Elif Eki |
|
Risale-i Nur gençliği |
İnsanlığa barış ve huzur atmosferini getirecek Kur’ân medeniyetinin inşasında başrol oynayan gençlerdir Risâle-i Nur gençliği. Onların tek gayesi, Allah rızasıdır. “Amelinizde yalnız rıza-i İlâhî olmalı” birinci prensipleridir. Cenneti bile ibadetlerine gaye yapmayan abd-i azizlerdir onlar. Ne yaparlarsa Allah içindir, O’nun yolundadır. Vücudunu Mûcid’ine feda ederler. “Allah için olunuz” hakikati hâkimdir hayatlarına. Tevhidi nakşetmişlerdir ruhlarına. En zalim çıksa karşılarına, haykırırlar hakikati suratına. “Sultan-ı Kâinat birdir” çünkü onların nazarında. Her şeye hükmeden O’dur. Ahkemü’l-Hâkimîn’dir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. O bulunsa her matlup bulunur, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtulunur. Dünyanın gayr-i meşrû lezzetlerine sırtını dönerek, cennet lezzetlerine imanla tâlip olanlardır Risâle-i Nur gençliği. Gayr-i meşrû lezzetlerin birer ‘zehirli bal’ hükmünde olduğunun farkındadırlar. Lüzumsuz, geçici ve günahlı zevklerin akıbetinin ‘elemler ve teessüfler’ olduğunu bilirler. Duâlarıyla birbirlerinin ‘takva kalesi’ne yardım gönderirler. Bilirler çünkü sosyal hayatta her taraftan hücum eden günahlara tek başına mukabele etmenin zorluğunu. “Allah’ım! Bizi göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsimizle yalnız bırakma” Peygamberî duâsı vird-i zebandır onlara. Dâim ‘ahiret endişesi’ okunur yüzlerinde. Dünya değil ahiret esastır onlarda. “Dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz” parolalarıdır adeta. Dünyayı değil, ahireti tercih ederler. Ruhsatla değil, azimetle amel ederler. Basit bir dünyalık uğruna, ahiretini feda etmezler. Dünya bir misafirhane-i Rahman’dır onların nazarında. “Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var” mânâları okunur onların lisan-ı hâlinden. “Gençlik katiyen gidecek” hükmü, gönüllerinin odak noktasına çaktıkları daimî bir ikaz edicidir. “Nasihat istersen ölüm yeter” gönül levhalarıdır. Ölüm düşüncesi bir an olsun çıkmaz akıllarından. “Gelmesi muhakkak olan her şey yakındır” çünkü. Ecel gizlidir, ölüm her vakit gelebilir, genç-ihtiyar fark etmez, bilirler. “Gençlerinizin en hayırlısı, ihtiyarlarınız gibi ölümü düşünen, gençlik hevesatına mağlûp olmayıp gaflette boğulmayandır” hadisine mazhar olmaya çalışırlar. Yarına çıkmaya ellerinde senet yoktur, şuurundadırlar. Geçmiş ise, zaten geçmiştir. Ömrünü bulundukları gün bilip, en iyi şekilde değerlendirmenin gayretindedirler. Böyle düşününce ‘sabır’ları da zorlanmaz. Sabrını ‘şimdinin ibadetlerine, musîbetlerine’ ve de ‘şimdinin günahlarına’ yoğunlaştırırlar. Böylelikle günahlar belini bükemez onların, ‘Zaman âhirzaman, günahlar sel gibi geliyor, hangi birinden kaçalım?’ şeytanî desisesine kanmazlar. Risâle-i Nur gençliği, ‘fenler’ diliyle de Rabbini bilen gençlerdir. Her fen mütemadiyen Allah’tan bahseder onların nazarında. Marifetullah’a, Allah’ı tanımaya, bilmeye basamaktır her şey. Bilim ile dinin çatışması mümkün değildir. Zirâ her bilim, kendi sahasında Allah’ı anlatır durur. İslâmiyet ilimlerin efendisi, reisi ve pederidir. “Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve çocuk pederine nasıl düşman ve muârız olabilir?” Hodgâm değil, diğergamdır Risâle-i Nur gençliği. Nefsini değil, başkasını düşünür. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisi rehberdir onlara. Gaye-i hayalleri vardır. Zihinleri ‘ene’lerinin etrafında dönmekten uzaktır. Kendileriyle birlikte başkalarının da imanlarının kurtulmasına vesile olmaktır hedefleri. ‘İmanı kazanmak veya kaybetmek’ dâvâsını, ‘en büyük dâvâ’ bilirler. ‘Ebedi bir saadeti’ kazanmak veya kaybetmektir çünkü söz konusu olan. Onun için ‘dünyevî merakâver meselelere bakıp da, vazife-i bâkiyelerinde fütur getirmezler.’ Onların en küçük meseleleri—ebedî hayata baktığı için,—ehl-i dünyanın en büyük meselesinden—fani hayata baktığı için—daha büyük ve önemlidir, bilirler. Kendilerini, ‘sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede (Rabbânî gemide) çalışan hademeler’ bilirler. Hizmetkârlığı, en büyük makam ve şeref addederler. Başka da makam aramazlar. Kardeşlerinde fani olanlardır onlar. Kardeşlerinin meziyetleriyle, kendileri yapmışçasına, iftihar ederler. Kardeşlerini, şerefte, makamda, hatta maddî menfaatlerde bile nefsine tercih ederler. Hizmette ileri, ücrette geridirler. Husûmete vakti olmayan muhabbet fedaileridirler. Kalplerinde muhabbet hâkimdir. Kardeşlerinde gördükleri bir fenalık için yalnızca acır ve lütufla ıslâhına çalışırlar. İhlâsı en büyük kuvvet bilirler. Tesanüd bozmamak için titrerler. Kendilerini el, ayak, göz, kulak misâli bir vücudun azaları gibi bilir, birbirinin vazifelerini tekmil ederler. Bir yükün altına girdi mi çok eller, memnun olur, sevinirler. Hâsılı, tam bir şahs-ı manevidirler. Onlar, kelimenin tam anlamıyla ‘Risâle-i Nur gençleri’dirler. Osman Yüksel Serdengeçti onları şöyle seyreyler: “Onları seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdâlısı olmak... Evet, ne büyük saadet! (…) “Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümâyişi yoktur. Bu bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, îmanlı, inançlı kalabalığıdır.”
İSMAİL TEZER [email protected] |
I. RİSALE-İ NUR GENÇLİK KONGRESİ MASA ÇALIŞMALARI SONUÇ BİLDİRİLERİ |
Eğitim ve Gençlik Masası
ATILIMCILAR: Ali Akkaya, İsmail Tezer, Mehmet Ali Ergenekon, Mikail Adıgüzel, Muhammed Ceylan Morgül, Muhammed Said Turgut, Musab Oran, Nurullah Said Yeken, Recep İğrek, Rıdvan Yıldız, Sedat Bedir.
