Nimetullah AKAY |
|
En yüksek ile en derin arası |
Yaratıcıyı düşünmeden yaratılanı düşünmenin, bütün yönleriyle Yaratıcıya muhtaç olan mahlûkata faydası olmayacaktır. Düşünür diye tanınan insanların düşündükleri eğer kendilerini Kâinatın Yaratıcısına götürmüyorsa, yaşayışlarında insanlara yarayacak bir kesit bulunmayacaktır. İnsanı, dünya yaşayışının dünyaya bakan yüzünden öteye götürmeyen düşünce ve faaliyetler, dünyada kalmaktan ve yokluğa mahkûm olmaktan başka bir işe yaramamaktadır. İnsan dünyanın dar kalıplarına sığmayacak kadar geniş ufuklu bir harika varlık olarak yaratılmıştır. Duyguları ebede kadar uzanmıştır. Arzu ve ihtiyaçları dünyanın birkaç günlük hayatında yerine gelemeyecek kadar fazladır. Ancak ebedî bir hayat insanda var olan duyguların tatminini sağlayabilir. İnsan sadece bu dünya hayatını yaşamak için yaratılmamış, ona sonsuz hedefler gösterilmiş ve sevdirilmiştir. Kâinatın yaratıcısı, insanı başıboş bırakmamış ve hayatın gerçekleri konusunda kendisini muhatap kabul ederek, gerçekleri öğrenmesi için deliller kendisine sunmuştur. Muhatap kılınmak büyük bir makamdır şüphesiz. Kudreti nihayetsiz olan bir Yaratıcıya muhatap olmak insan için büyük bir mazhariyettir. Buna lâyık olmak, o büyük nimetin değerini düşünüp gereğini yapmak da insana düşer. Çünkü insan, Yaratıcısını tanımaya ve emirleri dairesinde yaşamaya müsait olarak yaratılmıştır. Rabb-i Rahîm, güzelliklerle mücehhez kıldığı insanları değerli kılışının bir nişânesi olarak, onlara “Ey insanoğlu, sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz” diye hitapta bulunmuş ve kendilerini, kendisine ibadet etsinler diye yarattığını ifade buyurmuştur. Kitaplar ve sahifeler diliyle yazılı, Resûller vasıtasıyla da sözlü olarak hep insanlar ikâz edilmiş, gerçeğe çağırılmışlardır. Evet, Allah’a binler şükür ki, bizler Allah’ın yüce dini olan İslâm’a mensubuz. Hz. Muhammed (asm) gibi en mükemmel insan bizim Peygamberimiz, Kur’ân gibi hakikatler manzumesi olan bir kitap da bizim kitabımızdır. Rabbimizin emirleri dairesinde yaşamak, insan olmamızın en temel görevidir. Kur’ân-ı Azimüşşan’ın hiç eskimeyen her geçen gün daha da tazelenen, gençleşen hakikatlerini hayatımızın rehberi yapmak kadar büyük bir mazhariyet olamaz bu ölümlü dünyada... Peygamber Efendimizin (asm) o insanı yücelten sünnetlerine bağlanmak, o dosdoğru olan istikamette hayat geçirmeye çalışmak İslâm’ın nuruna kavuşmuş her insanın, hayatı pahasına da olsa vazgeçmemesi gereken hedefi olmalıdır. İnsanlığı İlâhî nura kavuşturma görevine sahip olan, ümmetinin ebedî saadeti için hayatında da memâtında da çırpınan ve İlâhî canipten kendisine tevdi edilen şefaat imtiyazını kullanacak olan Habibullah’ın nurundan uzak durma bahtsızlığı, insanlığın yakalanacağı en koyu ve en tehlikeli bir hastalıktır. Dünya ömrünün ahirinde, şeytanların insanları ebedî hayatı kazanmaktan uzaklaştıracak neredeyse sayısız silâhları ve tuzakları bulunmaktadır. Dışarıdaki düşmanların yanında, bizler içimizdeki nefsimizin, şeytanları harîm-i ismetimize davet eden istek ve arzularıyla da mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Ve ancak manevîyâtımızı kuvvetlendirecek çok kuvvetli silâhlarla bu tehlikeli düşmanlarla mücadelede başarılı olabiliriz. En müstebit dönemlerin zalimâne engellenmelerine rağmen, yazıldıkları günden bu yana her geçen gün okuyucuları, dünyanın her tarafına yayılacak kadar artan, imanların kurtulmasına sebep olan ve