Selim GÜNDÜZALP |
|
KÜÇÜK ŞEY YOKTUR |
Andre Gide, o büyük dersler çıkardığımız ve zevkle okuduğumuz Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint Exupery ile tanıştıktan sonra şöyle der: “Ben yıllar boyu eserlerimde kahramanlar koydum ortaya. Tabiî ki onları sevdim, onlarla yaşadım. Okurlarım da onları beğendiler sevdiler. Ama bir gün asıl kendisi kahraman olan A. de Saint Exupery diye biriyle tanışınca, kahramanlarımın nerde kaldığını düşünmeye başladım.” Evet, bu sözde bir hakikat payı var. Hayatın içinde gerçeklerle yüzleşip yaşadığınızda kahramanların kimler olduğunu çok iyi anlıyoruz. Siz bu satırları okurken, dünyanın dört bir yanında sadece ve sadece Rabbimizin bilebileceği, insan aklının alamayacağı ve anlayamayacağı milyarlarca olay yaşanıyor. *** Bir seyahate çıkalım mı? Yaşlı bir dede. Bir ayağı da aksıyor. Elindeki tablasıyla istasyonda simit satıyor. Yanında tezgâh açmış bir-iki genç daha var. Müşteriler “Simitçiiiii” diye seslendiğinde, genç olanlar sopanın ucundaki simitlerle hemen çağrıldıkları istikamete doğru koşuşuyorlar. Akşam olduğunda hep aynı şey… Bacaklarının rahatsızlığından dolayı yerinden kımıldayamayan ihtiyarın tablasındaki simitler de bitiyor, diğer satıcı çocukların da. Hayret, değil mi? Acizliğinden ve zayıflığından dolayı olsa gerek, ihtiyarın rızkı ayağına geliyor tıpkı ağaçlar gibi. Belki de yaşına ve gençliğine sırtını dayayan gençler ise rızkın peşinden koşuyorlar. Bakıyorum, ihtiyarın yanına daha çok şefkat ve merhamet yüklü, çocuklu anneler geliyor. Daha doğrusu Allah gönderiyor onları. Kimi rızkının peşinde koşar, kimisinin de peşinden rızkı koşar. *** Bir kedicik… Bembeyaz bir kedicik... Belli ki özel bir terbiyeden geçmiş. Yalnız hissediyor kendini. Önüne konulan bir tabak sütün kibarca sefasını sürüyor. Civarda dolaşan irice bir köpek ise bir lokma kuru ekmek derdinde. Bulsa da yiyebilse keşke... Derken, bir evden bir pencere açılıyor ve bir küçük el, bir ekmek parçası atıyor köpeğe. Gökten bir sofra iniyor adeta. *** Bebek arabasının içindeki ufaklık, bebekliğin tadını çıkarıyor. Gelene geçene el sallıyor. Şu dünyada mutlu olmanın yolu vermekten geçiyor. “Sende ne varsa onu ver. Verdiğin senin” diyor ufaklık adeta. Aklı bir karış havada, mutluluğu uzaklarda arayanlara ders veriyor. İşaretler, görenler için. Yolunu bilenler ve arayanlar içindir. *** Hava soğuk… Ama bir genç hava soğuk diye pek aldırmıyor. Eski caminin şadırvanında abdest almış, kollarından dumanlar çıkıyor adeta. Zarif bir hareketle eğilip avucuna bir yudum su alıyor ve dudaklarına götürüyor. Orta yaşlı bir amca, şefkatli bir ses tonuyla gence doğru dönüp, “Unutulan sünnetlerden birini ihya ediyorsun, yavrum. Ne mutlu sana” diyor ve ekliyor: “Hz. Peygamber’i (asm) memnun ediyorsun. Allah senden razı olsun. Devam et bu güzel yolda, devam et” diyor. Gökten bir iki damla düşüyor, yağmur çiselemeye başlıyor. Bu damlalar, belki de meleklerin, belki de meleklerin... Gerisini siz getirin lütfen. *** Cami avlusunda bir kadın… Yanındaki hasta kızı için yardım talep ediyor. Pek kimse ilgilenmiyor. Annenin yanındaki genç kız iki büklüm, gerçekten rahatsız. Zor yürüyor. Çok geçmeden anneyle kızın yanlarına bir adam yaklaşıyor. Kibar bir edayla bir şeyler söylüyor ve eliyle bir yeri işaretliyor. “Tamam tamam” diyor anne. “Allah razı olsun. Allah razı olsun. Yarın 12’de dediğiniz yerde olacağız” diye söz kesiyorlar. Anneyle kız sevinçten uçuyorlar adeta. Bir garibin gönlü daha ihya oluyor. Yağmur çiseliyor. Melekler şahidi bu sahnenin. Nurdan bir hâle oluşuyor. İhtiyaç sahiplerinin hâliyle hallenen adamın üstüne görünmeyen âlemin görünmeyen varlıkları nur indiriyor, kol kanat geriyor. Adam sessiz sedasız yoluna gidiyor, huzurla yürüyor. Hava gibi, su gibi yapıyor iyiliğini. Belli ki, hiç kimseden bir şey beklemiyor. Ne takdir, ne tebrik… Melekler bu adamı seviyor. Adamın adımlarını izliyorlar. Meleklerin de yanlarında olmaya can attığı insanlar vardır. Bu adam onlardan biri her halde. *** Gece yarısı bir çöpçü yolları süpürüyor hem de ıslık