1.) Eğitim, anne karnından başlayıp ölünceye kadar devam eden bir süreçtir. Dünyaya gözlerini açan ferdin, ilk eğitimi ailede başlar. Çocukluk dönemindeki bu eğitim, kritik bir süreçtir. Zira sonraki hayat, büyük ölçüde bu dönemde alınan eğitim üzerine şekillenecektir. 2.) Fırtınalı bir dönem olarak kabul edilen gençlik devri, eğitim açısından önemli bir devredir. Gencin, sahip olduğu bütün potansiyeliyle, fıtratına uygun ve doğru bir şekilde yönlendirilmesi, hem kendisi, hem de toplum açısından önem arz eder. 3.) Bediüzzaman, en büyük düşmanlardan biri olarak “cehalet”i görmüş, buna karşı “eğitim” yoluyla mücadele edilmesi gerektiğini söylemiştir. Buradan hareketle “Medresetüzzehra” ismiyle bir eğitim modeli geliştirmiştir. 4.) Eğitim, marifetullaha hizmet ettiği oranda anlamlıdır. Eğitim sistemleri, bu gerçek göz önünde bulundurularak şekillendirilmelidir. 5.) Bediüzzaman Said Nursî, her fennin, kendine has diliyle mütemadiyen Allah’tan bahsettiğini, Yaratıcıyı tanıttırdığını söyler. Bu, eğitime, önemli bir bakış açısı kazandırmaktadır. Din ile bilim çatışmamaktadır. Aksine birbirini tamamlamakta, bir bütün oluşturmaktadır. 6.) Din ilimleri ile fen ilimleri birlikte okutulmalıdır. Bediüzzaman der ki: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (fen ilimleridir). İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder” (Münâzarât) 7.) Eğitimin en birinci gayesi “fertlerin dünya ve ahiret mutluluklarını temin etmek” olmalıdır. Zira sadece geçici dünya hayatı üzerine kurulu bir eğitim sistemi, insanı mutlu ve umutlu etmeye yetmeyecektir. 8.) Eğitim sistemi, resmî ideolojinin dayatmalarından arındırılarak demokratik hale getirilmelidir. “Tek tipleştirici” bir yaklaşım yerine “bireysel farklılıkları gözeten ve teşvik eden, çoğulcu ve özgürlükçü” bir yaklaşım benimsenmelidir. 9.) Sorgulamayan, tartışmayan, üretmeyen, ezberci bir eğitim yerine; sorgulayan, yeniliklere açık, bilgiyi hazmettiren bir eğitim anlayışı benimsenmelidir. Bediüzzaman’ın “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir” sözünde işaret ettiği gibi, öğrencilerin beyinlerine bilgi depolamak yerine, hazmedilmiş bilgiyi kazandırma anlayışı benimsenmelidir. Ayrıca “Batıl şeyleri iyice tasvir safi zihinleri idlaldir (bozmadır)” prensibi gereği olarak, eğitimde olumsuzlukları fazlaca tasvir etmeye yer verilmemelidir. 10.) Yabancı dil öğretimi üzerinde daha fazla durulmalı, yetişen nesillerin bir veya birkaç dili konuşabilmesi sağlanmalıdır. Yabancı dil öğretimindeki zayıflık, ulusalcı reflekslerle, içe kapalılığı netice vermekte; bu da başta İslâm dünyası olmak üzere farklı dünya ülkeleri ve farklı medeniyetlerle olan diyaloğu engellemektedir. Bu durum da, Kur’ân Medeniyeti’nin (hakikî insanlık medeniyeti-barış, huzur ve kardeşlik medeniyetinin) inşasını sekteye uğratmaktadır. |
Toplumsal Ahlâk ve Gençlik Masası |
ATILIMCILAR: Abdülkerim Baltürk, Adnan Şimşek, Emre Tuncel, Halil Bulut, Ramazan Ağırağaç, Ramazan Sarıaltın, Recep Sizer, Said Karslı, Samet Efiloğlu, Yakup Emre Karaşahan, Yavuz Sarı.
1.) Akıl bazı hakikatlere ulaşsa da, hem küllî olmadığından, hem de çok farklı etkilere maruz kaldığından hakikati tamamıyla kavrayıp, evrensel hale getirebilecek kabiliyette değildir. Aklın işlevi; vahyin fıtratta uyandırdığı istidatları geliştirmek için bir yol bulmaktır. Yani, vahyin pratik hayata aksettirilmesi noktasında, Esma-yı Hüsna’yı ve Sünnet-i Seniyyeyi anlayıp, yaşantıya dökmektir. 2.) Her ne kadar biyolojik mânâda Darwin teorisi çökmüş olsa da, sosyal Darwinizm, yani güçlü olanın ayakta kalması ilkesi, gerek bireylerde, gerekse toplumun bütün kesimlerinde hâlâ ciddî mânâda hüküm sürmektedir. Kapitalizm ve bunun sebep olduğu Komünizm gibi beşeri felç eden bütün sistemlere karşı, zekât emri ve faiz yasağı başta olmak üzere, Sünnet-i Seniyye endeksli bir vahiy medeniyetinin prensipleri benimsenmelidir. 3.) İnsanlar toplu halde yaşamak zorunda olduklarına göre, toplumun ahlâkını, bireylerin ahlâkı belirleyecektir. Ki, tepeden inmeci bir yöntem yerine, tabandan başlayan bir yolun benimsenmesi isabetli olacaktır. Toplumdan ziyade bireyi esas alan, bireye öncelik veren bir sistem bulunmalıdır. Çünkü toplumdaki ahlâksızlığı kaldırmanın en iyi yolu, şahsî ahlâksızlığımızı tedavi etmekten geçmektedir. Meselâ, dinleyen kulaklar olmazsa gıybet, bakan gözler olmazsa müstehcenlik olmayacaktır. Bu yüzden, ilk emir kendi nefislerimizin ıslâhıdır. Ve yine bu yüzden tesettür emri, mü'min erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını emretmekle başlar. 4.) Ahlâksızlığın toplumda yaygınlaşmasının sebebi, bireylerin kendileri ahlâklı olsa da, günahlara karşı tepkisizlikleri, onları normalleştirip kabul edilebilir görmeleridir. Bu sebepten ötürü, ilk etapta günahlara karşı tepki verilmeli ve kademeli olarak gelen bozulmalara karşı dikkatli olunmalıdır. 5.) Ahlâkın kaynağı; a. Kitab-ı kebir-i kâinat, b. Kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâm, c. Kur’ân-ı Azîmüşşan, d. Vicdandır. 6.) His ve heves hükmetmeye başladığında, “elması elmas, şişeyi de şişe bildiğimiz halde şişeyi elmasa tercih etmek” gibi bir durumla karşı karşıya kalırız. Aklın hiçbir işlev görmediği böylesi bir durumda, “haram lezzetler içindeki elim elemler görülerek” tedbir alınabilecektir. Tıpkı, Eskişehir hapishanesinde liseli kızları görüp, onların ihtiyar hallerini ve bir kısmının kabirdeki azaplarını müşahede ederek ağlayan Bediüzzaman gibi. 7.) Fıtratın istikamet üzere sarf edilmesinde, nefsin inadının kırılması, onun kontrol altına alınması büyük önem taşımaktadır. Bunun yolu ise, nefse daima acizliğini hatırlatmaktan geçmektedir. Ölüm düşüncesi, hastalık ve musîbetler gibi insana aciz olduğunu hatırlatacak her vesile ile nefis mücadelesi sürdürülmelidir. Hasta gençler için “sıhhat hastalığından hastalık sıhhatine geçişin” mantığı anlatılmalıdır. 8.) İstikamet demek, az ya da çokluktan ziyade, fıtratın hangi yöne sevk edildiğiyle ilgilidir. Diğer bir ifadeyle fıtratta cemal ve celalin dengelenerek, kemale ulaşılabilmesidir. Bu yüzden namazın her rekâtında sırat-ı müstakime bizi iletmesi için Allah’a yalvarıyoruz. Ve sırat-ı müstakîm isterken aslında, Allah’tan bizi ahlâk-ı İlâhiye ile ve ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklandırmasını istiyoruz. 9.) Cüz-i ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için, duygularına fıtraten had konulmayan insan; doymak bilmeyen arzulara ve bitmek bilmeyen korkulara sahiptir. Bu sebepten ötürü de, ‘muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir.’ Yani trilyonları olan bir insan, o parayı hiçbir zaman tüketemeyecek olsa bile, yine de birkaç lira daha fazla kazanabilmek için, çok kişinin sıkıntıya düşmesine sebep olur. Bunun sebebi fıtratındaki duyguların sınırsızlığıdır. 10.) Had konulmadığı için, şeriat devreye girer, haram ve helâller ile sınırları çizer. Tasarrufatı tamamen senin eline bırakmaz. Sana emaneten verdiklerini satın almak ister, yani O’nun adına çalıştırılmasını emreder. O’nun terbiyesiyle, istikamet dairesinde işlettirilmesini ister, insanı ahlâka dâvet eder. 11.) Nasıl bireyler toplum ahlâkının inşasında etkili ise, toplumun da bireylerin ahlâkının inşasında etkisi vardır. Bu yüzden hem hayır yönünde, hem şer yönünde bir çarktan söz edilebilir. |
Bireysel Ahlâk ve Gençlik Masası |
KATILIMCILAR: Abdullah Seyidoğlu, Ahmet Said Bulut, İsmail Cin, Mustafa Cüneyt Doğan, Mustafa Saraçlar, Osman Alan, Raşid Örenel, Sedat Kutbay.
