim ve öğretim yuvası olan Fatih Medreselerinin kuruluşu ve açılışı safahatında, bu üniversitede uygulanacak olan Sah-i Seman programlarını Molla Hüsrev, Vezir Mahmud Paşa, Ali Kuşçu ve Sultan Mehmed Fatih ilmiye sınıfının seçkin insanları olarak birlikte hazırlamışlardır. 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Galipler ligindeki mağlûp takım... |
Mazlûmlarla yaşamak elbette kolay değildir. Mazlûm, mağdur ve mağlûplarla olmanın zor olduğunu derinden derine hisseden nefisler, galiplerle oturup kalkmayı hep arzu etmişler. Bediüzzaman Hazretleri; Balkan harpleri ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki mağlûbiyetimizin veya mağlûplarla beraber olmamızın, millî benliğimizi muhafazaya vesile olduğunu yazıyor. Mazlûm ve mağdur coğrafyaları tarümar eden emperyalist Avrupa ile aynı yerde olsaydık, zalimlerin günahlarına ortak olacağımız gibi, mazlûm ve mağdurları da ümitsiz bırakacağımızı söylüyor. “Galip olsaydık medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi (Yunan Harbi sonrasında müttefiklerin destekledikleri yeni hükümet dönemi)... Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine) gibi mevaki-i mübarekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim, kolaylıkla cebren teşmil ve tatbik edebilecekti. İnayet-i İlâhiye ile onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi.” Mağlûbiyet içindeki galibiyet bu olmalı. Bazen de galibiyet içinde mağlûbiyetleri yaşatıyor kader. 12 Eylül ihtilâli, uzun süre bazı dindarlarca galibiyet olarak seslendirildi. Kırmızı telefonla Washington’la konuşmanın bedelini tam otuz beş bin canla ödedik, hâlâ ödemeye devam ediyoruz. Ayrıca Osmanlının mânâ iklimine Şarktan “âb-ı hayat taşıyan” kanalların bugün bile Deccaliyetçe nasıl tahrip edildiğini mutlaka görüyorsunuzdur. Tahripçilerin dışarıdan, ahmakların ve menfaatperestlerin içeriden ittifakla yaptıkları propagandalarla Turgut Özal, hâlâ galip bir kumandandır birçok çevrede. Hâlâ araştırmacılarımızın kalemleri birinci Körfez sendromunu yazmaya yanaşmıyorlar. Günümüzde siyasallaştırılmış Marksist-Maoist Kürt partisinin bu dönemin eseri olduğunu kabullenmeyenler, global dinsizliğin Şarkın millî örgüsünü nasıl tahrip ettiğini de göremezler. Neoliberal medyanın yerli dindar medyayı yedeklerine alarak giriştiği siyaset propagandalarına bakarsanız, 28 Şubat’ın neticesi olduğu kesin olan şu iktidar da galipler ligine dahil bir takım olarak görünüyor. Hürriyet asrına yakışmayan vizelerin kaldırılmasıyla, problemli devletleri barıştırmasıyla, AB mensubu müflis Yunanistan’a yardım elini uzatmasıyla ve demokratik açılım sloganlarıyla şu iktidarın hakikaten galipler mahfiline mensubiyetine siz de inanabilirsiniz. İsterseniz hakikî tabloyu net görebilmek için biraz daha yaklaşalım. Ergenekonculukla başlayan tartışmanın asıl hedefi Kemalizm olacak iken, M. Kemal’in ve o dönemdeki icraatın telkinlerle dindarlara da benimsetilmesi büyük mesafe sayılmalı. Diktatörlükle idare edilen ülkelerin okullarından geriye düşmüş millî eğitimdeki uygulamalar ve komünist dönemini yaşatan yasaklarla demokratikleşmeden ne anladığımızı dosta düşmana gösteriyoruz. Bu kadroların önünde bekleyen Ermeni meselesi, Kıbrıs, Almanya’daki Müslümanların problemleri ve her gün annelerin ciğerlerini yakan şehitler meselesi gibi