Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bir Cuma günü |
Bir bir düşen cemreler geride kalmıştı. İlkbaharın ihtişamlı bir gününde, bağların bahçelerin göz kamaştıran güzelliklerini okumanın tam zamanıydı. Yeryüzü sayfasını satır satır okumak, doyasıya temaşa etmek, çiçekleri seyretmek, tefekkür etmek ve sonra… Zamanın, hayatın akışında ruhumuzun derinliklerine sessizce inmek, sular berraklığında. Göz alabildiğince gitmek uzaklara gök kubbenin altında, ufuklara bulutlara doğru. Yerdeki toprak memleket cesedimize; gökler amade ruhumuza. Sıla özlemi bir pîrifani insanın yüreğinde düğümlenen bahar kokulu bir hasret tomurcuğu. Hayat insanları dünyaya baktıran pencere, ömür denen sınırlar içersinde. Her yerde, her şeyde yakalaya bilmek güzellikleri. Bir insanın yüzündeki ömür çizgilerinden, bakışlarındaki yorgunluğa ve durgunluğa ve hicranına bakarak üzülmenin, ezilmenin bir adım ötesine geçebilmek sonsuz baharlara doğru cesurca kanat çırparak… Bir Cuma günü, bahçede işte böyle derunî, içli, hasret dolu, özlem dolu hislerle dolaşırken çiçeklerin ve ağaçların güzellikleri, tazelikleri, yenilikleri, gençlikleri; aynı mekanda oturan insanların yaşlılığı ve yorgunlukları ile örtüşmüyorlardı. Sanki ilkbaharla sonbahar bir aradaymış gibi geldi, bana. Bir hafta içinde aramızdan ebediyete ayrılan dört insanımız ve onlara duyduğum hüzün ve gözyaşı bana baharın içinde sonbaharı hatırlattı. Gerçekten hayat neydi o dört kişi Mustafa, Mehmet, Ural ve Kâmil isminde hep görüşüp konuştuğumuz, şakalaştığımız, beraber yemek yiyip, aynı mekanda bulunup dertleştiğimiz insanlar. Ömrünü, emeğini ve ekmeğini bedel olarak verdiği insanlardan bir şekilde koparak gelmişlerdi. Hasretini, hicranını ve memleket toprağının sevgisi içine gömerek gelmişlerdi. Bütün dünyalığı ve varlığını içersine koyduğu elindeki eski valizi ile bastonu, saati, gözlüğü ve emanet bir canıyla mahcup bir eda ile geldiklerini hatırlıyorum. Sanki dün gibi, üçer beşer sene rüzgâr gibi geçip gitti. Bir hoş seda imiş, geride kalan kırgınlıklardan, dargınlıklardan, kaprislerden uzak. Dört insan, dört baba, dört aile büyüğümüzdü sanki. Evet hiç darılmadık bir birimize. Bu itina, hassasiyet ve nezaket geldikleri yerlerde de mümkün olup olmadığını bilemeyiz. Gelişine değil de gidişine üzülüyorum. Ve keşke demiyorum. İnşallah baharın içindeki güzelliklerden, bulutların üzerinden hakiki, ebedi sonsuz bahara uçup gitmişlerdir. Cuma saati yaklaşırken Ali Beyle karşılaştık. Kendisini hep yalnızlık ve çaresizlik içersinde gören bir insan. Hastalıklarını, yaşlılığını ve sıkıntılarını ilk bakışta anlayabilirsiniz. Yüzünde hiç gülmemiş bir insanın derin ifadeler okunuyor. Kendi eşinin ölümünden kader mahkumu olması, onun hayatındaki tüm hayırları, iyilikleri ve güzellikleri ters yüz etmiş. Çocukları da ondan uzaklaşmışlar. Onunla sık sık hayata ve kendine dönmesi için sohbetlerimiz oluyordu. O gün karşılaştık ve göz göze geldik. Ona bahardan ve çiçeklerden bahsettim. Belli ki önceden çok da ilgilenmemiş. Etraftaki çiçeklere, uzayıp giden yeşilliklere daldı gözleri. Bir süre süzdükten sonra bana döndü. Ona bir teklifimin olduğunu ve yapıp yapmamakta serbest olduğunu söyledim. İşte bu güzümüzün uzanabildiği kadar uzaklıktaki gördüğümüz güzelliklerin, renklerin, çiçeklerin, mahlûkatın ve mevcudatın Rabbi olan Allah’ın huzuruna beraber çıkalım, beraber secdeye varalım, birlikte Cuma namazı kılalım, dedim ve ayrıldım. Daha sonra onu camide göremedim! Namazdan sonra Ali Bey odama gelip oturdu. Bana teşekkür ederken simasında bir tebessüm ve yumuşaklık gördüm. Heyecan ve mutluluk yüzünden okunduğu gibi, elinin titremesi de artmıştı. Hiçbir şey sormadan çay ısmarladım. Elinin titremesinin bardağı tutmasına mani olup olmayacağını sordum. O da bir şey tutunca titremenin geçtiğini söyledi. O içindeki huzurun sebebini anlatmaya başladı: “Bu gün ilk defa on iki sene sonra Allah’ın huzuruna çıktım. Dört sene cezaevi ve sonrasında sekiz sene olmak üzere hiç ibadetim olmadı. Hep karamsarlıklar, facialar, takıntılar, sıkıntılar içerisinde yaşadım. Manevî açıdan zaman geldi inancımı kaybettim, zaman geldi inancıma döndüm. Hayatım, fikirlerim, karma karışık, iniş çıkışlarla geçti. Ancak bu gün Allah’ın huzuruna çıktım. Cuma namazını eda ettim. Kuş gibi hafifledim. O’nun huzuruna elimi kolumu sallayarak giremezdim. Arka yerlerde, ayakkabılığın yanında ezile sıkıla namaz kıldım. 62 yaşımda anamdan yeniden doğmuş gibi, bir rahatlık ve hafiflik hissettim. Bu mutluluğu bana yaşattığın için odana teşekkür etmek için geldim…” Fazla söze ne hacet sözün sultanına kulak verelim: “Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük rahatı vardır”1
Dipnot:
1.Sözler, 4.Söz 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Bursa’nın oğlu, İstanbul’un babası; Edirne |