zayıf imanlı olanların imanlarını kuvvetlendiren “Risâle-i Nur” eserleri, müthiş ahirzaman fitnesinden insanları kurtaracak en tesirli manevî silâhtır şüphesiz. Bu fitne asrında bizlerin, Kur’ân hakikatlerinin asrımız insanlarının anlayışına en etkili bir şekilde izah edildiği Nur Risâlelerine büyük ihtiyacı bulunmaktadır. Risâle-i Nurların mahiyetini iyi kavrayan bir insan için, bu eserlerin yayılması ve insanların istifadesine sunulması kadar daha büyük bir görev bulunmamaktadır. Çünkü Allah’ın rızasını kazanmak kadar insan için daha önemli bir meşguliyet bulunamaz. Bu dünya imtihan yeridir. İnsanın ebedî hayatı bu imtihan dünyasındaki başarısı nisbetinde olacaktır. Esfel-i sâfilîn denilen Cehennemin en derin yerinden, âlây-ı illiyîn denilen Cennetin en yüksek makamına kadar dereceler bulunmaktadır. Ve insanlar dünyadaki yaşantı ve meşguliyetlerine göre bu iki nokta arasında bir yerde bulunacaklardır... 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Eyyûbî bakış |
Gençliğin, sağlığın, zevkin, dış güzelliğin, başarının kutsandığı günümüzde hastalık, musibet, sıkıntı ürküp de kaçılan düşmana dönüştü; aman benden uzak dursun ölüm, dertler değmesin, elemler uğramasın yanıma… Neme lâzım üzüntü, ne gerek var hüzne; zevkin gökkuşağı altında steril sokaklarda, geniş caddelerde, büyük avm’lerde gezmek, siyasetle, sporla uğraşmak varken. Varsa da yoksa da yaşamak; rahat, zevkli, eğlenceli, şehvetli, şöhretli, servet içinde yaşamak. Tek yönlü, tek renkli, tek düze bir hayat; gamsız, düşüncesiz, hakikatsiz, hikmetsiz silik bir yaşam… Bu devrin kutsalına kurban gidiyor nice latife, nice cihâzât, nice ince kabiliyetler… Bulunduğu günü bütünüyle “rahat yaşamak”a hasretmek hayatı heder ediyor, Daraltıyor hâlbuki. “Hayat, musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.” Musibet renklerle, hastalık seslerle hayatın kemâl bulduğunu nasıl anlatılır, nasıl kavratılır; uyutucu ve uyuşturucu eğlencelere, zevksiz zevklere düşmüşlere. Akıl ve kalp arasında medeniyet fantezileriyle açılan derin uçurum birkaç kürek toprakla kapatılabilir mi? “Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider” Yokluğa yakın yürümek; bugün var olan algılayış ve anlayış. Dar düşünceler, güdük duygularla; geniş caddelerde yürümek, rahat evlerde yaşamak, geniş arabalarda hızla gitmek ne anlam ifade eder ki? Bir küçük musibette kartondan kuleler yerle bir oluyor, bir hastalıkla sağlık sağlamlığını yitiriyor, bir elemle varlık alev gibi yanıyorsa; bin yıl bile yaşamışlık ne ifade eder? “Musibet zamanı uzundur, uzun bir ömür gibi hayati neticeler verdiği için uzundur.” Kısacık cümlede ne uzun ve derin mana… Diyetlerle, cilt bakımlarıyla güzel, uzun ve başarı dolu bir ömür için çalışanlara bu iksir fayda verir mi; kulluk kimliği kaymışlar için çok zor. Zordaki kolaylık kolaylıktaki zorluğu görmeyenler, zahmette rahmeti rahmette zahmeti bilmeyenlere ne güç bu gerçeği anlatmak. “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değillerdir.” Eyyubî bakışla hastalıklara bakan, musibetlere nazar eden, akılla kalp arasında sağlam köprüler kuran bahtiyarlardır: “Hazreti Eyyub Aleyhisselâm, münacatında istirahat-ı nefs için duâ etmemiş, belki zikr-i lisânî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş.” Zikrin tazeliği, gönlün gençliği için ne kadar duâ edilse, ne kadar gayret edilse, ne kadar yaşansa azdır; böyle bir başarı kaç ömre bedeldir, kaç dünya hayatına denktir? Dimağın bütün meşguliyeti, zihnin bütün kıvrımları bunla dolsa—derin menfezleri doldurmak için-–yine de yeridir. 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Allah’ı inkâr psikolojisi |