1.) Ahlâk, yaratılış itibariyle ruhî ve zihnî hallerin tamamıdır. Din ise bu hallerin kullanım özgürlüğünün sınırlarını belirler. 2.) Fıtrata derc edilmiş ahlâkı din ve vicdan ile beslemek ahlâk-ı haseneyi, aksi ahlâk-ı seyyieyi netice verir. 3.) Ahlâk-ı hasenenin en olgun misâli Hz. Muhammed’dir (asm). Dolayısıyla onun (asm) Sünnet-i Seniyesine ittiba etmek, genç bir bireyin ahlâkının şekillenmesi için zorunluluktur. Bediüzzaman Said Nursî bu konuyla ilgili: “Herkes kendi âleminde kumandan olduğundan, âlem-i asgarından cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahallûk ve sünnet-i nebeviyeyi ihya ile muzavvaftır” diyor. 4.) İrade-i cüziyenin şeriat-ı Ahmediye kılavuzluğunda, sınır konulmayan üç temel kuvve üzerindeki hür tasarrufu, sırat-ı müstakim ahlâkının oluşmasında esastır. 5.) Gençlerin bireysel olarak ahlâklarının bozulmasının sebepleri olarak temelde iman zayıflığı, ölüm ve ahireti düşünmeme, nefs-i emmâresine uyup özgürlüğü istismar etmesi sayılabilir. 6.) Gençlerin taşkın ve tahripkâr fiilleri ile onlarda baskın olarak tecelli eden İsm-i Celâl’in asıl sahibinin gazabı düşündürülerek gençler rıza-i İlâhiye muhalif olmaktan alıkonulabilir. 7.) Bireyin gün içinde yapmış olduğu fiillerinde ahlâkını hadd-i vasatta tutabilmesinde namaz önemli bir otokontrol mekanizmasıdır. Pek çok hadiste namazı vaktinde tadil-i erkân ile kılmayı, Efendimiz (asm), üzerine yaratıldığı fıtrata uygun olarak ölmenin şartı şeklinde belirtiyor. 8.) Günlerin çabuk geçtiği gerçeği gençlerin akıllarına getirmedikleri cehennemin aslında ne kadar yakın olduğu hakikatini izharda kullanılabilir. (Gelmesi muhakkak olan her şey uzak da olsa yakındır. Hadis-i Şerif) 9.) İffet, edep, hayâ, sadakat, dürüstlük, merhamet, takva, celâdet, cesaret, çalışkanlık, nezaket, diğergamlık gibi ifadeler sürekli olarak nazara verilmeli ve bunların dürüst ve samimî birer timsâli olmaya çalışılmalı. Zira kendi nefsini ıslâh etmeyen, başkasının nefsini ıslâh edemez. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “yapma ve sun'î olan bir şey ne kadar güzel olursa olsun, fıtrî ve tabii olan şeylerin mertebesine erişemez ve onun yerine kâim olamaz.” |
İnanç ve Gençlik Masası |
KATILIMCILAR: Ayhan Tartar, Harun Yaşar Alyüz, İbrahim Ulu, Mehmet Ali Rüzgar, Mehmet Çetinkaya, Mehmet Furat, Metin Şencan, Nurullah Kösmene, Saim Said Temiz, Yunus Özişçi.
1.) Din bir imtihandır. Bu imtihan vasıtasıyla iyi ve kötü ruhlu insanları birbirinden ayırmak murad edilmiştir. “Her doğan kişi fıtrat üzere doğar.” (Keşfü’l-Hafa, II, 125) hadisinden anlaşılacağı üzere din duygusu fıtrî, yani yaratılıştan gelen; yeme, içme, barınma, sığınma ve kendini güvende hissetme gibi tabiî duygulardan biridir. Dinin kaynağı da Yüce Allah’tır. 2.) Kemalin cemali dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir. Din mükemmelliğin güzelliğidir. Yani insandaki çekirdek hâlinde bulunan mükemmel sıfatlar ancak din ile hayat bulup güzelleşebilir. (Münâzarât) 3.) İman, Allah’ın istediği kulunun vicdanına, cüz’i ihtiyarını kullandıktan sonra bıraktığı bir nurdur. İman nuru vicdanın içyüzünü bütünüyle aydınlatır. İman nuru insanı aydınlattığı gibi, yaşadığı dünyasını da aydınlatır. Vicdanın aydınlanmasıyla varlıklara karşı bir tanışıklık, dostluk ve emniyet husûle gelir. İman insanın vicdanında öyle bir güce dönüşür ki, o güçle her musîbete karşı dayanabilir. Temel güven duygusunun en sağlam şekli imandır. Ve iman nuru, hayat alanını, şimdiki zamanın darlığından kurtarıp, geçmiş ve gelecek zamanları kuşatacak şekilde genişletir. 4.) İnsan sadece bedenden ibaret olmadığı gibi, diğer yaratılmışlardan farklı bir ruh ve akıl yapısına sahiptir. Bu ruh yapısı insanın oksijen, su, yemek gibi maddî ihtiyaçlarının yanında manevî ihtiyaçlarını da kaçınılmaz yapmıştır. Bu açıdan insan inanma, güvenme ihtiyacı hisseder. Dağdağalı dünya hayatında çok aciz ve fakir olduğunu idrak eden insan kendisinden daha büyük, daha güçlü, daha zengin bir varlığa inanma ihtiyacı duyar. 5.) Ahirzaman tahribatının en büyük muhatabı olan gencin akıl, kalp, vicdan, ruh ve hissiyatlarını istikamette tutacak olan; onu hapishanelerden meyhanelerden ve hastanelerden kurtaracak olan nur-u imandır. 6.) Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler müstesna. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” buyurmuştur. (Tin Sûresi; 3-4) Basit bir eşyanın, bir çiçeğin, bir hayvanın zayi olmasına, perişan olmasına tahammül edemeyen insanın, en mükemmel şekilde yaratılan hemcinsinin esfel-i safiline, Cehenneme yuvarlanışına kayıtsız kalması elbette mümkün değildir. Şuur sahibi bir genç, Zübeyir Gündüzalp’in dediği gibi: “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelirdi” demelidir. 7.) Gençliğin alacağı eğitimin başında din eğitimi gelir. Din eğitiminin özü ve temeli ise iman eğitimidir. Zira iman dinin ruhu ve hayatıdır. Bediüzzaman: “Din hayatın hayatı, hem ruhu hem esası, ihyay-ı din ile olur, bu milletin ihyası...” diyerek buna işaret etmiştir. 8.) Gençlik yıllarında insanda akıldan ziyade his ve heves hükmeder. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez veya görmek istemez. Bu his ve hevesat hazır lezzetleri, ileride verilecek daha büyük ve daimî lezzetlere tercih eder. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimesinde “Onlar severek dünya hayatını âhiret hayatına tercih ederler” buyurarak bu dehşetli hâli nazara vermektedir. Yani, elması elmas bildiği halde, bilerek camı elmasa tercih etmektir. Halbuki, Said Nursî, “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” diyerek hakikati göstermiştir. 9.) Her yazın bir sonbaharı ve kışı olduğu gibi, elbette gençlik yazının da bir ihtiyarlık sonbaharı ve ölüm kışı olacaktır. Bundan kaçıp kurtulmanın hiçbir şekilde imkânı yoktur. On beş yirmi senelik gençliğin taşkınlıklarıyla dünya ve âhiretini berbat etmektense, onu iman ve itaat dairesinde geçirmekle ebedî bir gençliği kazanma şansı elde edilebilir. “Dünya ve âhirette ebedî ve daimî bir süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek lâzımdır” ikazını yapan Bediüzzaman, bilhassa gençlere “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” ölçüsüyle, iki cihandaki saadetin nasıl temin edileceğinin de yol haritasını göstermiştir. 10.) “İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanane davranıp, her cihetten hücum eden bu tehlikelere karşı Risâle-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o biçare genç, hem dünya istikbalini ve mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bakiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zihayatlara, hayvanlara bir nevî sultan olur.” |
İbadet ve Gençlik Masası |
KATILIMCILAR: Bilal Yükselten, Coşkun Keleş, Emrah Uzuner, Harun Çetin, Hasan Koç, Hayrettin Saygın, Mustafa Ali Taşpınar, Mustafa Güler, Okan Köpçü, Yunus Emre Çağlar, Yunus Emre Orhan.