YILLAR yılı yüce Osmanlı’ya başkentlik yapmış şehir... Gerek tarihî ve gerekse mimarî eserlerin piridir bu benzersiz şüheda ve tıbbiye şehri. Şehrin kalbi tabiî ki; Selimiye Camiidir... Bu şaheser ibadethanemizde kılınan namazın hazzına asla doyum olmaz. Yıllar yılı yüce Osmanlı’ya başkentlik yapmış şehir… 18. Asırda Avrupa’nın en büyük yedi şehrinden biri idi Edirne. Bursa’dan sonra, 100 sene kadar bir süre ile Osmanlı İmparatorluğunun başkenti oldu. Ardından ortada kalan Konstantipolis yüce Fatih tarafından fethedilerek İslâmbol oldu. Bu vesile ile Edirne; Bursa’nın oğlu İstanbul’un babasıdır! Gerek tarihî ve gerekse mimarî eserlerin piridir bu benzersiz şüheda ve tıbbiye kenti. Şüheda şehridir çünkü; Erzurumlu yüce Şükrü Paşa yokluk ve sefaletin kol gezdiği, cephanenin bittiği o günlerde hâl ve tavırları ile herkese cesaret kaynağı oldu. 1912 sonrası cephede can pazarı vardı, ama o şöyle haykırmıştı: “Düşman hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahalde gömeceksiniz…” Biz; şimdiki nesiller bu dedelerimize nasıl lâyık olabilir haklarını ödeyebiliriz acaba? Edirne ili Selimiye Camii ile bilinir Gerçekten de kentin kalbi bu şaheser ibadethanemizdir…. Ancak; Onun gölgesinde kalsalar da dünyada eşi ben-zeri olmayan özelliklere sahip mekânlar vardır bu memlekette. Tıbbiye şehridir Edirne. Beyazıt külliyesi ki; Darüşşifa idi… Burada tedavî hizmeti ücretsiz verilmekteydi ve bu medresede okuyan talebeler darüşşifadaki uzman hekimler yanında yetişti-rilmekteydi. Üç bölümden oluşmaktaydı: Mütehassıs cerrah odaları, kilerler, hususî diyet mutfakları. Bekçi odaları, akıl hastaları tecrit odası, ilâç olarak kullanılan şurupların pişirildiği mutfak ve personel odaları. İkinci ve üçüncü bölümlerde ilâç deposu ve eczaneler; yataklı kısımlardır. Sofalardaki musikî tedavisi tarihte eşi-benzeri görülmemiş şeref sahnesidir bizler için. Bu külliye aslına uygun hale getirilmiş ve ziyaretinizi beklemekte. Bakınız; bu arada hangi makamlar hangi derde deva imiş: Rast makamı: Havale ve felce Irak makamı: Afakana ve dar mizaca İsfahan makamı: Zihin açmaya, zekâyı artırmaya, hatıraları tazelemeye Zirevkent makamı: Sırt ve eklem ağrılarına; Rehavî makamı: Baş ağrısına Büzürk makamı: Ateşli hastalıklara, zihni temizlemeye, vesvese ve korkuyu uzaklaştırmaya Neva makamı: Kadın hastalıklarına Zengule makamı: Kalp hastalıklarına Raks makamı, felce, epilepsiye iyi gelir. Irak makamı, çocuklarda menenjit ve afakan hastalıklarına iyi gelir. İstafahan makamı, zihni açar, zekâyı arttırır, gönül tazeleyicidir, üşüten ve ateş verici hastalıklardan korur. Zirefgen makamı, Zengube makamı, Uşşak makamı, Hüseyni makamı, Neva makamı, ergenlik çağına gelmiş çocuklarda meydana gelen türlü rahatsızlıklara faydalı olup gönül okşayıcı ayrı bir makamlardır. Burada çalışanlara yapılan günlük ödeme ise, Baştabip 30 akçe, Tabipler 10’ar akçe, 2 kehhal 7’şer akçe, 2 cerrah 7’şer akçe, katip 4 akçe, hizmetliler 3’er akçe, Ferraş 3 akçe gassal 3 akçe, bevvap 3 akçe, hadim 3 akçe idi. Bu para, şu andaki en pahalı hastanelerin profesörlerine ve diğer personele ödenenin 30 katı kadardır! Her sene Haziran ayı son haftasında düzenlenen Kırkpınar Yağlı Güreşleri ve Kültür Etkinliklerine eskiden mumla davet edilirmiş misafirler. Ancak saray erkânına gönderilen mumlar özelmiş; dip kısmı kırmızı imiş… Kırmızı dipli mumla davet edilenler deyimi buradan hasıl olmuş! Dünyanın sayılı hukuk binalarından biri de Edirne’deki yargıtay binasıdır ve Kanunî zamanından kalmadır. Hani moda oldu ya; “ Ne yenir oralarda?” derler ya. Edirne’ye has yiyeceklerin piri mi? Elbette meşhur tava ciğeri bunların başında gelmektedir. Edirne’yi ziyaret edenler Edirne’nin tava ciğerini yemeden şehri terk etmezler. Bana ağır geldi, ama buralarda böreğin yanında süt içiyorlar. Meşhur deva-i misk tatlısı, peynir şekeri, misk sabunu cennetidir Edirne... Hassaten; Arasta çarşısındaki sahaflardan ise her türlü kitap ihtiyacınızı alabiliyorsunuz. Edirne hem kalbinizin, hem de ruhunuzun şehri olmayı başarıyor. Gerçekten de şehirlerin ruhu var… Payitaht olmuş bu mübarek şehir, gezildikçe anlaşılıyor; kaleme alınamıyor! 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Siyasette bir gün |
Siyasette ‘bir gün’ün bazen ‘bin gün’ gibi uzun olduğu ve önemli neticeler doğurduğu söylenir, ama insanlar buna pek de inanmak istemezler. “Bu günden yarına ne değişecek ki?” deyip, bugünkü hâl ve gidişe bakılarak yorumlar, değerlendirmeler ve tahliller yapılır. Neticede tahmin edilmeyen, beklenmeyen ve umulmayan gelişmeler ve değişmeler olur; yapılan tahlin ve analizler de ‘çöp’e gider. Dün de siyasette bir günün çok uzun olduğu hakikatini bir defa daha görmüş olduk. Sabah saatlerinde CHP Genel Başkanı olan ve iktidara karşı ‘kavgacı’ bir muhalefet sürdüren Deniz Baykal, öğleden sonra genel başkanlıktan istifa ederek yeni bir sayfanın açılmasına sebep oldu. 20 gün önce birisi çıkıp, “Baykal istifa edecek. CHP’de değişmeler olacak ve siyasette kartlar yeniden karılacak” deseydi kim inanırdı? Doğrusu inanmak için de pek bir sebep görülmüyordu. Çünkü Baykal, en çetin kurultaylardan da ‘başarı’yla lider olarak çıkmış ve kolay kolay koltuğu başkasına bırakmaya niyetli olmadığını göstermişti. Fakat “Gün doğmadan neler doğar” ve “Siyasette bir gün çok uzundur” tesbiti bir defa daha doğrulandı ve hem Türkiye’nin hem de CHP’nin gündemi baştan sona sarsıldı, değişti. Baykal, TV’lerden canlı yayınlanan konuşmasında iktidar mensuplarını ağır bir dille