Basından Seçmeler |
‘Karşı devrim’i çok sevmiştik!
TÜRKİYE’DE siyasal mücadele hâlâ iki büyük blok arasında cereyan ediyor. Bir yandan sivil-asker bürokratik ‘merkez’ ve onun yıllarca rant dağıtıp beslediği kesimler, öte yandan da toplumsal ‘çevre’. (...) Otoriter ve elitist ‘merkez’in cumhuriyet döneminde iktidarını meşrulaştırmak ve ‘çevre’yi iktidar imkânlarından dışlamak için kullandığı söylemsel-ideolojik aygıtın adı da Kemalizm’dir. Neredeyse resmi ideolojiye bağlılıkla tanımlanan bir ‘vatandaşlık’ anlayışı muhafazakar/dindar çevreyi merkezin nimetlerinden uzak tutmak için etkin bir biçimde kullanıldı. Ta ki 14 Mayıs 1950’ye kadar... Bu tarihle birlikte ‘çevre’ iktidara ulaşmanın yolunu çözdü: sandık. O tahta sandık insanlığın en büyük keşiflerinden biri olmalıydı. Adeta sihirli bir kutuydu; içinde toplanan oylarla 25 yıllık tek parti rejimi ve onun ‘şef’i bir günde yıkılıvermişti. Artık ‘çevre’nin iktidar talebini temellendirdiği kavram, milli irade; gerekli duyduğu mekanizma da demokrasi olmuştu. Mantık da basitti; egemenlik millete aitse, bunu tesisin yolu da demokrasiydi. CHP’nin temsil ettiği ‘merkez’ ile genelde merkez-sağ partilerin temsil ettiği ‘çevre’ arasındaki iktidar mücadelesi böylece yeni bir aşamaya geldi. DP, cumhuriyet tarihinin ilk serbest seçimlerinde % 53 oy almıştı. Sonuç, CHP için ağır bir yenilgiydi. Sadece 10 ilde DP’yi geçerek birinci olabilmişlerdi. Yenilgi dört yıl sonraki seçimlerde katmerlendi. CHP ancak dört ilde (Malatya, Kars, Tunceli, Sinop) birinci olabildi, Meclis’te 33 kişi kaldı. Az kalsın İsmet İnönü bile milletvekili seçilemiyordu. Ankara’da kaybeden İnönü, neyse ki işi garantiye almak için aday olduğu Malatya’dan seçildi Meclis’e. Sivil-asker bürokrasi bu yenilgiyi asla unutmamış, DP’nin zaferini asla affetmemiştir. Seçimin ardından İnönü’nün kapısını çalıp, ‘iktidarı bırakmayın, biz arkanızdayız’ diyen üniformalılar on yıl sonra yeniden sahne alacaklardır İnönü’nün icazetiyle... Ama her şeye rağmen bürokratik ‘merkez’in temsilcisi CHP hiçbir seçimi kazanıp tek başına iktidar olamayacaktır. Çünkü CHP demokrasi için ‘yanlış’ partidir; demokrasi içinde demokrasiye göre tasarlanmamıştır; aksine diktatoryel bir rejimin halkı tahakküm ve kontrol altında tutmak amacıyla kullandığı bir mekanizmadır. Demokrasilerde toplumsal ihtiyaçlara ve taleplere duyarlı partiler ayakta kalır. Zaten siyasal parti, toplumu devlet yönetimine taşımanın bir aygıtıdır. Halkı, halkın taleplerini temsil edebilen partiler rekabet edebilir demokrasilerde. Devleti, bürokrasiyi, resmi ideolojiyi temsil etmeye kalkışan CHP gibi bir siyasal hareket demokratik rekabete gelemez. O yüzden de demokratik olmayan yöntemlerde arar iktidarı... Her durumda 14 Mayıs bir milattır; toplumun inancına, ezanına, kıyafetine, gündelik hayatına tebelleş olan bir devletten can havliyle demokrasiye, sınırlı devlete, hizmet devletine kaçışın tarihidir 14 Mayıs. Hatta daha ilerisi de söylenebilir; 14 Mayıs toplumun devlet üzerindeki sahiplik iddiasıdır. Yönetimin aslında kendi uhdesinde olduğunu anlamış bir halk, devlet seçkinlerine sessizce başkaldırmıştır. Adeta devlete, devlet ideolojisine ve devlet büyüklerine mutlak itaat içinde tapınması istenen halkın, devleti kendi hizmetine koşma iradesinin, isteğinin bir tezahürüdür 14 Mayıs. 14 Mayıs sonrası Türkiye, bir daha eskisi gibi olmadı; darbelere, idamlara, vesayet rejimlerine rağmen... Çünkü halk, iktidarın kendine ait olduğunu anladı ve bir daha da unutmadı. ‘Merkez’in şiddet politikalarına hep sandıkta cevap verdi... Bugün bürokratik merkez ve onun siyasal, kurumsal ve ekonomik uzantıları hegemonyalarının sonuna gelmişlerse bu, tam altmış yıl önce bugün, 14 Mayıs 1950’de başlayan bir sürecin sonucudur. Şükranla anıyorum...