1.) İbadet, abd ile Ma’bud arasındaki bağda, abdin Ma’bud’a karşı aczini, fakrını ve kusurunu bilerek, iradesi ile bütün istidatlarını kullanarak tazim ve hürmetini sunmasıdır. İbadet Allah sevgisinin en güzel tezahürü, Allah sevgisinin neticesi ve şükrün gereğidir. 2.) İslâm’da ibadet; belirli zamanlarda ve mekânlarda yapılan davranışlar değil, bütün dünya hayatını ibadete dönüştürebilmek maksadıyla yapılan ve terk edilen davranışların bütünüdür. İnsanlık, İslâmiyet ile ulaşabileceği en yüksek seviye ile şereflendirilmiştir. Gençliğin ibadet hasletini bu eksen doğrultusunda idrak etmeleri, ahirzamanın rahmetlerle dolu yönlerini görebilmesine vesile olacaktır. 3.) Dört tür abid vardır (Melekler, hayvanlar, bitkiler, insanlar ve cinler). Hâkim-i Hakîm insan nevîni, sair abidlerin yaptıklarını yapabilecek, anlayabilecek, tespih ve temsil edebilecek yetenekte yaratmış ve kâinattaki bütün mahlûkatı insanın emrine musahhar kılmıştır. Fıtratça ihsanın müptelâsı olan insan, kendisine bahşedilmiş olan kâinatın halifeliği vazifesini hakikî mânâda idrak ederse, kendisine nimet verip lütufta bulunanı tanıyıp teşekkür etmenin yerinde bir davranış olduğunu, aksinin ise çirkin ve zulüm olduğunu aklıyla kabul eder. 4.) İbadetler, gencin ruhî saadetini, beden sağlığını, toplumsal huzurunu ve dayanışmasını sağlayan en önemli manevî unsurdur. 5.) Dünyada yapılan sağlık harcamalarında en yüksek payı ruh sağlığına yapılan harcamalar almaktadır. İbadetler genci manevî koruma altına alarak, gencin ruhunun genişlemesinde, fikirlerinin dağınıklıktan kurtulmasında, arzularının nezih bir hal almasında önemli rol oynaması sonucunda bireyin ruhî hastalık ile bunalımlarından kurtarılmasını sağlar. 6.) Gençlik; kimlik oluşturma ve varlık sorgulamasının yaşandığı, akıldan ziyade hislerin hâkim olduğu bir dönemdir. Gencin duygularını istikametli bir şekilde kullanmasında en etkin rehber şüphesiz Hz. Muhammed’in (asm) sünnet-i seniyyesidir. 7.) Bir boşluk ve zaaf tanımayan “kemâl”in tezahür edebilmesi adına gencin dünyevî bir yükselişe endeksli hayat tarzı kurmasının aktif bir çöküş, tamamıyla dünyanın reddedildiği taassuba kaçan hayat tarzının inşa etmesinin de pasif bir çöküş olduğu bilinmelidir. Bu minvalde genç, ibadetleri ile dünya ve ahiret arasında istikametli bir denge kurmuş olmaktadır. 8.) Maddî ve manevî her türlü terakki ve tekâmülün iki ana esası; faydalı işler görmek ve zararlılardan uzak durmaktır. Amel-i salihler de takvayla muhafaza edilmelidir. Takva ve amel-i salih silâhıyla donanmış bir genç insaniyetin en üst makamına çıkmaya namzettir. 9.) Ümitsizlik kemalata giden yolda en büyük engeldir. Rahman ve Rahim olan Cenâb-ı Hakk’a ibadetler vasıtasıyla yakınlaşan gencin dünyasında ümitsizlik hastalığı kaybolur. 10.) Toplumun temel taşı ve geleceği olan gençlerin, dünya ve ahiret saadetine ulaşmaları yolunda ibadetler büyük önem arz etmektedir. Toplumun ibadetler konusunda gençlere destek olması gerekmektedir. |
Siyaset ve Gençlik Masası |
ATILIMCILAR: Aziz Yılmaz, Enis Sabır, Faruk Saim Akhan, Kemal Emre Çankırı, Mehmet Fatih Doğan, Melih Güngör, Muhammed Eroğlu, Ramazan Kayabaş, Umut Yavuz, Yasin Kuvvetli.
1.) Siyaset, farklı sınıflardan, etnik kökenlerden ve inanışlardan insanların oluşturduğu toplumların bir arada yaşamasını mümkün kılmak ödevini yüklenmelidir. 2.) Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş şartları ve özel durumu öne sürülerek siyasetsizlik çeşitli isimlerle icra edilmiştir. Birinci meclisin tek listeli seçimlerle tasfiye edilmesiyle bu siyasetsizlik istibdada tebeddül etmiştir. 3.) Said Nursî’nin siyasete ve devlete bir aygıt nazarıyla bakması ve siyasete insan hayatında yüzde birlik bir pay biçmesi, onun devleti ve siyaseti kutsallaştırmaya, siyaseti hayatının tek amacı haline getirmeye karşı duruşunun bir işaretidir. Zamanı, “imanı kurtarma zamanı” olarak tanımlayan Bediüzzaman, din ve vicdan hürriyetini tam anlamıyla muhafaza edecek, İslâm’ın ruhuna uygun hürriyetlerin önünü açacak demokrat zihniyete destek vermiştir. 4.) Gençliğin, siyaset karşısındaki duruşu ve bakışı, Risâle-i Nur perspektifinde demokrat bir zeminde olursa, vatan ve millete faydalı olma düsturunu yerine getirebileceği ve anarşizm gibi yersiz korkuları izale edebileceği ifade edilebilir. 5.) Gençler, Bediüzzaman’ın “müsbet hareket” düsturu çerçevesinde düşünce dünyalarını zenginleştirmeli, doğru ve tehlikesiz bir siyasî anlayış belirlemelidir. 6.) İslâm ve din adına siyaset yapmanın tehlikelerine ısrarla vurgu yapan Said Nursî, Risâle-i Nur eserlerinde özellikle Müslümanları “din adına siyasetten” menetmiştir. Dinin siyasete âlet olmayacak derecede parlak ve umumî bir hakikat olduğunu söylemiştir. 7.) Yönetim sisteminin asla bir saltanata ve istibdat kaynağına dönüşmediği Asr-ı Saadet, günümüz yönetim anlayışlarına ilham ve model olmalıdır. Seçim, hürriyet ve adalet olarak özetlenebilecek Asr-ı Saadet modeli, Bediüzzaman Said Nursî için günümüzde meşrûtiyet-i meşrûa, din ve vicdan hürriyeti mânâsına tekabül etmektedir. 8.) Gerçek meşrûtiyetin İslâmiyet’e uygun olduğunu müdafaa etmesine rağmen kendisini mürtecilikle itham edenlere karşı “siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatlerini setr (örtmek) için, başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler” demiştir. 9.) Bediüzzaman, beşeri sistemleri tamamen reddeden anlayışa karşı geliştirdiği siyasî çözüm stratejisine “ehvenüşşer” düsturuyla ölçü getirmiştir. Ehvenüşşeri terk etmek anarşiliği intaç edebilir. 10.) Bediüzzaman Said Nursî, tek partili baskı döneminde tesis edilen resmî ideolojik anlayışa (Kemalizm) karşı çıkmıştır. Millî mücadeleye tam destek veren, daha sonra Birinci Meclisi de bu mânâda alkışlayan Said Nursî, sonradan tesis edilmek istenen sistemin bütün bu mânâlardan uzak olduğunu ortaya koymuş ve resmî ideolojiye karşı bir duruş sergilemiştir. 11.) Asrımızın medeniyet anlayışında “Müslüman, çağa göre Kur’ân’a bakmaz, Kur’ân’a göre çağa bakar” düsturunu kendisine mihenk kabul eden gençlerin, siyasete de Kur’ânî bir bakış açısıyla bakması gerekmektedir. 12. Devlet yönetimi sivil ve milletin iradesinin belirleyici olduğu bir alan olmalıdır. Etnik farklılıklara bakılmaksızın bir adalet ve eşitlik anlayışı tesis edilmelidir. Bu tür kökleşmiş meselelere çözüm aranırken Risâle-i Nur eserleri referans alınmalıdır. |
Bilim ve Gençlik Masası |
ATILIMCILAR: Ali Okumuş, Ali Said Ceylan, Emrah Başak, Hasan Gök, Mirza Said Tercan, Ömer Ataç, Said Mürsel Çalışkan, Servet Girasun, Şeref Uyar,Talha Fırat.