itham etti. “Komplodur” dedi, ama bundan “İddia edilen hadise yaşanmamıştır” anlamı çıkmadı. Ecdadımız, “Ne oldum deme, ne olacağım de!” demiş. Aslında tarihe mal olan bu tesbitleri her zaman ‘kulağımızda küpe’ olarak görmeli ve “yarın”ı, bir adım sonra da “ahireti” düşünmeliyiz. Bu istifa şunu da gösterdi: İktidarı elinde tutanlar da kendilerinin ilelebed oralarda oturacağını düşünmesin. Siyasette bir gün bile uzun olduğuna göre, yıllar sonrasını ‘çantada keklik’ olarak görmemek gerekir. Siyasetin geleceğine yönelik yapılan yorumlarda da buna dikkat etmek şart. Bugünden bakıp, “Şöyle olacak, böyle olacak. O halde biz de şöyle yapalım” demek her zaman doğru netice vermez. Siyasî tıkanıklıkların nasıl aşılacağı tartışılırken, bugün için gündemde olmayan ve gündemde olmasına da ihtimal verilmeyen siyasî anlayışların yarın bir gün Türkiye’nin birinci gündem maddesi olmayacağına hiç kimse garanti veremez. Siyasî değerlendirmeler yapan ‘uzman’lar önümüzdeki yılların siyasî haritasını çizerken, ‘demokrat misyon’a hiç yer vermiyorlar. Onlara göre bu misyon söndü. Böyle düşünenlere Baykal’ın istifa ettiği gün bir şeyler hatırlatmalı. Nasıl ki ‘dün’ün genel başkanı bugün o koltukta oturmuyor, bugünün iktidar sahipleri de yarın o koltuklarda oturmayabilirler. Hiç ihtimal verilmeyen ve ‘öldü’ diye bakılan ‘demokrat misyon’ da bir çınar gibi filiz verir ve boy atar. “İyi de bunu gösteren hiç bir emare yok ki!” diyenler ilk bakışta haklı olabilirler. Ama unutmayalım: Siyasette bir gün bazen bin gün gibi neticeler doğurabilir ve bugün ihtimal verilmeyen hadiseler yarın gerçek olabilir. “Ne oldum değil, ne olacağım” diyelim ve gelecek günlerin sürpriz gelişmelere gebe olabileceğini hiç bir zaman akıldan çıkarmayalım. 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Provokatif saldırılar… |
Terörün yeniden tırmanması, unutulan “açılım”ı “anayasa değişikliği” tartışmalarıyla yeniden gündeme getirdi. Dikkati çeken, “terörün tasfiyesi” ve “anaların gözyaşlarının dinmesi” hedefiyle başlatılan “açılım” sürecinde çatışmaların artması, 80’e çıkan şehid sayısına her gün yenilerinin eklenmesiyle daha da içinden çıkılmaz hale girmesi… Bilindiği gibi Meclisteki anayasa değişikliği görüşmelerinde diğer maddelere en az beş milletvekiliyle “sembolik destek” veren BDP, siyasî partilerin kapatılmasını zorlaştıran maddeye destek vermedi ve madde düştü. Bunun üzerine partisindeki 8-10 fireyi gözardı eden Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri, BDP’yi suçladılar. Erdoğan, çoktandır bahsetmediği “açılım”ı nazara vererek BDP’nin “nankörlüğü”nden dem vurdu; İmralı’daki terörist başını ima ederek bu partinin “talimat”la hareket ettiğini söyledi. Oysa HADEP-DTP ve BDP’nin hep terörist başının ve terör örgütünün direktifleriyle hareket ettiği herkesin malûmu. AKP siyasî iktidarı, bunu bile bile “açılım”da terör örgütünü muhatap alan bu siyasî hareketi muhatap aldı. İmralı’dan ve Kandil’den gelen ültimatomlara hareket ettiğini açıkça bildiren ve her fırsatta Öcalan’ın önerdiği “yol haritası”nın esas alınmasını isteyen bu parti ile yürütmeye kalkıştı… Neticede bu yanlış paradigma üzerine kurulan “açılım” ve “millî birlik projesi” tıkandı. Bizzat bunu ortaya atan siyasî iktidar tarafıdan bile gündem dışı bırakıldı…
“TEHDİTLER”İN ARKA PLÂNI… 30 yıldır küresel işgalci emperyal güçler tarafından 40 bin insanın katledilmesiyle terör ve tefrika fitnesinde kullandırılan Marksist ayrılıkçı terör örgütünün “miâdı dolduğu için” artık devre dışı bırakıldığı bilinen bir gerçek. Bu açıdan, son dönemde bu tepkiyle hareket eden Öcalan’ın tam da sözkonusu “açılım” ve “yeni anayasa değişikliği” ve referandum sürecinde yeni tehditler savurması, sadece terör örgütünün dışa bağımlı ve okyanuslar ötesinden gelen “tâlimat”la hareket ettiğini ortaya çıkarmakla kalmamakta; “açılım”ın ne denli esassız bir zemin üzerinde işlediğini ortaya çıkarmakta. Kısacası AKP siyasî iktidarının, PKK’nın direktifleriyle hareket eden DTP-BDP’yi muhatap alması, “gayr-ı meşru muhabbetin neticesi” olarak olarak tezâhür etmekte… Avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada AKP’nin derdinin demokratikleşme olmadığını ve “anayasa paketi” konusunda bir oyun oynandığını belirten Öcalan’ın, “AKP’nin kodunu, şifrelerini çözdüm” deyip yüklenmesi, bu açıdan ibret verici… Öcalan’ın, “AKP’nin amacının PKK’yi Ergenekon’un ve askerin bir kısmıyla çatıştırıp güçten düşürerek aradan sıyrılmak olduğu” yönündeki iddiaları daha çok tartışılacak. Ancak, Amerikan Kongresi’nin ve Amerikan savcılarının tesbitiyle çeyrek asrı aşkındır Kuzey Irak’ta terör örgütüne silâh, para, eğitim ve her türlü lojistik destek verip himâye eden ABD’yi ve işgal ortaklarını suçlaması, bir diğer ibret verici çarpıcı bir itiraf… Doğrusu, terörist başının “Bu politikaların arkasında ABD var, İngiltere var. Benim buraya getirilmemde de bu güçlerin rolü var. Küçük parçaları bir araya getirdiğimde iyice anlaşılıyor” ifadesi, her şeyi açığa çıkarıyor. Ve bunca zaman birlikte çalıştığı işbirlikçi ecnebi güçlerin, yabancı istihbarat servislerinin bir nebze sırtını dönmesine, ayak sürümesine infiâl gösteriyor.