çözüme yönelik adım atılamamış problemler varken, bu takımın galipler ligine nasıl alındığını siz de merak ediyorsunuzdur. Euroya tepeden bakan Rothschild'in himayesinde yüzde 8 değer kazanan lira ile hükümetimiz Yunanistan’a nasihat çekiyor. Türkiye’nin kullandığı paranın kendisine ait olmadığını, yabancı bankalar vasıtasıyla vatandaşın evine kadar servetimize el konulduğunu, istihdam ve üretimin ülkeyi çoktandır terk ettiğini, işsizliğin mağdurları çıldırttığını, petrol, elektrik, su, et, süt, pirinç ve şeker gibi temel ihtiyaç maddelerinde dünyanın en pahalı ülkesi olduğumuzu hükümetin rüşvetleriyle geçinen medya da yazmıyor ve çizmiyor. Ahlâksızlıkta Avrupa’nın sefih kanadı ile yarışan cemiyetimizdeki çürümeye ve mahkemelerde parçalanan ailelerin çığlıklarına gözlerimizi, kulaklarımızı nereye kadar kapatabileceğimizi çok merak ediyorum. Sefih, bozuk ve dinsiz ikinci Avrupa’nın kriterlerini “millî kriterler” olarak topluma lanseye vesile olan bu iktidarın, hakikatte mağlûp olduğunu ferasetli her bakış anlayabilir. Esasında global aktörler (devletler değil, belki büyük cereyanlar) galip görünen şu bizim takımımızı tutsak almışlar. Onunla mazlûm ve mağdur coğrafyaları yeniden talan ediyorlar. Âlem-i İslâmın her cihetinde akan kanlarda bu iktidarın teslimiyeti, gizli kabulü ve yer yer “yardım”ı yok diyenleri tarih utandıracaktır. Mazlûm İslâm coğrafyasında hâkim dinsiz cereyanların taşeronluğunu “galip” olarak yapmaktansa, din kardeşleriyle aynı mahfilde mağlûp olarak yaşamak daha çok hayrımıza olmaz mıydı? Kaldı ki mağlûbiyet kaderimiz de değildir. İsevî ve hakikî medenî Avrupa ile ilimle yapılacak bir ittifakla, yalnızca Türkiye kurtulmayacak, başta bütün İslâm âlemi ve Hıristiyanlık dünyası mazlum milletlerle birlikte şu global zalimlerin zulüm ve sefahatlerinden kurtulacaklar. Yeter ki iktidar küresel sahtekârların tezgâhlarından kurtulsun ve milleti ile doğruları paylaşsın... 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Karakolda ihmal var |
Terörle mücadelenin kolay bir mücadele olmadığını en baştan kabul edelim. Hele hele bu mücadelenin çoğunluğu ‘acemi’ olan ‘er’lerle yapılmasının daha da zor olduğu ortada. İki ‘düzenli ordu’ arasında yapılan mücadelede ‘güçlü olan’ın kazanması kolay iken, ‘gerilla tipi’ mücadele edenlere karşı ‘düzenli ordu’ kullanılması tercih edilen bir durum değildir. İşte tam bu sebeple ‘profesyonel askerlik’ Türkiye’nin gündeminde olan konulardan biridir. Karakollar da teröre karşı mücadelede kullanılan araçlardan biri. Ancak terörle muzdarip olan Güneydoğu bölgemizin coğrafî şartları karakollardan arzu edildiği kadar istifade etmeyi engelliyor. Şimdiye kadar onlarca karakola ‘saldırı’ düzenlendi ve yüzlerce rütbeli ve rütbesiz asker şehit oldu. Bu saldırılar arasında sarsıcı olanlardan biri de Aktütün karakoluna yapılan saldırı idi. Sonrasında ortaya atılan iddialar büyük tartışmalara sebep olmuş ve neticede bölgedeki karakolların yenilenmesi istenmişti. Son günlerde Tunceli’deki Sarıyayla karakoluna da bir saldırı meydana geldi ve bu saldırıda da 4 vatan evlâdı şehit düştü. Sonrasında yine çetin tartışmalar yapıldı. Öyle ki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, tartışmalar üzerine Genelkurmay’dan ‘brifing’ aldı. Yaşanan tartışmalar sonrasında yeni bir bilgi ile de