Ahmet BATTAL |
|
Din görevlileri ve sendika |
Din görevlilerinin ücret ve sosyal haklar için sendika kurmasını Din Şûrâsında da eleştirdiğimi anlatmıştım. Bazı okuyucular bu görüşümün Diyanet camiasında nasıl karşılandığını sordular. Birlikte bakalım: Geçen Ekim ayında düzenlenen Dördüncü Din Şûrâsında alınan kararlardan biri şu şekilde: “25. … zaman zaman, özellikle din görevlisi imajı, dini sembol, temsil ve faaliyetler konusunda halkın güvenini sarsıcı nitelikte yayınların sürdürüldüğüne tanık olunmaktadır. … Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumu bilgilendirmekle yetinmeyip ilgilileri uyarması da gerekir. …” Bu cümlenin bir mânâsı şudur: “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, din görevlisi imajını sarsan yayınlar yapan yayıncıları bu hususta uyarması gerekir.” Diğer bir mânâ da şudur: “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, din görevlisi imajını sarsan yayınların yapılmasına sebep olan din görevlilerini uyarması gerekir.” Bu ikinci cümleden, Diyanet personelinin uymak zorunda olduğu disiplin kurallarının bu bakış açısıyla yeniden belirlenmesi gerektiği sonucu da çıkarılabilir. Ancak bendenizin özel ilgi alanı, sendikacılığın ve hak arama faaliyetinin, din hizmeti veren Diyanet personeli için ne anlama gelebileceğidir. Bediüzzaman, İhlâs risalesinde (Lem’alar, s. 168) din hizmeti yapanların ihlasını kıran ve onları riyaya ve ikiyüzlülüğe sevkeden sebeplerden “maddî menfaat” ile ilgili olanını şu şekilde tesbit ediyor: “Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır.” Gerekçesini de şöyle izah ediyor: “Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek (etmemeleri) için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler.” Bu cümleden şu mânâları çıkarabiliriz: Din hizmeti için emek verenlere maddeten destek olmak ve onları gelecek kaygısından kurtarmak, bu hizmetten faydalanan taraf için bir tür vicdan borcudur. Yani bazısı ilmini, ömrünü ve emeğini ortaya koyar, kimi de malı ve servetiyle buna iştirak eder ve müştereken hizmet etmiş olurlar. Ancak bu yardımda, ahireti imar etmek için çalışan ve usulünce “alan el”, dünya malını kazanmış olan ve kazancından “veren el”den daha üstün olabilir. Veren el, köylü de olsa, eşraf da olsa, devlet de olsa, dünyadaki statüsü itibariyle yukarıda değildir. Kendisini öyle görmeye kalkmamalıdır. Ahiretteki karşılığı itibariyle ise hangisi daha ihlâslıysa onun eli üstündür. Bununla birlikte, hizmet edenler, bu maddî desteği istemek ya da beklenti içine girmek hakkına da sahip değildirler. Nitekim metnin devamında bu durumun riski de açıklanmıştır: “… bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. … (Aksi halde) Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin (Bakara Sû-resi, 2:41) âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.” Daha da önemlisi rekabet işin içine girer ve … fena final: “İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.” Din hizmeti ve bu hizmetin ücreti konusunda bu çağın açık ara farkla birinci şahsiyeti, bizzat hayat hikâyesinin şahadetiyle, Bediüzzaman’dır. O halde onun yukarıdaki tesbiti ve nasihati, Diyanet camiasına ve bu camiadaki sendikacılara bilhassa lazımdır. Yanlış anlaşılmasın, din görevlilerince kurulan sendikaların, bir dernek olarak ve özellikle bir baskı grubu olarak varlığına itiraz ediyor değiliz. Bu baskı grupları, samimi ve cesur iseler, özellikle din hizmetinin resmî kurumu olan Diyanet’in resmiyetinin getirdiği tutukluktan doğan boşluğu doldurmakta faydalı da olabilirler. Ama biz burada, devlet ile ücret ve hatta maaş pazarlığına oturmalarının ve bu pazarlık hakkını elde edebilmek için birbirleriyle rekabete girmelerinin risklerine dikkati çekmek istiyoruz. Bu hususta Diyanet İşleri Başkanlığına da bazı görevler düştüğünü, Din Şûrâsı kararlarından anlıyoruz. Aksi halde hem Din Şûrâsının yukarıya aldığım kararına konu problemler ve hem de Bediüzzaman’ın Yirminci Lem’ada (s. 161): “Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, ‘din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatle maişeti temin etmek, tamah ve hırs yolunda rekabet etmek’ gibi müthiş ithamlara mâruz kalıyorsunuz” diyerek dikkat çektiği ihlâs ve imaj sıkıntıları devam edecektir. Özetle; devletin memurları, “millete hizmet etmekle onur duymak bana yetmez, yeterince maaş almazsam çalışmam” diyebilir. Ama dinin hizmetkârları, “Ben her halûkarda hizmetteyim” demelidir ki devletin değil Allah’ın memuru olmuş olsun. 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (12.05.2010) - Toplantılar ve hükümet komiserleri (04.05.2010) - Memur mu, işçi mi? (22.04.2010) - Medenî dediğin... |