çalarak. Halinden de pek memnun. İhtiyar bir adam var yolun bir köşesinde. Yakası ve bağrı açık, ayakları da şişmiş… Elinde bir poşetle yığılıp kalmış. Bir evin merdiveninin basamakları üzerine yıkılmış adeta. Elleri, ayakları soğuktan titriyor. Çöpçü sadece görevini yapmakla kalmıyor, hemen ihtiyarın yanına koşup, koluna giriyor. Geç vakte kadar açık olan, sokağın içindeki lokantaya götürüyor. “Sen yemeğini ye burada, yatacak bir yer de buluruz sana, merak etme” diyor. “Yandaki otelin sahibi ahbabım olur. Özel misafirleri için her zaman bir yeri vardır onun. Orada da bulamazsak, benim misafirim olursun. İşimi bitireyim, hemen geleceğim” “Olur” dercesine ihtiyar başını sallıyor. Çöpçü, “Sen bir yemeğini güzelce ye de, bir yandan ısınıver şuracıkta, döneceğim hemen” diyor. “Ey gecenin yediveren gülü, sokağımın güzel çöpçüsü, yollardan insan toplamak da görevin mi senin?” diye soracak olsam, bilirim, “İnsanlık öldü mü be ağabey?” diyecek o kahraman, bilirim. *** Bir sokak ötede apartmanın çekim gücünden kurtulan dolunay yüzünü gösteriyor ve karanlık tek bir nokta bırakmıyor sokakta. Her yer pırıl pırıl. Gecenin bütün karanlığını aydınlatmaya nur yüzlü bir ay yetiyor. Dünyanın karanlık yüzünü aydınlatmaya da bir iyilik yetiyor. Susalım, az sonra rüzgâr konuşacak, dinleyelim. Ağaçlarla, yapraklarla beraber konuşacak. Zikrini dinleyelim, fark edelim rüzgârın ne dediğini. Her ses bir işarettir. Bilen, duyan, gören insan için. Küçük olaylar değil bunlar. Bu dünyada yaşanan büyük olaylardır. Bunlar haberlerde geçmedi, gazeteler de yazmadı. Bunlar her yerde, her zaman olan şeylerdi. Bu dünya nasıl ayakta kalıyor ki zaten? İyiler de olmasa, kimsenin bilmediği, duymadığı, görmediği iyilikler de olmasa, dünya gerçekten bir zindan olmaz mıydı? Bahtımız kararırdı dünyamız gibi. Belki de çok kötü şeyler olurdu… İyilik yapmaya niyet edene Allah yardım eder. Yeter ki iyilik yapma duygusu onun özünde saklı olsun. Ne olacaksa iyi insanlarla olacak. Zakkum ağacına ilham gelse ne olacak, şeftali mi çıkacak? Küçük şeyleri küçük görmeyin. Her küçük şey, bir küçük şeyin katılmasıyla büyüyor, bereketleniyor. Bir küçük çekirdek, bir koca ağacı içinde taşıyor. İyiliğin, güzelliğin küçüğü olmaz. Hele o iyilik, o güzellik Allah için olursa… *** El-Mevridu’l-Azb’da geçen bir kıssa ve o kıssadan bir hisse: Davud'un (as) sohbetinde bulunan bir genç hakkında ölüm meleği gelip Davud'a (as): “Bu genç üç gün sonra vefat edecektir” der. Davud (as) bu habere pek üzülür. Üç gün sonra genci sapasağlam sokakta gezerken görünce hayret eder. Aradan bir ay geçtiği halde adamın hâlâ ölmediğini görünce, hayret ve dehşeti büsbütün artar. Bunun üzerine hemen ölüm meleği Azrail (as) gelip durumu açıklar: “Ömrü bitmeden bir gün önce, sokakta yürürken bir yoksul gördü. Ona yirmi dirhem tasadduk etti. O da ona ömrünün uzaması için Allah’tan niyaz etti. Allah da duasını kabul etti. Her dirhemine karşılık bir yıl ömrünü uzatarak ecelini yirmi yıl daha tehir etti.” Bir başka rivayette de, aynı kişinin akrabalarını ziyaretten dolayı bu saadete, bu nimete ulaştığı belirtilmiştir. Mevlânâ’dan bir güzel söz: “Yoksulların gönüllerini de kırmamak gerek. Cenâb-ı Hak, ‘Yetimi horlama, isteyeni boş çevirme’ buyurmuştur. Duvar, çiviye: ‘Ne diye beni deliyor, incitiyorsun?’ dedi. Çivi de ona, ‘Beni çakana bak’ diye cevap verdi.” Evet, görevini yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına hiçbir ilâç fayda vermez. Elinde olanı vermek, dağıtmak cömertliktir. Allah yolunda asıl cömertlik ise, canını vermektir. Can kimin ki, O’nun yoluna vermeyelim? Bakınız Lemaât adlı eserinin sonunda Üstadımız ne güzel yol gösteriyor bize: “Her nereye geliriz, herhangi tâifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkârâne istikbâl görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız. “Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi’ ederler.” (Sözler, 692) Boş durmakla olmuyor, ne oluyorsa koşturmakla oluyor. Selâmla, duâ ile, Efendimiz’e (asm) sonsuz salât ve selâm ile… 16.05.2010 E-Posta: [email protected] |