karşılaştık: Neredeyse bir yıl önce karakolların fizikî yapısının değiştirileceği, yenileneceği ve ihtiyaç duyulanların yeni yerlere taşınacağı kararına rağmen ciddî bir adım atılmamış. Hadi, ‘atılmamış’ değil de, ‘atılamamış’ diyelim. Gazetelerde yer alan haberlere göre gerekli ihaleler yapılmış, ama müteahhitler çeşitli sebeplerle bölgede çalışmaya çekiniyormuş. Ayrıca belediyeler de bu çalışmalara yardımcı olmuyormuş. (Akşam, 6 Mayıs 2010) Tabiî ki bu iddiaların doğruluk derecesini bilmiyoruz. Türkiye’yi ‘idare edenler’, karakollardaki ihmalleri gündeme taşıyanları itham etmek yerine bu iddialarla ilgili makul ve ikna edici açıklamalar yapsa daha iyi olmaz mı? Yanlış hatırlamıyorsak, Aktütün karakolu baskınından sonra bazı idareciler “Bir yılda bütün karakolları yenileriz” anlamına gelecek beyanlarda bulunmuşlardı. Peki ne oldu da bu sözler tutulamadı? Söz verildiği ve ihtiyaç da duyulduğu halde bu işler yapılamadıysa konu ile ilgili olarak vatandaş ve kamuoyu niçin bilgilendirilmedi? Bu ‘bilgi’lere ulaşmak için yeni bir karakol baskını mı yaşanması gerekiyordu? Ve düne kadar, karakolların yenilenmediği iddiâlarıyla ilgili olarak Türkiye’yi idare edenlerden bir açıklama gelmemesi normal midir? Tekrarlamakta fayda var: Maksadımız kişi ya da kurumları itham etmek değil. Karakolların yenilenmesi gerektiği noktasındaki bilgileri Türkiye’yi idare edenlerden dinlemiştik. O halde şimdi soruyoruz: Söz verildiği halde bu işler niçin yapılmadı ya da yapılamadı? Karakol tartışmaları ‘baskın’lardan sonra alevlenip, sonra da unutulacak mı? Türkiye bu sıkıntıyı aşabilecek imkânlara sahiptir. O halde el birliği ile bu sıkıntıları aşalım. Bu vesile ile şehitlerimize rahmet, yakınlarına da Allah’tan sabırlar dileriz. 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
367’den sonra 327 |
Anayasa değişiklik tasarısının görüşmelerine 327 sayısı damgasını vurdu. 336 milletvekili olan AKP’nin en az 8 fire verdiğini gösteren bir sayıyı ifade ediyor 327. Nasıl ki, 367 sayısı siyasî tarihte yerini aldıysa, 327 sayısı da tarihteki yerini almış oldu. 8. maddenin düşmesinin ardından kimileri sevinçten gözyaşı döktü, kimileri sinirlendi. Fireci olduğu söylenenlerle, bu isimleri bir kâğıda not düşen, sonrasında ise ne için yazdığını tatminkâr bir şekilde açıklayamayanlar arasında sert tartışmalar oldu. Neticede, “fire, paket delindi, madde düştü, deprem, yol kazası” olarak isimlendirilen durum sonrasında, anayasa paketini hazırlayanlar açısından en önemli madde bu sayıyla düşmüş oldu. Ve referandumda oylanmayacak. Hükümet açısından bakıldığında, 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden sonra en büyük yarayı anayasa değişikliğinin parti kapatmayı Meclis’in iznine bağlayan 8. maddenin reddedilmesiyle aldı. Teklifin aynı haliyle bir yıl Meclis’e getirilemeyecek olması da olayın başka bir yönü. Burada maddenin reddedildiği gün kulislerde konuşulan bir konuyu daha aktarmakta fayda var. Meclis Genel Kurulu’nda oylanan 8. madde düştükten sonra kimilerinin aklına “Acaba AKP’nin bir taktiği mi?” sorusu geldi. Paketin anayasa mahkemesine gidip iptal edilmesini önlemek için böyle yapıldığı konuşuldu. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştiren 17 ile HSYK’nın yapısını değiştiren 23. maddenin ayakta alkışlarla ve “çak” hareketiyle geçmesi bu kulisi boşa çıkarmış oldu. Üç haftayı aşkındır Meclis’in gece gündüz çalışıp görüştüğü anayasa değişiklik paketinin görüşme seyri ibretlik olaylara sahne oldu. Erdoğan ikinci tur görüşmelerin başladığı gün (Pazar) grubunu toplayıp fire olmaması konusunda uyarmıştı. İlk madde 332 ile de olsa bıçak sırtında geçti. Aslında bu bir ikazdı. Sonra AKP’nin belki de çıkmasını en çok istediği madde paketten düşünce ertesi gün tekrar partisinin grubunu topladı. Kendi deyimiyle “Duygusal ve kalpten bir konuşma” yaparak fireci milletvekillerini de ikna etmeye çalışması dikkat çekiciydi. Salı günü MHP hariç Meclis’te grubu bulunan partilerin grup toplantıları vardı. Ancak iktidar kulisi her zamankine nazaran sessizdi. İktidar milletvekilleri kuliste değil, grup salonunda oturmayı tercih etmişlerdi. Dinleyici de alınmadığı için tezahürat ve alkışlar da azdı. Erdoğan konuşmasının sonlarına doğru muhalefete yönelik sert eleştirilerini devam ettirdi. CHP’yi Aziz Nesin’in bir yazısı ve İnönü’yü Hitler’e benzeterek eleştirdi. “Milletin sesine kulak vermeyenler, hesap günü milletin takdiriyle yüzleşecek” diyerek hem fireci milletvekillerini hem de muhalefeti ikaz etti. Sonra da pek yapılmayan şekilde kapalı oturumda milletvekillerine “paketin önemi”ni anlattı. Erdoğan’ın bu ikazları etkili olmuş olacak ki, aynı gün yapılan “tartışmalı madde”lerden birisi kabul edildi. 8. maddenin paketten düşmesi muhalefette özellikle de CHP grubunda büyük bir sevinçle karşılanırken, sevinçten gözyaşı döken milletvekillerine dahi rastlandı. Baykal, geçmeyen maddeyi Meclis’in onuru olarak ve “gurur şahlanışı” olarak değerlendirdi. Bahçeli, “Anayasa değişikliğinin önemli maddesi üzerinde Meclis iradesi ülkemiz için en hayırlı kararı vermiştir” derken, BDP’liler ise, “Aha da bu başbakana ders olsun” dediler. Erdoğan “hayırlı buluyorum” derken, Arınç “yol kazası” olarak değerlendirdi. Erdoğan’ın deyimiyle, “mini paket” yumruklaşmalar, cep telefonu fırlatmalar, küfürler, ağır hakaretlerle geçen görüşmelerin ardından kabul edildi. Diğer bir ifadeyle de anayasaya 17. yama da atıldı. Ancak anayasa 12 Eylül ihtilali ruhunu üzerinden atamadı. Sivil, demokrat ve özgürlükçü bir anayasa başka bir bahara kaldı. Gelinen aşamada, “fireli paketi” Cumhurbaşkanı tarafından imzalanmasının hemen ardından CHP Anayasa Mahkemesine götürme kararı almıştı. Bu çerçevede 6 milletvekili olan DSP’yle görüştü ve destek aldı. Böylece 103 milletvekilini garantilemiş oldu. Ancak anayasa değişiklik paketinin anayasa mahkemesine götürülebilmesi için 110 milletvekilinin imzası gerekiyor. CHP bu imzaları bulabilecek mi? Önümüzdeki günlerde göreceğiz…
NOT: Yazıyı yazdığımız saatlerde paketin son maddeleri henüz görüşülmemişti. Bu yüzden yeni “yol kazaları” olur mu tahmin etmek zor gözüküyordu... 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Yunanistan çöküyor mu? |