Aklen inkâr yolu bulamayan kişi, karşı karşıya kaldığı stres haliyle mücâdele için daha katı ve kontrölsüz bir inkâr yolunu tercih eder. Öyle ki, bu, yüce Yaratıcı’ya düşmanlık şeklini de alabilir. İşte bu aşırı düşmanlık, psikolojik bir mekanizma olan ‘karşıt tepki’ gösterdiğine bir belgedir. Çünkü, olmadığına inanılan bir şey için, normal hâl tepkisizliktir. Zîrâ, etki oluşturanın yokluğuna inanılıyorsa, tepki anlamsızlaşır. Yâni, tepki; aslında, iç âlemde yok olduğu kabul edilmeyip, ancak dışa öyle yansıtıldığını ve belirli sebeplerle öyle olması arzu edildiğini gösterir. Bu arzunun arkasındaki en büyük psikolojik saik de, günahlardır. Günahı işleyen, hem iç dünyasında vicdânî bir baskı, hem de dış dünyaya karşı bir utanç hisseder. Bundan kurtulmak için ‘karşıt tepki’yi geliştirir ve inkâra gider. Bediüzzaman, “Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının haberdar olmasından çok utandığı zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor” diye işaret ettiği durum budur. Cehennem azâbını netice veren büyük bir günahı işleyen, Cehennemin tehdidini işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin yokluğunu arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor. Kezâ, iş yüzünden âmirden alınan küçük bir tekdir, psikolojik olarak insanı müteessir eder. Yaratılış görevini, ibâdetlerini yerine getirmeyen de Sultan-ı Ezel ve Ebed’in tekrarlanan emirlerine karşı yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o kulluk görevi bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî İlâhî düşmanlık kokusu ve ondan da bir inkâr arzusu uyanıyor. Şu halde, işlenen herbir günah, karşı tepki psikolojisiyle, hele o günaha tevbe edilmez ve o günah bağımlılık halini alırsa, insanı inkâra kadar götürme riski taşır. Halbuki, günah işleyen hatasını kabul edip tevbe ederse, büyük bir huzur bulur. Çünkü, O’ndan başka özür dileyip sığınacak bir mercî yoktur. Tevbe; kusurlarımızı zımnen itiraf ile pişman olmak, bir daha onu işlememeye söz vermektir. Tevbe edip af dileyen, bağışlanmasını isteyen kirlerden temizlenir; iyiye, güzele motive olur. İçinde cevelân eden yanlış, batıl düşünce ve duyguları boşaltır, dışarı atar. Bu, büyük bir rahatlama ve huzûr verir. Zîrâ, işlediğimiz herbir günah, hata ve kusur, akıl, kalb ve vicdânımızda büyük yaralar açar; lekeler bırakır. Onlara tevbe ettiğimizde, rahatlarız. Karşıt tepkinin sebeplerinden bir diğeri de, egoizm, enaniyet, yâni benliktir. Bir kısım insanlar benliğin mahiyetini kavrayamamakta; mevhum, yok olan benliğine varlık rengi vermekte ve ona dayanmak istemektedir. Aslında ene ile tâbir edilen benlik, Cenab-ı Hakk’ın sıfâtını, şuûnatını bilmek için bir santral ve bir vahid-i kıyasî (kıyas etmek için) verilmiştir. Haddizatında enenin, benliğin hiçbir gücü yoktur. O mevhum bir varlıktır. 18.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (7) |
Karizmatik liderler, prestijli şahıslar ve yaşanan sendromlar
Suâl: Siz, şahıstan ziyade misyonu nazara veriyorsunuz. "Asıl mühim olan inanç, fikir ve dâvâdır; lider ve şahıs faktörü ikinci plânda gelir" diyorsunuz... Oysa, siyasette kitleleri heyecana getiren, meydanlara döken ve peşinden sürükleyen, karizmatik şahıs ve liderlerdir. Bu meselenin izahını yapar mısınız?