“SİYASÎ PROVOKASYON” İTİRAFI… Ancak bütün bunlara karşılık Öcalan’ın, “son çağrı”yla “Haziran’a kadar bekleyeceğim eğer çözüm konusunda bir irade gelişmezse ben artık aradan çekileceğim” tehdidiyle azan terörün daha da azacağını haber vermesi; ve “Bundan sonra ben sorumluluk kabul etmeyeceğim” demesi, “açılım”ı, terör örgütünün siyasî kanadıyla yapmanın mümkün olmadığını deşifre ediyor. Gerçek şu ki Öcalan’ın, “KCK’ye de diyeceğim ki ‘sağlık koşullarım artık elvermiyor’. Sonra hükümet, devlet ne yapar, KCK ne yapar, savaşırlar mı, barışırlar mı, kendi aralarındaki sorunları nasıl ele alırlar, kendileri karar verirler bunlara” cümlesi, tam bir şantaj. Hele, “Karayılan, Duran ve Bayık’ın tehditleri” üzerinden, “İşte belirtiyorlar, kentlerde isyanlar, şehir ayaklanmaları, yaygın çatışmalar olacağını söylüyorlar, şiddeti orta düzeye tırmandıracağız diyorlar” korkutmasıyla resti, tam bir meydan okuma. Buna karşılık Başbakan Erdoğan’ın hemen peşinden, “birkaç haftadır terör örgütünün karakollara, güvenlik güçlerine yönelik kalleşçe saldırıların Türkiye topraklarında nifak ve fesat ekmeye yönelik iç siyasî gelişmelerle ilgili siyasî provakasyon olduğu” beyânı, “açılım”ın terör örgütüyle ve siyasî versiyonuyla olamayacağının açık bir teyidi oluyor. Tefrikayı esas alan terör örgütünü ya da siyasî cenâhını, bin senedir Türklerle ve diğer unsurlarla ortak inanç, tarih ve kültür birliği ve bütünlüğü içinde yaşayan “Kürtlerin temsilcisi” görmenin vahâmetini bir defa daha su yüzüne çıkarıyor… “Misyonu” terörle provoke etmek ve etnik ayırım üzerinde bölmek ve parçalamak olan terör örgütüyle ve “tâlimatlı” politik işbirlikçileriyle “demokratik açılım” olmayacağı bir defa daha görüldü, görülüyor… 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Elhamdülillah |
İnsanım elhamdülillah. Ahlâksızlığın, yüzsüzlüğün, bencilliğin, ilkesizliğin, kaypaklığın, aymazlığın, yalakalığın, arsızlığın, ruhsuzluğun insan adını aldığı, insanın insanlığından utandığı bir dünyada “insan” olarak kalabildiğim için elhamdülillah. Helâket, dalâlet, sefillik ve sefihliğin ortasında kalakaldım; “her hal ve durumda Allah’a hamdolsun” diyebildiğim için elhamdülillah. Şairin, “Bir âlem ki, gökler boru içinde! Akıl almazların zoru içinde. Üst üste sorular soru içinde: Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?” diyerek tarif ettiği karışık bir dünyada, içleri kemiren sorular karşısında susup pusmadığım için elhamdülillah. Kimler geldi, kimler geçti bu sus puslar içinde. “İyiler alemden göçtü çekildi/Bizler zamanenin …ne kaldık.” diye dövünenlerle “Kötüler âlemi almış gidiyor, iyiler kendini canım, yormasın boşa” diye teselli arayanların içinde, birkaç iyinin mücadelesini verebilenlerin yanında olabildiğim için elhamdülillah. Gömlek değiştirmeden kalabildiğim, gömleğimi satın almak isteyenleri reddedebildiğim, sıçratılan çamurlardan gömleğimi koruyabildiğim için elhamdülillah. Nice memleket sevdalıları vardı yanı başımızda, nice dostlar, nice Ömerler, nice Hamzalar… İki kuruşa satışa çıkarılan sevdalar içinde Leylâlarını unutuverdiler. Bu sevda pazarında Leylâ’ma sahip çıkabildiğim, Leylâ’ma dâvâm diyebildiğim, Leylâ’mı peşkeş çekmediğim için elhamdülillah. Bukalemunlara sevda yaraşmaz. Makam ve mevki uğruna bukalemunlaşanlara, pragmatizmi hayat felsefesi haline getirerek insanı ve hayatı değersizleştirenlere, güzellikleri çiğneyerek çirkinleşenlere atfen söylenen “nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok; nice elbiseler gördüm içinde insan yok” sözüne yakışmadığım; malk, mülk ve makamla ilgili sorulara muhatap olmadığım için elhamdülillah. Menfaatperestliğin metalaştığı, putçukların çoğaldığı bir âlemin içinde adam sandıklarımın adam olmadığını, büyük sandıklarımın ne kadar küçük olduğunu görebildiğim, kimseye hak ettiğinden fazla değerin verilmeyeceğini pek çabuk anladığım için elhamdülillah. “Ben bugüne kadar bordrolu memur değildim” diyerek paracıklarını savunmaya geçenlerin karşısında, helâl lokmanın ne kadar büyük bir servet olduğunu bilebilenlerden biri olduğum için elhamdülillah. Kasedim yok elhamdülillah. Ahlâktan, dürüstlükten, düzgünlükten dem vuran, cumhuriyetin temel nitelikleri diye diye ortalığı kasıp kavuran müptezel solcuların payimal ettikleri namus, ahlâk ve irfan karşısında tüm saflığımla kalabildiğim; namussuzların kaset savaşları içinde yer almadığım, “Tencere dibin kara, seninki benden kara”larla aynı safta bulunmadığım için elhamdülillah. Kemerini düzgün bağlayamayanlar nasıl memleket yöneteceklermiş, içinde namus kavramının bulunmadığı bir cumhuriyet nasıl ayakta kalacakmış, bacımın iffetiyle uğraşanlar ne kadar iffetsizmişler; dünya gözü ile görebildiğim için elhamdülillah. Ülkemi, milletimi ve mukaddesatımı bir felâketin eşiğine getiren asırlık bir fitnenin ve ihanetin içinde yer almadığım için elhamdülillah. Ne onun adamı ne de şunun taşeronuyum. Ne bunun ahbabı ne de şunun çavuşuyum. Ben hakkın hatırını âli tutanlarlayım. Bu yolda cennet sevdasından da cehennem korkusundan da geçenlerleyim; “Cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim” diyen bir dâvâ adamının peşindeyim. Kim olduğumuzu, bu fani dünyada niye bulunduğumuzu çoktan fark ettik; “garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem” dedik, haddimizi bildik; gerisi boş laf, elhamdülillah. 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Ahlâksız savaş |
Türkiye'de özellikle son dönemde yaşanan siyasî olayları "ahlâksız bir savaş" olarak nitelemek mümkün. Siyaset ve onun aktörleri her türlü etik değerden uzak bir şekilde birbirlerine vurmaya devam ediyor. Biz ise bu ahlâksız savaşın seyircisi hükmündeyiz. Bir zamanın zalimleri şimdi mazlum olmuşlar, bir başka zalimce saldırının hedefi haline gelmişler. Ne şimdi vuranlar masum, ne de bu vurulanlar daha önceden masumdular. Dolayısıyla bu hengâmda ahlâksız savaşa seyirci olmak ve herhangi bir tarafta yer almamak en doğru davranış biçimi olacaktır. Siyaset topuzunu eline alan muhakkak birinin başına vurarak onu parçalayacaktır. Dolayısıyla siyasete ilkesiz ve kutsî bir gaye gütmeden tarafgir olmak, yahut onu kendi şahsi menfaatlerine vesile yapmak veya din gibi mukaddes değerleri ona alet ederek hareket etmek kat kat zulüm işlemek anlamına gelecektir. Böylece işlenen ahlâkî cinayetlerin ortağı olmak durumunda da kalınacaktır. Bugün yaşananlara demokrasi mücadelesi demek çok iyi niyetli ve safdil bir