Yunanistan karıştı. Önceki gün yüzbin göstericinin Atina’da parlamentosuna yürüyüşü esnasında çıkan olaylarda üç kişi öldü. Polis göstericileri güçlükle durdurabildi. Halk kemer sıkma politikalarından şimdiden bunaldı. “Krizin bedelini zenginler ödemeli”, “IMF ve AB bir asırlık sosyal gelişmeyi çalıyor” pankartları taşıdı. Peki IMF ve AB Yunanistan’ı kurtarabilecek mi? Yoksa bu kriz İspanya ve İngiltere dahil yayılıp gidecek mi? Bu kötü senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkiye dahil bütün dünya ekonomilerinin etkileneceği aşikâr. Ortada IMF’nin çözmesi güç bir durum var. Zira IMF’nin böyle durumlarda uyguladığı senaryo belirli. Hemen bir uzmanlar grubunu ülkeye gönderir ve acil malî yardım teklif eder. Buna karşılık da o ülkenin ihracatı arttırma, kamu harcamalarını kısma ve yeni vergiler koyarak vergi gelirlerini arttırmaya yönelik reçeteler uygulamasını ister. Buna ilave olarak da üretimi teşvik edici, özelleştirmeyi özendirici, sosyal güvenlik harcamalarını azaltıcı tedbirler ister. Peki bunların Yunanistan tarafından uygulanması mümkün mü? İhracatın arttırılabilmesi için devalüasyon ve mümkünse faiz oranlarının azaltılması gerekir. Bu yolla para piyasaları rahatlayacak, ihracatçı rekabet gücü kazanacaktır. Ancak Yunanistan Avrupa Birliği üyesi. Avroda devalüasyon yapma yetkisi yok. Faiz oranları da Birlik politikası, onu da düşüremez. Zaten faizler taban yapmış durumda. Daha da kötüsü en çok ihracatı yaptığı bölge yine Avrupa ülkeleri. Bu pazarda ise kriz dolayısıyla dal kıpırdamıyor. O zaman geriye diğer önlemlerin alınması kalıyor. Yani kamu harcamalarını kısma ve yeni vergiler koyma. Ayrıca sosyal güvenlik harcamalarını azaltma. İlk tedbir olarak kamu sektöründe çalışanlar ve emeklilerin maaşlarına üç yıl zam yapılmaması, çalışanların ek ödemelerinin kısılması, KDV oranının yüzde yirmi (yüzde on arttırıldı yüzde on daha arttırılacak) yoluna gidildi. Bunlar ise doğrudan sokaktaki vatandaşı etkileyecek. Küresel ekonomik krizin vurduğu insanlar, şimdi daha da zor duruma düşecekler. Bunun için bütün çalışan sendikaları ayaklandı. Grevler, yürüyüşler sürüyor. Bazı sektörlerde faaliyetler durdu. Zira 53 yaşında emeklilik, yılda üç ikramiye gibi rahat bir çalışma hayatı yaşayan çalışanlar bu refahı kaybetmekten memnun değil. IMF ve AB’nin 110 milyar Avroluk krediyi onaylaması da olayları durdurmayacak gibi görünüyor. Uluslar arası piyasalarda bu rakamın yeterli olmayacağı kuşkusu egemen. Bu kuşku altın fiyatlarına tavan yaptırdı. Çünkü yatırımcılar güvenli yatırım aracı olarak gördükleri altına hücum etti. Eğer bu şartlar sürerse, Yunanlıları Yunanistan’da tutmak mümkün olmayabilir. Uluslar arası spekülatörlerin akbaba gibi ülkenin üstüne çökmesi halinde, çöküş hızlanabilir. Ama Avrupa Birliği’nin buna izin vermeyeceğini düşünüyoruz. Daha önce de yazdığımız gibi domino etkisini önlemenin yolu Yunanistan’ı kurtarmaktan geçiyor. Ama “kurtarma”nın ne anlama geleceğini ve bedelini kimin ödeyeceğini ancak zamanla göreceğiz. 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
"Sivil Kemalist" AKP |
Evvelce rahmetli Özal’ın sergilediği, tek parti dönemindeki bütün olumsuzlukları İnönü’ye yıkıp M. Kemal’i ibra ettirme yaklaşımını şimdi AKP devralmış görünüyor. AKP’nin Atatürkçülüğü sahiplenme yarışındaki heves ve istekliliğini gösteren örneklere, bu köşede şimdiye kadar defaatle dikkatleri çektik. Erdoğan’ın M. Kemal’i sahiplenen, “Amacımız ilke ve inkılâpları toplumun ortak paydası haline getirmektir” diyen ve devrimlerin milletin onayı ile gerçekleştiğini iddia eden sözleri kayıtlarda. Genel tavır bu olunca, Dengir Fırat’ın başkan yardımcısı olduğu günlerde devrimler için yaptığı “Toplumda travmaya yol açtı” yorumu, partinin