1.) Bilim ve din çatışması esas itibariyle Avrupa’da ortaya çıkmış bir meseledir. Avrupa bozulmuş haliyle hurafelerle dolu Hıristiyanlığa sarıldıkça geri kalmıştır. İslâm toplumları ise İslâmiyet’i hakkıyla yaşadıkça ve marifetullah için çalıştıkça maddeten ve manen terakki etmiştir. 2.) Tabiatın, insanoğlunun hizmetinde olduğu ve tabiattaki imkânların insanlığın maddî gelişimi için sınır tanımaksızın kullanılması düşüncesi, modern Batı biliminin temel hareket noktasıdır. Modern bilimin fıtrata aykırı tabiat felsefesi tabiî kaynakların tahrip edilmesine, azalmasına, ozon tabakasının delinmesine, buzulların erimesine ve yeryüzündeki ekolojik problemlerin artmasına sebep olduğu gibi, insanoğlunun ve bilhassa gençlerin ruhunda bir sınır tanımazlık ve amaçsızlığa sebep olmuştur. 3.) Bir genç için olayları ve durumları akıl ve mantık süzgecinden geçirmek son derece önemlidir. Çünkü genci en çok rahatsız eden yaklaşımlardan birisi, aklının kabul etmediği bazı hayalî dayatmalardır. İspat ve izah, gençliğin algılayış ve kavrayışında önemli bir yere sahiptir. Gençliğin, duyguların tavan yaptığı bir dönem olması dolayısıyla da gencin davranışlarında hissiyatın önemli bir yeri vardır. Dolayısıyla gençliğe sunulan hakikatler dizisi hem aklı, hem kalbi doyurabilecek nitelikte olmalıdır. 4.) Amaç, yöntem ve sonuçları bütün olarak değerlendirildiğinde görülür ki, modern bilim, kâinatın tanınmasında ve hayatın mânâsının bilinmesinde tek başına yeterli değildir. Kâinata yeni bir bakış açısına ihtiyaç bugün de kendisini hissettirmektedir. 5.) Batı biliminin kâinata mânâ-i ismiyle bakan, sonuçsuz ve tesbitler silsilesi şeklindeki yaklaşımından Bediüzzaman bir adım öteye geçerek, kâinatın mânâsını ve hayatın gayesini anlamak için bilimleri basamak yapar. Bu çerçevede her bir bilimi mânâ-i harfiyle, insanın Yaratıcısını tanımasında ve hayatın gayesinin kavranmasında birer vasıta olarak görür. 6.)İspatın hükmettiği günümüzde mevcut bilimsel eğitimin objektifliği tartışmalıdır, içeriği de insanlığın temel sorularına cevap verecek potansiyelde değildir. Dolayısıyla yeni bir bilimsel eğitim anlayışına da ihtiyaç vardır. 7.) Referanslarının sağlamlığı ve perspektifinin genişliği cihetiyle Risâle-i Nur, bilgi altyapısı olarak bu yeni bilim yaklaşımının ve yeni bilimsel eğitimin dinamiklerini oluşturacak potansiyele sahiptir. Zira bu yeni anlayışın temelleri Kur’ânî olmalıdır ki, kâinattaki kanunları koyan Yaratıcının kelâmına muvafık olsun. 8.)Bu yeni bilim anlayışının ve bilimsel eğitimin fünun-u medeniye ve ulum-u diniyeyi birleştirebilen eğitim kurumlarında gerçekleşebileceğine inanıyoruz. Bediüzzaman’ın ömrünün sonuna kadar kurmak için çalıştığı “Medresetüzzehra”nın manevî olarak gerçekleşmesinin yanında; Kur’ânî bir istikbalin inşası için maddeten de tesis edilmesi çok acil ve hayatî bir ihtiyaçtır. 9.) İslâm toplumlarının maddeten geri kalmışlığının sebeplerinden birisi de bilime yeterince önem verilmemesidir. Bundan dolayı her Müslüman gence düşen; bilimin her alanında çalışmak, bilim ve teknolojinin gelişimine katkı sağlamaktır. Kur’ânî bir istikbalin inşası için bu, tarihi bir sorumluluktur. |
Hürriyet ve Gençlik Masası |
KATILIMCILAR: Adem Adıgüzel, Ali Karaca, Çetin Kaska, Enes Özkan, İbrahim Erdoğan, İsmail Araz, Muhammed Burak Küçükoğlu, Muhammed Saim Yılmaz, Muhammed Şeref Ocak, Ömer Yetim, Süleyman Ecer, Yunus Cengiz.
1.) Hürriyet, “başkasına zarar vermemek şartıyla insanın her istediğini yapması” olarak kabul görse de, gerçek mânâdaki hürriyet, insanın ne kendine ne de gayra zarar vermeden marifet, fazilet ve İslâmiyet terbiyesi ile yaşamasıdır. 2.) Hürriyetin zıddı olan istibdad, her yönü ile ferde, aileye, siyasete, eğitime, topluma zehir hükmündedir. Hürriyetin ancak demokrasilerde sağlanabileceğini; ilmî, siyasal, sosyal her nevî istibdadın insanın duygularının gelişmesine engel olduğunu, insanlar arasına kin ve nefret tohumları attığını, bu bağlamda insanı sefalete mahkûm edeceğini söyleyebiliriz. 3.) Kişinin hiçbir engel tanımadan, yapılan uyarılara kulak vermeden ve dilediği gibi hareket etme serbestliği mânâsında anlaşılan “mutlak hürriyet”, kişiyi dininden ve ahlâk esaslarından uzaklaştıran başıbozuk bir hürriyettir. Mutlak hürriyet tanımlamasına yakın bir hürriyet anlayışıyla yaşayan toplumlar bilim ve teknolojideki gelişimlerine rağmen toplumsal ahlâk çöküntülerini önleyememişlerdir. 4.) Said Nursî, “Nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Hürriyet-i umumî, efradın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şeni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın. Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Aksine şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır. Belki insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder. Evet, İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.” diyerek mutlak hürriyeti reddedip, hakikî hürriyetin sınırlarını çizmiştir. 5.) İnsanoğlunun en önemli üç duygusu olan akliye, gadabiye ve şeheviye kuvvelerinin ifrat mertebede kullanılması mânâsındaki mutlak hürriyet zulümle, sefahatle sonuçlanırken; bu üç kuvveden bihaber yaşayan veya yaşamaya zorlanan insanoğlu istidatlarını ortaya çıkaramayacak, toplumsal gelişim önünde bir engel teşkil edecektir. Bu bağlamda bireysel hürriyetin yaşanması için bu üç kuvvenin vasat mertebede kişi ve toplumca değerlendirilmesi gerekmektedir. 6.) Kanunun üstünlüğü ve hukukun hakemliği herkes için ortak bir değer olmalıdır. Devlet herkese adil davranıp, vatandaşın hakkını koruyup, hakkı hak sahibine verecek; vatandaş ise kendi haklarını ve sorumluluklarını bilip bunları koruyacaktır. Hürriyet ancak böyle sağlanmış olacaktır, yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır. 7.) Risâle-i Nur gözlüğüyle hürriyet ummanına dalan gençlik, Asr-ı Saadet gençliği olma yolunda uzun bir yolculuğu rahatça kat edecektir. Bütün kabiliyetlerini bozulmadan açığa çıkaracak ve onlarla cennet yaşına varıp bu istidatlarını kaybetmeden kabir yolculuğuna hayatının her safhasında durmadan devam edecektir. 8.) Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu tutan temyiz gücü, düşünme ve anlama yeteneğidir. Vicdan ise, insanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan en ince duyguların, hislerin ve imanın yerleştiği merciidir. Dinî ilimler ve pozitif bilimlerle sağlanan akıl-vicdan dengesi sayesinde gerçek mânâdaki hürriyete ulaşılır. 9.) Hürriyet Cenâb-ı Hakk’ın Rahman isminin insanlara bir hediyesidir ve imanın hassasıdır ve iman ne kadar mükemmel olursa hürriyet o kadar parlak olur. İnsan hür olacak ama onun hürriyeti başkasına zarar vermeyecek, başkasının hürriyetini kısıtlamayacak şekilde olmalıdır Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet... |
Kültür, Sanat ve Gençlik Masası |
KATILIMCILAR: Arafat Deniz, Emir Fatih Karaşahan, Kerim Karaoğlu, Mahmut Bilge, Recep Taş, Zübeyir Ergenekon.