yaklaşım olur. Türkiye'de yaşanan ne yazık ki demokrasi mücadelesi değildir. Bu düpedüz iktidar kavgasıdır. Bugün siyasetin bütün aktörleri bu cürme ortaktır. Demokrasi, refah ve adalet mücadelesi verilmesi gerekirken kirli bir şekilde iktidar savaşı vermenin bu ülkeye nelere mal olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Kaybeden hep millet oluyor. Filler savaşırken çimenler eziliyor… Daha da önemlisi, mukaddes bazı değerleri yakalarında bir rozet gibi taşıyanlar kendileri alçaldıkça ve siyasetin kirli ve ahlaksız yollarına girdikçe o mukaddes değerleri de karalıyor ve alçakta gibi görünmesine sebep oluyorlar. Siyasete bakış açısında ahlâk ve ilke vazgeçilmez olmalıdır. Temsil ettiğiniz düşünce ne olursa olsun, esas onu temsil ediş biçiminiz ve takip ettiğiniz metotlar sizin gerçekte ne olduğunuzu ele verecektir. Dolayısıyla metot ve ilke her şeyden önce gelir. Güzelliklere çirkin yollarla ulaşılamaz. Kötü vasıtalarla mukaddes mefkurelere varılamaz. Siyasete intikam, hırs, makam ve menfaat sevdası, rantiyecilik anlayışı, partizanlık gibi gözlüklere bakanlar hakikati olduğu gibi göremezler. Siyasete iktidar mücadelesi mantığıyla yaklaşanlar "millete hizmet" sevdası gibi masum ve temiz niyetlerin ardına sığınıp esas maksatlarını gizleyemezler. İktidara ulaşmak amacıyla her türlü çirkinliği mubah görenler kendilerini masumlar safında gösteremezler. Her türlü gayri ahlâkî yolla elde edilen muvaffakiyetler hakikat nokta-i nazarında hükümsüzdür; bir dirhem bile kıymeti yoktur. Bu yollarla bütün dünyayı fethetseniz de siz bir Fatih değil olsa olsa Hülagu olursunuz. Böylesi ahlâksızca savaşların yaşandığı bir kaos ortamında ise darbeler, darbeciler, iftiralar, müfteriler, belgeler, videolar, kasetler havada uçuşur. Çok canlar yanar, çok intikamlar alınır, çok komplolar tezgâhlanır. Bu harala gürele içinde beşer zulmederken, kaderin de adalet ettiği gerçeğini unutmayalım. Ancak mühim olan o ki, bir takım beşerin zulümlerine ortak olmayalım. Hem de çok mühim deliller, burhanlar ve gerekçelerle bu savaşın bir tarafı olmamamız gerektiği bize ders verilmişken bu zulümlere ortak olmamız hakikat adına bir ihanet olabilir. Gece karanlık örtüsünü kaldırıp, güneş nuruyla ortalığı aydınlatınca; ahlaksız savaş sona erip, meydandaki cesetler toplanınca; iyi ki bu kirli savaşta taraf olmadım diyebilmek için, biraz daha sabır göstermek gerekecektir. Bu sabrı gösterenlerden olalım. 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Gündem yine karışıyor |
Anayasa paketinin iki maddelik fireyle Meclisten geçtiği günlerde Baykal’ı istifa ettiren kaset skandalı medya gündeminin ilk sırasındaki yerini korurken, yine sıklaşan şehit cenazeleri bile “kanıksanmış” görünüyor. Gerçi Enerji Bakanı Yıldız’a yönelik yumruklu saldırının tekrarlanmaması için, müteakip cenazelerde alınan ve yer yer halkın cami avlularına sokulmamasına kadar vardırılan çok sıkı güvenlik tedbirlerine rağmen, Kozan'daki son cenazede Kürşad Tüzmen’in muhatap olduğu öfkeli protestolar, gerilimin devam ettiğini gösteriyor. Ve terördeki endişe verici tırmanış devam ederken, önümüzdeki günlerde siyasî suikastların da gündeme gelebileceğini iddia edenler var. Her ne kadar klasik darbe yöntemleri gibi, vaktiyle darbe ortamı oluşturmanın en etkili aracı olarak kullanılmış olan suikast ve cinayet gibi eylemlerin de artık demode olduğu; onların yerine Baykal’la ilgili kasette görüldüğü üzere, hedefteki ismi “siyaseten bitirme” taktiklerinin öne çıktığı bir sürece girildiği düşünülse dahi... Gerek terör olaylarındaki tırmanış, gerekse dâvâsı Ergenekon’la birleştirilmiş olarak devam eden Danıştay saldırısı, önceki klasik yöntemlerin tümüyle devre dışı olmadığına işaret ediyor. 4. Ergenekon iddianamesindeki “Örgüt hâlâ tam olarak çökertilemedi” tesbiti, bu bağlamda gözardı edilmemesi gereken önemli bir kayıt... Dileğimiz, son karakol saldırıları, çatışmalar ve mayın tuzaklarında olduğu gibi, istihbarat bilgilerine dayandırılarak günler öncesinden medyaya da yansıyıp, daha sonra yazıldıkları şekilde gerçekleşen sarsıcı olayların tekrarlanmaması ve siyasî suikast boyutuna da taşınmaması. Ve güvenlik birimlerinin, söz konusu raporları ciddîye alıp tedbir bahsinde açık vermemeleri. Bunu ifade ettikten sonra, gündemdeki kaset olayına çok kısa bir şekilde değinecek olursak: CHP ile bağlantılı çevrelerde dahi bu “komplo” parti içi derin adreslerin işi olarak gösterilirken, Baykal’a atfedilen yorumlarda ise “devlet” faktörüne atıf yapılıyor. CHP liderinin, özellikle “İnançlı kesimlere sahiplenmemiz ve Kutlu Doğum konuşmamız bazı kesimleri rahatsız etti” değerlendirmesinde bulunduğu ifade ediliyor. Geçen sene 29 Mart seçimi öncesindeki “çarşaf açılımı”nın perde gerisi mimarlarından olduğu ortaya çıkan Mehmet Sevigen, yıpratma amaçlı değişik bir senaryo ile hedefe konulup, parti vitrininden çekilmek zorunda bırakılmıştı. Dolayısıyla, son skandalla ilgili olarak dile getirilen farklı spekülasyonlar bir yana, olayın bu ciheti de yabana atılmaması gereken bir ihtimal. Bu bağlamda, Erdoğan’ın İnönü’yü Hitler’e benzeterek başlattığı tartışmanın, CHP’yi “geçmişini müdafaa” psikolojisine sürükleyerek Baykal’ın Kutlu Doğum açılımından uzaklaştırma gibi bir tuzak oluşturması riski de söz konusu. “Ebedî Şef”e sahiplik yarışını sürdürürken Millî Şefe yüklenip tek parti rejiminin bütün olumsuzluklarını İnönü’ye yıkan bir yaklaşıma dayanması ayrı bir problem oluşturan bu çıkışın zamanlaması da ayrıca dikkat çeken bir nokta. Baykal’ın Kutlu Doğum mesajlarının desteklenip teşvik edilmesi gereken bir ortamda eski defterleri, üstelik en önemli ve kritik boyutunu eksik bırakarak karıştırmanın izahı ve mantığı ne? Diğer ihtimaller içinde, Erdoğan’ın her fırsatta tekrarladığı “Anamuhalefetten çok memnunuz, onun sayesinde rahat ediyoruz” söyleminde ifadesini bulan yapıyı değiştirmek için düğmeye basıldığı ve CHP’den başlayan bir değişim hareketiyle siyasetin tamamını yeniden dizayn etmeyi amaçlayan bir projenin gündeme getirilmeye çalışıldığı yönünde iddialar seslendirilmekte. Son günlerde “AKP’ye kapatma dâvâsı” iddialarının tekrar gündeme getirilmesi de manidar. Belli ki, siyaset gündemini sıcak ve sürpriz gelişmeler bekliyor. Kendisini aşan sonuçlarıyla bu gelişmeleri tetikleyen faktör ise, eksik ve hatalarıyla Meclisten geçen anayasa paketi olacak gibi. 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İfsat komitelerinin tuzağı: İslâmofobi |