hiç sahiplenmediği bir istisna olarak kaldı. Buna karşılık, İzmir’de AKP teşkilâtınca tertiplenen bir panelde M. Kemal hakkında eleştirel sözler sarf ettiği için Atilla Yayla’ya karşı linç kampanyası başlatıldığında, onu çağırıp konuşturan davet sahibi olarak iktidar partisinin sergilediği tavır da ibretlikti. Fikir ve ifade özgürlüğü adına da olsa Yayla’yı savunmaktan kaçındığı gibi, tersine linççilerin safında yer almıştı AKP... Erdoğan’ın Baykal’la giriştiği son polemikte İnönü’yü Hitler özentisi içinde olmakla suçlaması, başta ifade ettiğimiz tartışmayı yine tetikledi. Konuyla ilgili olarak AKP Grup Başkanvekillerinden Salih Kapusuz’un değerlendirmesi şöyle: “Sağ kesimin İnönü’ye tepkisi, Atatürk sonrası uygulamalardan kaynaklanıyor. Toplumun gerçek anlamda Atatürk’le sorunu yok. Bizim kesimde Kurtuluş Savaşındaki komutanlığı ve liderliği nedeniyle Atatürk çok müsbet değerlendirilir...” (Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet, 3.5.2010) Bu yorum, Kapusuz’un “bizim kesim” dediği çevreler açısından geçerli olabilir. Nitekim partinin ağır toplarından, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da, “Bizim Atatürk’le hiçbir zaman sorunumuz olmadı” şeklinde beyanları mevcut. Daha ötesinde, şu sözler de yine Arınç’a ait: “Atatürk milliyetçiliğine bağlıyım. Atatürk yaptığı devrimlerle bu ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması hedefini gösteren kişidir. Mirasına sahip çıkacağız...” (Akşam, 4.12.2002) (Bu noktada, Arınç’ın seslendirdiği yaklaşımın, vaktiyle “küçük Erbakan” diye anıldığı eski partisinin lideri tarafından da ısrarlı bir şekilde defalarca dile getirildiğini hatırlatmış olalım. Her fırsatta “Atatürk yaşasaydı partimizde olurdu” diyen ve tek parti devrine yönelik eleştirilerini 1938 sonrasıyla sınırlayarak M. Kemal’e dokundurmayan siyasetçi, Erbakan değil miydi?) Keza AKP’li Bakanlardan bilhassa Egemen Bağış ve Faruk Özak gibi isimlerin, “En büyük Atatürkçü bizim parti” beyanını dillerinden düşürmeyip her fırsatta tekrar ettikleri de bir vakıa. Bakan Ertuğrul Günay’ın, Atatürk referanslarıyla başlatılıp şu günlerde tamamen tıkandığı görüntüsü veren demokratik açılımı dahi “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak nitelediği de. Görüldüğü gibi, AKP, Kemalistlik tekelini ellerinde tutan elitlere bir türlü kabul ettiremese de, Atatürkçülük yarışını bırakmamakta kararlı. Geçtiğimiz günlerde Foreign Affairs dergisinde çıkan bir yorum ise, AKP’nin bu noktadaki konumunu iyice netleştiriyor. Bu yoruma göre: “Kemalizmin Batıya bakan yüzünü yaşatan AKP, sivil Kemalizmin savunucusu haline gelerek, Kemalizmin gereklerini yerine getiriyor...” 24.4.2010 tarihli Zaman’ın haberinde çıkan bu yorum, AKP’nin talip olduğu gerçek misyonu bir defa daha açıkça gözler önüne sermekte: Şimdiye kadar askerî yöntemlerle, darbelerle, baskı ve dayatmalarla ayakta tutulmaya çalışan bir ideolojiyi, değişen ülke ve dünya şartları bu yöntemleri artık kullanılamaz hale getirince, sivil metodlarla devam ettirip ömrünü uzatmak... Şerif Mardin’in “kuru ve sığ” olarak nitelediği, içi boş ve tükenmiş bir ideolojiyi cilâlayıp sürdürmeye talip olmak, pek akıl işi olmasa gerek. Ama neticede herkes tercihinde özgür. Neticesine de katlanmak kaydıyla... 07.05.2010 E-Posta: [email protected] |