1- Tüketimin global boyut kazanması, hedonizm kavramının birçok insanın hayatını yönlendirmesi, çoğulculuğun toplumsal hayatta etkisini yitirmesi ve binlerce yıldır süregelen bilgi aktarımının Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş sürecinde sekteye uğraması kültürel hayatımızı ciddî mânâda etkilemiştir. Bütün bunlar ve daha birçok etken toplum hayatında birçok güzel hasletin yok olmasını netice vermiş, sosyal hayatta bir sığlık, yüzeysellik baş göstermiştir. Aslında bize ait olan özellikler unutularak popüler kültür değerleri revaç bulmuş, bilhassa gençlik bu süreçte ciddî mânâda yara almıştır. 2- Yakın tarihimizde dayatılan resmî ideoloji halk tarafından benimsenmemiştir. Böylece insanın fıtratında olan sanatsal eğilimlerin engellenmesi ve izin verilenlerin ise toplum ve insan yapısına aykırı olması kültürel gelişimi durdurmuştur. Geçmişte var olan sanatsal birikim ile günümüz dünyası arasında sıkışan insanın sanatsal mahareti körelmiştir. 3- San'at kendini tanıma yolculuğunda insanın “Allah’a ulaşma arzusu” olduğunda anlam kazanır ve san'at bu amaçla kullanıldığında insana kıymet katar. 4- San'atın aslına döndürülmesinde fikir ve san'at çevrelerinin rolü önemlidir, ancak yeniliklere daha rahat uyum sağlayabilen genç beyinlerin bu konu üzerine daha fazla çaba sarf etmesi gerekmektedir. Çünkü san'at alışılmışın dışına çıkma cesareti ister. Farklılıklara açık olmayı, heyecanı ve mücadele etme gücünü gerektirir. San'atta atılımı eski kuşaklardan beklemek sürekli yenilenen bilgi toplumunda süreci ve ihtiyaç duyulan değişimi yavaşlatacaktır. 5- Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’in belirgin özelliklerini örnek aldığı gibi, şiirsel nesir üslûbunu da kendine rehber edinmiştir. Edebiyatçıların konumları ve çalışmaları incelendiğinde Bediüzzaman’ın edebî konumu muhakkak ki bin dört yüz yıllık İslâmî edebiyatın varisi, İslâm-iman hakikatlerinin dellâlı ve hakikat nâsiri ve nâşiri olarak belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 6- Mânâyı cesede, lâfzı elbiseye benzeten Bediüzzaman, elbiseyi bedene göre kesmek gerektiği halde, şairlerden çoğunun, tersine, elbiseye göre bedeni yontmaktan, mânâyı lâfza kurban etmekten çekinmediklerini söyler ve neden sadece san'at kaygısına düşmediğini etkileyici ve uyarıcı bir şekilde ifade eder. 7- İnsanın temel gayesi, yaratılış maksadına uygun bir hayat tarzını yaşantısına yansıtmasıdır. Sinema ve her türlü kültürel, sanatsal faaliyetlere de bu açıdan yaklaşılmalıdır. 8- Batı kaynaklı filmlerde hevâ her yönüyle hissedilmektedir. Batılı filmlerdeki “sûretperestlik”, batılı tasvir gibi Kur'ân’a uymayan özellikler sebebi ile bu filmlere karşı dikkatli olunmalı ve bu sebeple Kur’ânî bir bakış açısına göre filmler çekme gayretinde olunmalıdır. 9- Risâle-i Nur temelli yapılacak film projelerine nüve olabilecek etkili ve nitelikli senaryolar kaleme alınmalıdır. 10- Bediüzzaman’ın sinemaya karşı tutumu Risâle-i Nur eksenli olarak anlaşılmalı, sadece, Eski Said döneminde ara sıra sinemaya gitmesi nazara verilerek sinemanın içindeki gayr-ı meşrûluklar meşrûlaştırılmaya çalışılmamalıdır. |
Aile ve Gençlik Masası |
KATILIMCILAR: Elif Nur Kurtoğlu, Elmas Kılıç, Fatma Yılmaz, Goncagül Akşahin, Gülnur Tercan, Hatice İşcan, Kevser Yurtman, Sueda Huyut, Şuranur Biçer, Tuba Nur Arıcan
1- Anne-babaya itaat ve hürmet gençlere emredilmiştir. Gençler Kur’ân’da emredilen bu dinî vecibeyi yerine getirdiklerinde, büyüklerinden gelecek olan şefkat ve merhamet, problem gibi görülen her şeyin çözülmesi için bir kapı açacaktır. Dolayısıyla anne ve babasıyla sağlıklı bir iletişim kuran genç, sorunlarını halletmede daha başarılı olacaktır. 2- Sosyal hayatın kalbi olan gençlere, anne babaya hürmetin ve itaatin dinî bir vecibe olduğu güzel bir üslûpla anlatılmalıdır. Kur’ân’da âyetlerce sabit olan hitap şekilleri vardır. “Babacığım”, “Anneciğim” şeklinde dinimizce tavsiye edilen bu hitaplar aynı zamanda günümüz psikoloji biliminin şiddetle önerdiği nitelikli iletişim dinamiklerindendir. 3- Kimlik algısı, kişinin kim olduğunun ve nereye gittiğinin farkında olmasıdır. Yani genç insanın “Ben kimim?” sorusuna verilecek cevabı bulmasıdır. Bediüzzaman Said Nursî, kimlik oluşumuna dair şu hakikatler üzerinde durmuştur: Kişinin ilk ve en etkili öğreticisi annesidir. Annenin çocukluktan itibaren verdiği ders ve telkin, kişiliğin temel esaslarını oluşturur. 4- Babalara ve geleceğin babalarına tekliflerimiz: İyi bir baba, konuşan bir babadır. Ataerkil bir aile yapısına sahip olduğumuz için kız evlâtlar oğullara göre babalarından daha çok çekinmektedirler. Babalar, kendine güven duyarak çocuklarına, özellikle de kız evlâtlarına karşı, sevgiyi, toleransı, anlayışı, maddî-manevî paylaşımları daima diri tutmalıdır. Bunun en güzel ve gerçek modeli hiç şüphesiz kız babası olmakla övünen Peygamber Efendimizdir (asm). Kız babası olan her erkeğin, “baba peygamber” modelini kendine uyarlaması, imanlı, iffetli ve özgüvenli kızlar yetiştirmesi için bir esastır. 5- Tesettür hakikati ortak bir fıtrat kanunudur. Bedenin belli yerlerini kapatmaktan ibaret olmayıp, davranışsal olarak da bu kanun geçerlidir. Dolayısıyla sadece kadınlar için değil, erkekler için de aynı öneme sahiptir. Diyebiliriz ki, toplumda artık sıradan hale gelen karşı cinsle olan mesafenin kalkması, yani harama bakma, kadın-erkek ilişkilerinde gevşeme, flört gibi fiiller ortak fıtrat kanununu hiçe sayar. Tesettür, kadın-erkek ilişkilerinde sınırların korunmasını ve ahlâkî bozulmanın önlenmesini sağlar. 6- Tesettür, kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan meşrû olmayan yakınlığı engellemenin bir aracıdır. Böylece örtünmenin asıl mahiyeti ortaya çıkmaktadır. Yani, kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin tesettür olmadığı anlaşılır. 7- Gençlikte yaşanan en ağır imtihan, karşı cinse olan ilgidir. Her genç, ergenlik yaşına gelince bünyesinde cinsel enerjinin yoğunlaştığını hisseder. Ve bu enerji bir mecra bulmak ister. Mesele, bu cinsel eğilimin Allah’ın takdir ettiği meşrû sınırlar içerisinde tatmin edilip edilmemesidir. Bu da doğru zamanda doğru kişiyle gerçekleştirilecek olan evlilikle mümkündür. 