Batı’da İslâmî gelişmeler hızla devam ediyor. Ne var ki, bir kısım mihrakların İslâmiyet’e karşı korku ve önyargıları körüklediği gözleniyor. “İfsat, dinsizlik ve ahlâksızlık komitelerinin“, İslâmiyete olan akını durdurmak için dehşetli planlar yaptıkları, oyunlar ve tuzaklar kurdukları sır değil. 11 Eylül’de ABD’deki Dünya Ticaret Merkezi kulelerine ve ardından Madrid ve Londra’daki bombalı saldırılardan sonra, İslâm’ın âdeta şiddet ve terörün kaynağı olarak gösterilmesi, bunun günümüzdeki en dehşetli örneklerinden birisi. Zira, çocuk aklı dahi kestirir ki, Afganistan dağlarındaki Usame Bin Ladin, teknik ve teknolojinin son harikalarıyla, kitle iletişim ve haberleşme harikalarıyla donanmış olan ABD’ye karşı bu saldırıya yapamaz! Avrupa’da olduğu gibi, İsviçre’de de, İslamofobi (İslâm korkusu) imajı yaygınlaştırılmak istendiği gözden kaçmıyor. Barışın, emniyetin, güvenin kaynağı olan İslâm, kasıtlı olarrak “terörizm“ ile eş anlamlıymış gibi gösteriliyor. Entellektüeller bile, “Yani sizin dininiz de, Hz. İsa’nınki gibi sevgi dini mi?“ diye sorabiliyor. Aydını böyle düşünürse, sıradan vatandaşların nasıl iğdiş edileceğini tahmin etmek zor değil. Ki, Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi’nin (EUMC) 2006 yılında yayımlamış olduğu raporda, Avrupa’daki Müslümanların istihdam, eğitim ve barınma başta olmak üzere hayatın neredeyse tüm alanlarında dışlanarak ayrımcılığa maruz kaldığı ifade ediliyor. Ne yazık ki, İslamofobi, sözlü tehditlerden, kişi ve mülke yapılan fizikî saldırılara kadar uzanabiliyor. Üstelik, raporda Avrupalı Müslümanlara karşı yapılan ayrımcılığın ve İslamofobik olayların yayılım ve mahiyetleri yeterince belgelenip rapor edilmiyor. İslamofobinin en ilginç göstergelerinden birisi, “Minare Yapımına Hayır” adı altında düzenlenen kampanyalar. Batı’da her ne kadar demokrasi, insan hak ve hürriyetleri gelişse de, bazı gruplarda başkalarının dinine, inançlarına, sembollerine karşı bir tepki yerleşmiş. Burada önem arz eden şey; bu ülkelerde yaşayan Müslümanların, İslâmın özellklerini, güzelliklerini, ahlâkını, fiilleriyle izhar etmeleri, açıklamaları. Yani, iman esaslarını özümseyip benimsemeleri, İslâm şartlarını ifa etmeleri ve baştan ayağa nezaket, nezahet olan İslâm ahlâkını sergilemeleridir. İslâma ve Müslümanlara karşı önyargılar ancak İslâmı fiilen yaşamakla kırılabilir. 11.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (2) |
Ssiyasî ve içtimaî hayatımıza dair birikmiş suâlleri cevaplamaya devam ediyoruz. * * * Suâl: Nedir şu "Ahrar ve Demokrat" çizgisi ki, yazılarınızda sıklıkla bu misyonu nazara veriyor ve bunu doğru siyasetin adresi olarak gösteriyorsunuz?
Cevap: Siyaseten birbirin devamı, özdeşi ve mütemmimi mânâsındaki "Ahrar ve Demokrat" tabirini kullanan ve buna sahip çıkan zât, öncelikle Bediüzzaman Said Nursî'dir. Bu gerçeğe, onun birkaç eserinde rastlamaktayız. Kaynak isimleri aşağıda... Risâlelerde iki türlü Ahrardan söz ediliyor. Biri genel anlamda ki, Osmanlı Devletinin inkıraza ve imparatorluk sisteminin dünya çapında iflasa gittiğini hisseden Osmanlı hürriyetperverlerinin 1865'ten sonraki meşrûtî sistem arayışlarıyla alâkalıdır. (Bu kısımla ilgili bazı kaynaklar şöyledir: Divan–ı Harb–i Örfi, s. 89; Münazarat, s. 58; Münazarat, s. 125. Yeni Asya, 1994.) Diğeri ise, II. Meşrûtiyetin ilânından sonra ayrı bir parti olarak siyaset meydanına çıkan Ahrar–ı Osmaniye Fırkasıyla ilgilidir. Bu fırka, 1908 ve 1912 yılı genel seçimlerine katılmakla beraber, ciddî bir varlık gösteremedi. Komitacı İttihatçılar, anamuhalefet konumundaki bu partiye 31 Mart Vak'asından sonra adeta kan kusturdular. İleri gelenlerinin çoğunu idam ettirdiler. Bakiyesini de 1912'den sonra çeşitli cezalara çarptırarak dağıttılar. Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte siyaset sahnesinden çekilen ve adeta silinme noksatısa gelen bu hareket, tek parti zihniyetinin hükmettiği dönemde de ortaya çıkma fırsatını bulamaz. Zaten, ortada eski "Ahrarlar"dan bir tek siyasetçinin kaldığı da herhalde söylenemez, gösterilemez. Said Nursî, ortada şahıs kalmamakla beraber, eski Ahrar hareketinin devamı olarak Demokratların siyaset meydanına çıktığını ifade eder. Yani, çizgi ve misyon itibariyle, Demokratların 35 sene evvelki Ahrarların devamı olduğunu söyler. Bu noktada, 35 sene arayla siyaset meydanında zuhur etmiş olan bu iki hareket arasındaki irtibatı, bağlantıyı sağlayan yegâne şahsiyetin Bediüzzaman Hazretleri olduğunu görmekteyiz. İkinci bir isme ratlayabilmiş değiliz. Said Nursî, İttihad–ı Muhammedî Cemiyeti içinde yer almakla beraber, Ahrar Fırkasıyla müttefik ve onlara "nokta–i istinad" olduklarını açıkça ifade ediyor. Aynı açıklıktaki bir ifadeyi de 1950'li yıllarda Demokrat Parti için sarf ediyor ve hülâsaten şunu söylüyor: "Otuz beş senedir siyasetten kat'ı alaka eden, eskide 'İttihad–ı Muhammedi', şimdi 'Nurcular' nâmını alan ve İttihad–ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz Demokratlara nokta–i istinad olmalı." Bahsettiği "Ahrarlar" hareketinin, istibdad–ı mutlakı kaldıracağına işaret eden Ütad Bediüzzaman, zaman içinde bu misyonun—inşaallah—tam bir hürriyet–i şer'iyeye vesile olacağı müjdesini de veriyor. 1946'dan itibaren Demokrata dönüşen ve "Ahrar–Demokrat" hüviyetini alan bu misyon hareketine dair Risâle eksenli bazı kaynakları da şu şekilde sıralamak mümkün: (Beyanat ve Tenvirler, s. 201; Emirdağ Lahikası, s. 264; Emirdağ Lahikası, s. 267; Emirdağ Lahikası, s. 271; Emirdağ Lahikası, s. 426. Yeni Asya, 1994)
(Devamı var)
Tarihin yorumu 11 Mayıs 1938
M. Kemal'in serveti CHP'ye
Menkul ve gayr–ı menkulleriyle büyük bir servete sahip olan M. Kemal, ölümünden 5 ay evvel yazmış olduğu bir vasiyetnâme ile bu büyük mirasın varisini belirlemiş oldu. Servetinin ve mirasının hemen tamamını CHP'ye bağışlayan M. Kemal, 11 Mayıs 1938'de Meclis'ten bu yönde bir kararın çıkmasını sağlayarak, miras devrini bir bakıma garanti altına almış oldu. Yaklaşık bir sene kadar evvel bu yöndeki resmî işlemlerin başlatılmasını talep eden M. Kemal, 11 Mayıs'ta ise Meclis vasıtasıyla son noktayı koydu. Servetin dökümü ve devrine dair bilgiler, ana hatlarıyla şöyledir:
Araziler Arazilerinin toplam büyüklüğü 154 bin 729 dönümü geçiyordu. Ankara, Silifke, Tarsus, Dörtyol ve Yalova’da büyük çiftlikleri vardı. Bu çiftliklerin gelirini 1927'den beri CHP’ye bırakmıştı. Son olarak mülkiyetini devretmiş oldu.