İhsan Dağı, Zaman, 14 Mayıs 2010 |
15.05.2010 |
Kapalı kapılar ardı yeniden devrede...
(...)MANİDAR bir zamanda manidar açıklamalar... Ve yine İsrailli bir konuk... Ama önce şu OECD konusuna değinmemiz şart görünüyor... Türkiye’de kaos ortamı oluşturan bilinmezliklere her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Diğer taraftan ise İsrail ile ilişkilerde sessiz sedasız yeni bir döneme giriliyor. Bir yıl önce ‘one minute’den sonra Tayyip Bey’i ayakta alkışlayanlar bir yıl sonra yeniden düşünmek zorunda. Zira, İsrail’in OECD üyeliği ‘one minute’ maskesini düşürmeye yeter cinsten. Türkiye’nin İsrail’in OECD üyeliğini veto etmemesi tarihe Filistin davasına vurulmuş en büyük darbelerden biri olarak geçecek. Abartmıyoruz; bu hadise Türkiye’nin İsrail’i ilk tanıyan ülke olan ABD’den sadece 11 saat sonra tanıyan dünyadaki ikinci ülke olması hadisesiyle aynı derecede vahim bir durumdur. Neden mi? İsrail bölgede Siyonist sermayenin gücüyle köklü bir ekonomi haline gelmiştir. Ancak Siyonist sermaye İsrail’i beslemekte artık zorlanıyor. Hatta giderek İsrail aşkı azalıyor. İsrail devlet olarak OECD üyeliğini ikinci bir devletleşme ve tanınma süreci olarak görüyordu. O yüzden de ‘1948’deki kuruluştan sonra vadedilmiş topraklardaki ikinci doğum’ olarak anılıyordu. Bu doğum Türkiye’nin de onayıyla gerçekleşmiş oldu. OECD’ye kabul İsrail açısından ekonomik bir sıçrama anlamına geliyor. OECD üyeliği ekonomik ve siyasi anlamda atacakları her adımın ‘onay damgası’ anlamına gelecek. Kredi derecelendirmeleri artacak, sıcak sermaye değil, gerçek dış yatırım İsrail’e akacak. Sadece Siyonist sermayenin akışı olmayacak bu... Aksine devlet garantili, devlet destekli, devlet politikalı yatırımlar gelecek. Anlayacağınız İsrail’e sıcak ya da sıcak bakmak zorunda bırakılan bütün ülkelerin ekonomileri İsrail’in ekonomisi, kalkınması için seferber edilecek... Anlaşılan o ki, bir yıl önceki ‘one minute’ bugünkü İsrail açılımının anahtarıymış... Bir yıl önce ‘one minute’ denmeseydi, bugün iktidar bu kadar rahat OECD kapısını açamazdı. Emin olun bundan sonraki süreç AB’ye giriş sürecidir. (...) Şimdi gelelim şu İstanbul’daki İsrailli konuğa. Morton Abramowitz gibi gizli saklı, kaçak göçek gelmedi. 13. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin konuklarından biriydi. Üstelik zirvede bir de konuşma yaptı kendileri. İsrail ve Avrasya... Ne alaka dediğinizi duyar gibiyiz... Peki kim davet etti? Neden davet edildi? İsrail neden Avrasya’ya ilgi duyuyor? Bunların hepsi cevabını bekleyen kocaman birer soru... Ama bugün bu soruların peşine takılmayacağız... İsrailli konuğun kim olduğuyla başlayalım... İsmi Robert Titiaev. İsrail’e Kafkasya’dan göç etmiş. En önemlisi de, İsrail Parlamentosu Knesset’te İsrail Türkiye Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı. Bu nedenle Avrasya’yla ilgili soruları bir tarafa bırakıp, Türkiye ile ilgili söylediklerine dikkat çekelim istiyoruz. Musevi Cemaatinin yayın organı olarak görülen Şalom Gazetesi’ne verdiği mülakatta bakın neler diyor İsrailli dost (!): “Gerek hükümet partisinden, gerekse muhalefet partilerinden yetkililer İsrail ile dostluk ilişkilerini eski düzeyine getirmek gerektiğini düşünüyorlar. Fakat Türkiye’deki yerleşik düzen ilişkileri düzeltecek girişimlerin alenen yapılmasına olanak sağlamıyor. Türkiye Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile yaptığım samimi görüşmeden bu durumun farkında oldukları anlaşılıyor” Allah Allah! Bakar mısınız olaya... Türkiye’deki yerleşik düzen (yerleşik düzen dediği; millet oluyor, halk oluyor, kamuoyu oluyor... Filistin’in işgalini kabul etmeyen, Gazze’nin açlığa mahkum edilmesine karşı çıkan, Mescid-i Aksa’ya ve Kudüs’e sahip çıkan ne kadar kurum, kuruluş ve kişi varsa ‘yerleşik düzen’ oluyor...) ilişkileri düzeltecek girişimlerin alenen yapılmasına olanak sağlamıyormuş... Yani neymiş... Yerleşik düzenden kaçak saman altından su yürütülüyormuş. Daha da açalım mı... İsraille ilişkiler milletten ırak, kapalı kapılar ardından yürütülmesi gerekiyormuş ve zaten böyle de yürütülüyormuş. Eee Beyefendinin samimi bir şekilde görüştüğü Türkiye’nin Dışişleri yetkilileri bunun farkında olduğuna göre gerekeni de gerektiği gibi yapıyorlarmış... OECD’de olduğu gibi... Maazallah yaran İran’da olacağı gibi... Sahi geçen yazılarımızda da CFR’deki bir toplantıda aynı konu gündeme gelmişti değil mi!.. Şu Morton Abramowitz’in ziyaretinin yansımaları... Hani ne denmişti: “Kamuoyuna yapılan açıklamalarda sorunların kaynağında İran’ın değil, İsrail’in bulunduğu vurgulanıyor. Ama sahne arkasından, bizlere, Dışişleri Bakanlığı düzeyinde söylenen başka...”