8- Evlilik geçici bir heves ve nefsanî bir zevk için yapılmaz. Evliliğin temelinde ciddî bir muhabbet ve karşılıklı bir saygı algısı olmalıdır. Bu sevgi sadece gençlik ve güzellik zamanına has olmayıp hastalık, yaşlılık, çirkinlik ve külfet zamanında da devam etmelidir. Bunun tek bir yolu vardır; o da, imanlı ve iffetli bir hayat sürmek ve dindar bir aile yuvası oluşturmaktır. 9- Gençlerin hayatlarını güzelleştirebilmeleri, psikolojik çöküntüye yol açabilecek zararların önüne geçmeleri ve vicdanlarıyla barışık olmaları için “ahiret bilinci”ne önem verilmelidir. Bu bilinci canlı tutmak için de verilen duyguları doğruya kanalize etmek ve helâl dairesinin hazlara yeteceğini bilmek yeterli olacaktır. 10- “Ey şehvetini Benim için bırakan genç! Ey gençliğini Bana bağışlayan genç! Sen benim nezdimde meleklerimin bazısı gibisin” hadisini hedef alarak, gençler cinsel dürtülerini tahrik eden faktörlere, iç disiplinle karşı koymalıdır. Burada da kişinin inançları devreye girer. Nitekim, Hz. Yusuf (as) kıssası, bunun en şeffaf örneğidir. Önünde kendini bütün ziynetleriyle sunan dünyalar güzeli bir kadın karşısında, Hz. Yusuf’un tavrı, gözünü ve sırtını dönmek olmuştur. Hz. Yusuf (as), bütün insanlığa şu dersi vermektedir: İnsan, eğer gözünün sahibini tanır ve O’nun emrini hakkıyla bilirse, en kışkırtıcı manzara bile onu baştan çıkartamaz. Sonuç olarak: Peygamber Efendimizin deyimiyle, Asr-ı Saadet’te, İslâm’a en evvel sahip çıkan gençler olmuştur. Mimsiz Batı medeniyetinin empoze ettiği gençlik kavramına karşılık, Asr-ı Saadetteki gençler örnek gösterilmeli ve model alınmalıdır. Hedefi olan gençler gayretle çalışır. Kur’ân medeniyetinden uzak gençliğin huzurlu olması ve ihyası mümkün değildir. Bu hakikatlerle aydınlanan neslin geleceği ise karanlık olmayacaktır. |
Her şeye yeniden başlamak |
Yeni bir adım atma konusunda gençler çok daha başarılılar. Malûm, yaş ilerledikçe yeni bir adım atmak zorlaşıyor. Gençlerle muhatap olurken onları çok iyi ve yakından tanımak gerekiyor. Gençlerle çalışanların, eğitim hizmeti verenlerin, gençleri olanların iyi bilmesi gereken bir şey var ki, o da, önce karşılıklı güvenin tesis edilmesi esastır. Güven oluşmadan sağlıklı konuşma da, özel konular konuşma da olmaz. Sizinle bir özelini paylaşacak genç, önce size güvenmesi gerekiyor. Güven olmadan, sizden dinlediklerinden de halinizde gördüklerinden de bir şey almaz. Önce güven. Her sabah, saat 08.00 sularında, her iki saatte bir, branşı farklı 40 gençle bir platformda birlikte oluyoruz. Bu, bazen gece saat onlara kadar sürüyor. Yani, günde ortalama 450-500 genç demektir. Esası teşkil eden konumuza geçmeden evvel, “Günaydın arkadaşlarım! Güzel insanlar, nasılsınız bakalım…” faslından sonra şöyle bir on beş, yirmi dakika hayata dair sohbet ediyoruz. Bu haftaki ‘girizgâh’ anlamındaki sohbetimiz: “Arkadaşlar! Az önce bir acı haber aldım. Tanıdığım bir aileden üç birey; baba, anne ve oğul trafik kazası geçirerek, dünya sahnesinden çekilmişler. Her şey ne kadar çabuk değişiyor. Her an her şey olabiliyor. Onun için her an gidişe hazır olmak gerekiyor.” Ölümü gençlerle konuşmanın oldukça etkili bir tarafı var. Ölüm hakikati, bilhassa gençler için çok derin bir ders. Sınıftaki en haylaz olan öğrenci bile, konu ölüm olunca, birden sakinleşiyor ve konu ile ilgili bilgili katkılar yapıyor. Ölümle ilgili herkes biraz bir şeyler biliyor. Ya dinlemişler, ya okumuşlar ya da görmüşler. Bu dip bilgiyi harekete geçirip, işletmek gerekiyor. Giriş, sohbetimizi bir hadis-i şerif ile bitirdik, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışınız.” Bu şuur ile çalışmak, büyük günahlardan kaçınmak ve farzları yerine getirmek, normal işlerimizin de güzel bir niyet ile ibadetleşmesini netice verir deyince, gençlerin gözü açıldı. Sonra, genç beyefendilerden birisi, “Hocam tamam da, biz çok günahkâr insanlarız. Bizi kim kabul etsin. Bu halimizle Allah da bizi kabul etmez dedi ve boynu büküldü.” Tam zamanı gelmişken, o günlerde okuyor olduğum bir kitabı hemen çıkardım ve altını çizdiğim cümleleri paylaştım. “Peygamber Efendimiz (asm), ‘Sizden biriniz İslâm’ını (Allah’a karşı kulluğunu) samimiyetle, iyi yaptığı zamanda, işlediği her bir iyilik, kendisi için on katı ile… tâ yedi yüz katına kadar (fazlasıyla) yazılır. İşlediği her bir kötülük ise, kendisine misliyle yazılır’ buyurur.” Rabbimizin rahmeti ağır basıyor. İyilikler kat be kat yazılırken, kötülükler misliyle yazılmaktadır. “Bir Sahabi, Efendimiz’e gelir ve şöyle bir soru sorar: ‘Herhangi birimiz günah işlediğinde ne olur?’ Allah Resulü: ‘İşlediği günah, günah defterine yazılır’ buyururlar. Sahabi: ‘O günahtan istiğfar edip tövbe ederse ne olur?’ der. Allah Resulü: ‘Bağışlanır ve tövbesi kabul edilir’ Sahabi: ‘Sonra tekrar günah işlerse ne olur?’ Allah Resulü (asm): ‘Tekrar yazılır.’ Sahabi: ‘Peki tekrar tövbeye dönerse?’ Allah Resûlü (asm) sonunda şöyle der: ‘Allah onu tekrar bağışlar ve tövbesini kabul eder.’ “Siz (istiğfardan) usanmadıkça Allah da (mağfiretten) usanmaz.” Bu, Mevlânâ’nın, ‘Ne olursan ol yine gel”, “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” düşüncesinin doğduğu kaynaktır. Bu derin yaklaşım, şeytanın da genci ‘ümitsizliğe çekme’ tuzağını bozmuş olmaktadır. Gençler, af konusuna daha duyarlılar. Program öncesi on, on beş dakikalık sohbetler, sohbetin bütününü mayalandırıyor. Gençlerde oluşan tesiri, sorular gösteriyordu. Bir genç, odama doğru ilerlerken, “Hocam birkaç dakikan var mı” dedi. Ben de, “Neden olmasın?” diyerek, birlikte biraz yürüdük. “Hocam, çok günahlarım var. Pişman olduğum halde, zaman zaman yine de devam ediyorum. Bazen şeytan, ‘Sen çok kötüsün. Güzel işler sana lâyık değil’ diyor. Ama ben başkaca bir çarem, çalacak bir başka kapım olmadığı için yine de sığınıyorum. Ama bu günahkâr halimle, söylediğiniz söz, Allah’ın beni affedeceğini söylüyor. İnsan böyle bir Allah karşısında, hiç günah işlememeyi yeğliyor. Onun için benim de içimden geçen şey, yeniden, yeni bir adım atmak şeklinde olacak inşâallah” dedi. Yine konu ile ilgili, Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz (asm) kitabının 176. sayfasında tam bir uygulama stratejisi sergilenmiş: “Peygamberimize (asm), cahiliye döneminin insanlarından birisi gelir ve ‘Bizler, kendi ellerimizle yapageldiğimiz putlara tapan ve kızlarımızı öldüren kişileriz. Benim de bir kızım vardı. Ben de bir gün, cehalete ait bu baskılara dayanamayıp, kızımı yanıma çağırdım. Koşarak geldi; çağırıp onunla ilgilenmemden o kadar mutlu olmuştu ki! Elinden tuttum ve uzaklarda bildiğim bir kuyunun yanına götürdüm onu. Eli avuçlarımın içinde kuyunun kenarında otururken, birden itip onu kuyuya atıverdim. Aşağıya düşerken, ‘Babacığım! Babacığım!’ diye çığlıkları yükseliyordu. Huzur-u âlîleri birden hüzne bürünmüştü. Resûl-i Kibriya ağlıyordu. O kadar ağladı ki, gözyaşlarıyla sakal-ı şerifleri ıslanmıştı. Onun bu kadar hüzünlendiğini gören bir başka sahabe kalktı ve adama dönüp: ‘Ne yaptın sen! Resûlullah’ı hüzne boğdun’ diye tepki gösterdi. Efendiler Efendisi aynı kanaatte değildi. Eliyle işaret ederek: ‘Bırak onu! Çünkü o, geçmişinde yaşadığı önemli bir yanlışı sorguluyor’ dedi. Ardından da adama dönerek: “‘Yaşadıklarını bana bir kez daha anlatır mısın?’ dedi. “Adam yeniden anlatmaya başladı. Hüzün, artarak devam ediyordu. Efendiler Efendisinin gözlerinde ağlamaktan yaş kalmamış, göz pınarları kurumuştu. Ardından herkese şunları söyledi: “Şüphesiz ki Allah (cc), bu günümüzün hakkını vererek O’na kul olduğumuz sürece, Cahiliye döneminde yaptıklarınızı orada bırakır. “Adam da içini dökmüş ve en etkili merciden içini rahatlatacak bir cevap almıştı. Eski hatalarını affettirmek için kim bilir neler yapacağının sözlerini veriyordu kendi kendine. İşte burada Efendimiz (asm), yine adama döndü ve: “‘Haydi, şimdi, her şeye yeniden başla’ dedi.” Gençler bu kısa ve özlü sohbetten sonra, beni adeta soru yağmuruna tuttular. Zaten onların bana sordukları sorular beni çalıştırıyor ve böylece biz de kendi dünyamızda yeni yeni sayfalar açıyorduk. Ama doğrusu gelen şu Peygamber cümlesinin yeri bambaşkaydı: “Her şeye yeniden başla.”
SEBAHATTİN YAŞAR [email protected] |
Üstad’a mektup |
“Zekî dostum; kalb çok arzu ederdi, ehl-i fenden, envâr-ı imaniyeye ve esrâr-ı Kur’âniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Bey’e benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler, herbir sözü şahsımdan değil belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyeden birer reçetedir farzet. Gaybûbet içinde, hâzırane bir musâhabe dairesini onlarla aç. Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap vermesem de gücenme. Çünkü, eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hatta üç senedir kardeşimin çok mektuplarına karşı birtek cevap yazdım.”1 Saygıdeğer büyük Üstad; beni zeki dostum diye nitelendirmenize karşılık aynı sözlerle size hitap etmeyi aklım kabul etmedi. Zekâ denilen kavramın insanı hangi yüksek âlemlere taşıyabileceğini, okuduğum az sayıdaki risâlelerinize dayanarak kestirilemeyeceğine kanaat getirdim. Ben de size Hulusi Bey gibi zekâları karşısında şaşkına döndüğüm allâmelerin nitelemeleriyle hitap ediyorum mektubumda. İman hakikatleri ummânınızdan muhatap olduğum az kısmına ve içerleyebildiğim çok az malûmata dayanarak önümde içerisinde bulunduğum ve maddî gözümle görebildiğim âlemden çok daha büyük bir âleme kapı açtığınızı itiraf ediyorum. Bu âlemin kapısı bile beni titretmeye yetti. O âlemin kapısı olarak nitelediğim ilk okumam Bismillah ummanının içine daldıkça, uzun zamandır sahilde çırpınan bir balığın, suya kavuşmasını yaşadım. Bismillah her hayrın başı, şüphesiz bu ulvî yardımcıyla yola çıktığım bu yolculuğa sebatla, eserlerinizin ışığında devam ettikçe hayırlara nâil oluyorum her daim. Nice eşkiya kılıklı, nice yılan akrep misâli zehirli engeller beni hayırlara sürüklemeden öteye gidemiyor. Bismillah’la sürükleyebiliyorum bütün dünyayı artık kendimle. Büyük mekteb-i nurâniyenize nispeten sübyan okulundan öteye malûmat veremeyen taştan üniversitemin, gözü aklına inmiş, kalpsiz müderrislerinden edindiğim, çamura bulanmış taşlarını bugüne dek hep mecburiyetten sırtımda taşıdım. Siz onları methedip fenleri dinle, o kör rehberleri unut dediğinizden beri o fenlere daha bir dikkatle bakıyorum. Bize ulaştırdığınız Kur’ân nurunu tuttukça bu bîçarelere onlar da bir değer kesbetmeye başladı. Ancak o nuru çektikçe sönük birer taş olmaya mahkûmlar. Beni bataklıkta yok olmaktan kurtaran dellâlı olduğunuz Kur’ân ateşine bu acezenin bir şey katamayacağı aşikâr. Ama belki bir hizmetkâr misali bu taşları bu ulvî nura taşıyarak bu taşların o nuru gürleştirebileceklerini ümit edebilirim. Belki bu şekilde benim gibi gözü aklına inmiş, kalbi kararmış, vicdanı can çekişen başka acezeler de kurtulabilir. Kâinatı ayakta tutan Yüce Kur’ân’ın bütün reçetelerine muhtaç paramparça olmuş yaralarla kaplı ruhum. Siz Kur’ân’ın dellâlının bütün mektuplarına kalbimin ve vicdanımın bütün kapılarını sonuna kadar açtım, şeytânî eller de kapatmasınlar diye sizin duanıza müştakım. Bu yüce elçilere sunabileceğim bir sözüm yoksa da, onların nurlarına muhtaç karanlıklarda kalmış bedenim. Size daha bir çok mektup yazmak niyetinde kalbim. Her ne kadar kardeşinize dahi cevap yazamasanız da, bu müştak kalbim sizin imanı tehlikede olanlara karşı gayretinizi bildiğinden cevap ümit edecek her daim. Kâinatı oluşturan zerreler adedince, kâinatın nuru Hz. Muhammed’e (asm) salât ve selâm olsun.
Dipnot: 1- Tarihçe-i Hayat, s. 188, Yeni Asya Neşriyat.
İBRAHİM ERDOĞAN |
ACABA? |
Neden yaratıldık acaba… Kendi zevklerimizi tatmin için mi, yoksa, Cenâb-ı Hakk’ı tanımak için mi? Her şey bu kadar kolayken neden zor gelir insana. Belki bir ömür belki bir yıl, belki bir gün. Belki bir saat belki bir dakika belki bir an için değer mi bu yaptığımıza. Hiç utanmazdık ve hiç de uslanmazdık yaptıklarımızdan. Onca helâket ve felâket ne içindi acaba? Onca başlar neden feda oldu acaba? İnsan neden düşünmez ki neden yaratıldığını? Neden duygularındaki ölçüyü tutturamaz? Duygularımız hep güzeli isterken neden hâlâ sefahatteyiz? Cennet ve ruyet-i cemal varken? Madem lezzet ve zevk diyoruz lezzet ve zevk nerede bilmiyoruz. Ya da yanlış yerde arıyoruz… Helâli varken harama dalıyoruz. Bu kadar olmamalıydı, çünkü biz bunun için yaratılmadık. Neden yaratıldığımızı düşünmüyor muyuz acaba? Neden yaratıldın dedik mi hiç nefsimize acaba?
Zübeyir Menteşe |
ŞÜKÜR |
Her ne cevre düşersem, hâlime şükrederim Şükrümü, minnetimi, daim müzdad ederim Ey gönül! Çilelerin, temadi eder sanma Rabbim kerem bahşeder, bir gün biter kederim….
Hİkmet ErbIyIk |
16.05.2010 |