Maaş ve nakit paralar M. Kemal'in İş Bankasında birikmiş olan toplamı 73 bin lirayı geçiyordu. Bunun dışında 1,5 milyonu aşan nakit paralar da vardı. Bu servetin tamamı CHP’ye miras olarak kaldı.
Gayr–ı menkuller M. Kemal, sahibi olduğu Ulus Matbaasını ile çevresindeki bütün bina ve arsaları CHP’ye, Hipodrom ve Stad çevresindeki arsaları ve Ankara’daki otel ile altındaki dükkânları da Ankara Belediyesine bağışladı. CHP'ye, ayrıca 45 daire, 7 ağıl, 6 mandıra, 8 ahır, 7 ambar, 4 samanlık, 6 hangar, 4 lokanta ve gazino ve 2 fırın ile 2 sera hibe edildi.
Menkuller M. Kemal, kendisine ait 13 bin koyun, 443 sığır, 69 at, 2450 tavuk, 16 traktör, 13 biçer–döver, 5 kamyon, 2 otomobil, 19 araba ve 1 adet deniz motorunu da yine Halk Partisine bağışladı.
Şahsî yardımlar M. Kemal, çevresindeki Hanımlardan Makbule, Afet, Sabiha Gökçen, Ülkü, Rukiye ve Nebile’ye para yardımı ile İsmet İnönü’nün çocuklarına eğitim yardımının yapılmasını vasiyet etti. (2006'da Ülkü Hanımın eline aylık 5 bin lira civarında nakit para geçtiği tesbit edildi.) NOT: Daha geniş bilgi için 20.02.2006 tarihli Tempo dergisine bakınız. 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Hizmetteki lezzet |
İnsan, ömrü boyunca çalışır, çaba sarf eder, gayret gösterir. Bu gayretleri, bir şeylere hizmet etmek içindir. Çalışıp çabalamakla, rızkını kazanmak sûretiyle evvelâ nefsine hizmet eder. Sonra, ailesinin huzuru ve mutluluğu için çalışır, ailesine hizmet eder. Askerlik yaşına gelir, silâh altına alınır. Vatanını korumak için gerektiğinde canını vermekten çekinmez, vatanına hizmet eder. Yaşlı ve bakıma muhtaç olan anne ve babasına hizmet eder, bundan da büyük bir mutluluk duyar. Bir misafiri ağırlar, bir yolcuya yol gösterir, bir muhtaca yardım eder, bu hizmetleri yaparken de büyük bir lezzet alır. Bir ülkenin yöneticileri, bir ordunun kumandanları, bir dairenin amirleri ve bir hizmetin başında bulunanlar, hep birer hizmetkârdırlar. Hizmetlerinin karşılığı olarak her biri bir ücret alır ama, en büyük ücret, o hizmetin içindeki lezzette gizlidir. Yani insan sevdiği ve saygı duyduğu değerlere hizmet eder ve bu hizmetten de büyük bir lezzet alır. İnsan için öyle bir hizmet türü daha var ki, ücreti de, lezzeti de başka hiçbir hizmette bulunmaz. İnsanın en değerli varlığı, ebedî hayatını kazandıran iman nimetidir. En büyük hizmeti de bu nimet için yapmalıdır. İnsan imana hizmet etmenin lezzetini, imanın kuvveti nisbetinde hisseder. Bu öyle bir lezzettir ki, en derin hasretleri vuslata çevirir, en koyu zulmetlerde nuru gösterir, en büyük dertlerde dermanı buldurur. Bu hizmet, zindanları saraylara çevirir, elemleri lezzetlere tercih ettirir. İman hizmetinin mahiyetini ve lezzetini idrak etmek için, en kısa ve en emniyetli yol, sünnet-i seniyye yoludur. İnsanı bu yola sevk ve teşvik eden en güzel müşevvik meslek ise, Risâle-i Nur mesleğidir. Risâle-i Nur’a uzaktan bakanlar bu lezzeti fark edemezler. Biraz yaklaşıp, bunun nasıl bir hizmet türü olduğunu, Nurların mahiyetinin ne olduğunu anlamak için Risâle-i Nurlara dokunmak, nurcuları tanımak, içlerine girmek gerekir. Nur dairesine girenler, zaten imanın cereyanına kapılır. Bu durum, kelebeğin lamba etrafında dönmesi, onun sıcaklığını hissetmesi gibidir. İnsan bu ateşte yandıkça hizmette aldığı lezzet artar. İmanın cereyanına kapılanlar, her türlü fedakârlığı, çileyi, mahrumiyeti göze alırlar, gerektiğinde en ağır bedeli ödemekten büyük bir zevk duyarlar. Daha da ileri giderek iman hizmetini hayatının merkezine oturtanlar ise, hakkalyakîn derecesinde bu hizmetle bütünleşmiş olurlar. Bu hâl, ateşin ne kadar lezzetli olduğunu fark ederek, kelebeğin kendini bu ateşin kollarına bırakması halidir. Ateşle bütünleşen kelebeğin kanatları kavrulmuş, bedeni bir tarafa savrulmuş olur ama artık onun kanatlara ihtiyacı kalmamıştır. Aşk ateşiyle yananlar, gözsüz görmeyi, kulaksız işitmeyi, kanatsız uçmayı öğrenmiştir. Allah dostlarının iman hizmeti yolunda çektikleri çilelerden zevk almalarının sırrı, hizmet içindeki bu lezzetten dolaydır. İmam-ı Azam Hazretlerini zindanlara düşüren; Bediüzzaman Hazretlerine, dünyasını da, ahiretini de feda ettiren ve ”Milletin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” dedirten sır, hizmetteki lezzette gizlidir. Hasbelkader veya ikram-ı İlâhî olarak kendisini iman hizmetinin içinde bulanlar, çektikleri sıkıntılardan zevk aldıkları nisbette hizmetten hisse aldıklarını hissedebilirler. 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Sekîne duâsı üzerine |
Suzan Hanım: “Sekine duâsı nelerden bahseder? Nasıl okunur? Bu duâyı on dokuz defa okumamızın sırrı ve hikmeti nedir? Nerede ve ne zaman okumalıyız?”