Mustafa Yılmaz-Mustafa Kurdaş,
Millî Gazete, 14 Mayıs 2010 |
15.05.2010 |
Referandum yapılır mı dersiniz?
ANAYASA’YA seçim kanunlarında yapılacak değişikliklerin bir yıl sonra yürürlüğe gireceğine ilişkin hüküm konulmuş olmasının açık ve tartışmasız bir tek nedeni vardır. Hükmün konulmasındaki amaç, iktidarda bulunan siyasi partinin günlük koşulları lehine çevirmek için seçim kanunuyla oynamasını engellemektir. Diğer yandan, referandum seçim değildir, halkın anayasa ya da başka bir konuda evet-hayır diyerek görüşünü belirteceği bir oylamadır. Anayasa’daki “bir yıl geçtikten sonra uygulanır” maddesinin referandum için de geçerli olmasının herhangi bir mantığı yoktur. Seçim ile referandum arasındaki mantikî tek ortak unsur, vatandaşların sandığa bir kâğıt atıyor oluşudur. *** Referandum için, eski kanuna göre 120 gün süre konulmuş olmasının sebebi, evet ve hayır taraftarlarına, topluma görüşlerini anlatabilmeleri için yeterince geniş bir süre tanımaktı. Bu süre, o döneme özgü iletişim, hatta ulaşım imkânları düşünülerek belirlenmişti. “120 gün” süresinin belirlendiği dönemde mevcut olan iletişim ve ulaşım olanaklarıyla her türlü gelişmiş teknolojinin yaygın olarak kullanıldığı günümüzün iletişim ve ulaşım olanakları kıyas kabul etmez. Dolayısıyla derdini anlatma imkânları bakımından yakın geçmişle günümüz arasında son derece büyük bir fark vardır. Peki bütün bunlar çok açık olarak ortada dururken Yüksek Seçim Kurulu neden “120 gün”ü tercih etti. Eğer “60 gün” uygulansaydı, süre açısından sıkışacak bir tek kurum vardı: Anayasa Mahkemesi. *** Anayasa Mahkemesi, referandum günü gelmeden önce “bozma” kararı alsaydı “acele ettiği” gerekçesiyle eleştirilecekti. Referandumda evet çıktıktan sonra iptal kararı alsaydı “halkla karşı karşıya gelecek” ve çok daha fazla eleştirilecekti. Yüksek Seçim Kurulu, eski kanunu geçerli kabul edip, referandum tarihini 60 gün daha ileriye atarak Anayasa Mahkemesi’ne çok değerli bir zaman kazandırmış oldu. Karar 11 Eylül günü bile çıksa Anayasa Mahkemesi aceleci olduğu için eleştirilmeyecek, kararını referandum öncesinde aldığı için de “halk iradesiyle karşı karşıya gelmiş olmayacak”tır. *** Yüksek Seçim Kurulu “Yüksek Yargı”nın önemli bir unsurudur. Aldığı karar da “Yüksek Yargı”nın “siyasi” tavrını göstermesi açısından önemlidir. Ancak referandumun 12 Eylül gününe denk düşmesi de ayrıca anlamlıdır. 12 Eylül Anayasası’nın bir bölümünün; tümünün olmasa da bir bölümünün çöpe gittiği günün yine bir 12 Eylül günü olması gerçekten çok anlamlı olacaktır. Tabii eğer referandum yapılırsa! Yüksek Seçim Kurulu kararı bu ihtimalin çok düşük olduğunu gösterirken “hukuka veda, siyasete devam” işaretini de vermiş oldu.
Okay Gönensin , Vatan, 14 Mayıs 2010 |
15.05.2010 |