Sekine duâsı, aslı vahye dayanan yüksek, sırlı, tılsımlı, feyizli ve kuvvetli duâlardandır. Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Peygamber Efendimizin (asm) huzurunda bir sayfa indiriyor. Allah’ın altı ismi yazılı bulunan bu esrarlı ve tılsımlı duâ sayfası Hazret-i Ali’ye (ra) tebliğ ediliyor. Hazret-i Ali (ra) bu hâdiseyi şöyle anlatıyor: “Ben Cebrâil’i gökkuşağı gibi semâyı kuşatmış olarak gördüm. Sesini işittim. Sayfayı ondan aldım. Sayfada Allah’ın Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs isimlerini yazılı buldum.”1 Sekine ile bildirilen ve Allah’ın Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl ve Kuddûs isimlerinden ibâret olan bu altı ismi Hazret-i Ali (ra) için ism-i azamdır. Bu isimlerden Hakem ve Adl isimleri İmam-ı Azam için ism-i azamdır. Hayy ismi, Abdülkadir-i Geylânî için ism-i azamdır. Kayyum ismi, İmam-ı Rabbanî için ism-i azamdır.2 Keza bu isimlerin tamamının asrımızda bir meyvesi zuhur etmiştir: Risâle-i Nur.3 Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’u bu altı ismin mazhariyetinde telif etmiş, Otuzuncu Lem’ayı da özel olarak bu altı ismin izah ve tefsirine ayırmıştır. Bu isimlerin manaları kısaca şöyledir: Ferd: Allah birdir, tektir, yegânedir, biriciktir, istiklâl ve infirad Sahibidir. Hayy: Allah sonsuz diridir, ezelî, ebedî ve ölümsüz hayat Sahibidir. Her şeye hayatı veren, her şeyi dirilten O’dur. Kayyum: Allah daima kaimdir, tâbir caizse daima ayaktadır, yarattığı her şeye hâkimdir, varlıkları dilediği gibi idare eder, sevk eder ve yönlendirir, her şey O’nunla var olur, O’nunla ayakta durur, O’nunla devam eder. Allah’ı ne bir uyuklama, ne bir uyku ve ne bir gaflet hâli almaz. Göklerde ve yerde ne varsa, O’nun iradesiyle ve kayyûmiyetiyle varlığını sürdürür ve ayakta kalır. Hakem: Allah hüküm Sahibidir, hikmet Sahibidir, yarattığı her şeyde bir hikmet ve bir fayda gözetmesi O’nun yüksek âdetindendir. Faydasız ve boşu boşuna bir şeyi yaratmaz. Yarattıklarını gözetler ve denetler. Kullarından haklıyı ve haksızı ayırır, aralarında hak ve adaletle hükmeder. Adl: Allah adalet Sahibidir, her yarattığına hakkı olan her şeyi verir, hiç kimseye hiçbir zaman haksızlık yapmaz, mahşerde adaletle hükmeder, cezası zulüm veya haksızlık değil, adaletten ibarettir. Allah kendisi adalet Sahibi olduğu gibi, kullarına da her işlerinde adaleti emreder. Kuddûs: Allah paktır, temizdir, noksanlıklardan, kusurlardan, acizliklerden, küfür ve dalâlet ehlinin düşündüğü her türlü eksik sıfatlardan münezzehtir. Allah kemal sıfatlar sahibidir. O’nun her sıfatı, her ismi, her işi, her fiili mükemmeldir. Varlıkları mükemmel, kusursuz, temiz ve pak yaratır. Temizliği sever, temizliği emreder, işlediklerinden pişman olan ve tövbe eden kullarını günahlarından arındırır ve temiz kılar. Sekînede bu isimlerin zikrinden sonra on dokuz harfli on dokuz âyetle Allah’tan istimdat edilir, Allah’a sığınılır, muhtelif isimleri ile Allah zikredilerek dünyevî ve uhrevî her sıkıntımızı aşmamız için bu isimlerin feyiz ve bereketi istenir. Kısaca arz edelim: 1-Allah her sıkıntıdan sonra kolaylık lütfedecektir.4 2-Yüzler Hayy-ı Kayyum olan Allah'ın huzurunda eğilmiştir.5 3-Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.6 4-Allah tövbeleri çok kabul edici ve kullarına çok merhamet edicidir.7 5-Muhakkak ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.8 6-Muhakkak ki, Allah her şeye gücü yettiği halde çok bağışlayıcıdır.9 7-Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve her şeyi hakkıyla görür.10 8-Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her işi hikmetle yerine getirir.11 9-Muhakkak ki, Allah sizin üzerinizde gözeticidir ve her halinizi görür.12 10-Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.13 11-Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin.14 12-Şüphesiz Allah’a tâbi olan topluluk gerçek galiplerin ta kendisidir.15 13-Muhakkak ki Allah azabında pek kuvvetlidir ve kudreti her şeye galip olandır.16 14-Muhakkak ki hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her türlü övgüye lâyık olan ancak Allah’tır.17 15-Allah bana yeter. O’ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur.18 16-Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.19 17-En büyük korku olan kıyametin dehşeti onlara üzüntü vermez.20 18-Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım isteriz.21 19-Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.22 Üstad Hazretleri on dokuz Kur’ân ayetinden alınan on dokuzar harfli bu yüksek ve öz metinlerin besmeleden itibaren on dokuz defa okunmasını tavsiye etmiştir.23 On dokuz rakamı Kur’ân’dan alınan bir şifredir. Bilindiği gibi, Kur’ân’da ebedî âlemlerle ilgili verilen bir haberde on dokuz adedi telaffuz ediliyor.24 Seksen yılı aşkın hayatı boyunca karşılaştığı dehşetli fitnelerden harika bir surette korunmuş olan Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin, İmam-ı Gazali yoluyla Hazret-i Ali’den (ra) ders aldığı Sekine gibi yüksek esrarlı evradı kendisine daimî bir vird edinerek hiç terk etmeden okumuş olması25, bize, her sıkıntı ve fitne ânında sığınacağımız açık ve koruyucu bir kapı olduğunu göstermeye yeterlidir.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, İstanbul, 2001, s. 193; 2- Lem’alar, İstanbul, 2001, s. 520; 3- Lem’alar, İstanbul, 2001, s. 198; 4- İnşirah Sûresi, 5 ve 6. âyetten alınmıştır. 5- Kısmen Bakara Sûresi, 255. âyetten iktibastır. 6- Hadîd Sûresi, 9. âyetinden alınmıştır. 7- Nisâ Sûresi, 16. âyetten alınmıştır. 8- Nisâ Sûresi: 23. âyetten alınmıştır. 9- Nisâ Sûresi: 149. âyetten alınmıştır. 10- Nisâ Sûresi: 58. âyetten alınmıştır. 11- Nisâ Sûresi: 11. âyetten alınmıştır. 12- Nisâ Sûresi: 1. âyetten alınmıştır. 13- Fetih Sûresi: 1. âyettir. 14- Fetih Sûresi: 3. âyettir. 15- Mâide Sûresi: 56. âyetten alınmıştır. 16- Hûd Sûresi: 66. âyetten alınmıştır. 17- Hac Sûresi: 64. âyetten alınmıştır. 18- Tevbe Sûresi: 129. âyetten alınmıştır. 19- Âl-i İmrân Sûresi: 173. âyetten alınmıştır. 20- Enbiyâ Sûresi Sûresi: 103. âyetten alınmıştır. 21- Fâtihâ Sûresi: 5. âyettir 22- Fâtiha Sûresi: 1. âyetten alınmıştır. 23- Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nûriye, s. 119 24- Bakınız: Müddessir Sûresi: 30 25- Lem’alar, İstanbul, 2001, 197 11.05.2010 E-Posta: [email protected] |