Cevap: Siyasette olsun, cemaatlerde olsun, şahıs ve lider faktörünün ziyadesiyle önemsendiği bir devirde yaşıyoruz. İster şahsın kendisi kabiliyetli, kapasiteli olsun, isterse sırf çevresi tarafından parlatılıp büyük gösterilsin, gruplar, cemaatler ve hatta siyasî partiler, genelde liderleriyle anılır hale gelmişlerdir. Bu durumun muvakkat bir getirisi ve avantajı vardır. Kitleler bir anda heyecana gelip coşar. Reytingler bir anda yükselir, tavan yapar. Kitlesel oylar, bir yükselir, bir yükselir ki, adeta gözleri kamaştırır. Ne var ki, bu zamanda şahsa bağlılığın, yani şahıs merkezli yapılanmaların kendine has bir takım ciddî riskleri, tehlikeleri ve büyük handikapları vardır. Meselâ, ancak 30–40 yılda elde edilebilen bir karizma, bir bakıyorsunuz âniden yıkılmış, yerlebir olmuştur. Doğru ya da yanlış, herhangi bir söylentiyle veya bir komplo, bir iftira, veyahut bir kaset darbesiyle, karizma dediğiniz yarım asırlık prestij kırılmış, düşmüş, yerlerde sürünür hale gelmiştir. Böylelikle, yılların emeği büyük çapta zayi edilmiş, boşa çıkarılmış oluyor. Ayrıca, şahsın karalanması, yahut çürütülmesiyle, o şahsın başında bulunduğu camia da bir bakıma karalanmış, yaftalanmış oluyor. Hele bazı gruplar var ki, eğer orta yerde köklü bir misyon ve dâvâları yoksa, çürütülen liderleriyle birlikte yıkılıp, hatta silinip gidiyorlar. (Aczimendiler gibi.) Fazla uzağa gitmeye gerek yok; yakın tarihte bile, bu anlattıklarımızın birçok misâli, örneği vardır. Demek ki, lider faktörü mühim olmakla beraber, birinci plânda fikir, misyon ve dâvâ unsuru gelmeli. Şahıs, ne olursa olsun, istediği kadar şöhretgîr, karizmatik, hatta dâhî olsun, eğer bir şahs–ı mânevî dairesi içinde eriyip onda fâni olmuş değilse, gün gelir bir hiç olur, hiç hükmünde kalır. Geçmiş asırlarda, böylesine riskli bir durum söz konusu değildi. Fakat, günümüzde şahsı çürütecek o derece kuvvetli silâhlar, etkili sebepler, vesileler, vasıtalar üretildi ki, hemen hiçkimse için güvenlik, garanti söz konusu değil artık... Dolayısıyla, şahsın başına her an herşey gelebilir. Lider konumundaki şahıslar, eskiden sadece zehirleme, ya da sûikastler yoluyla bertaraf edilmeye çalışılırdı. Günümüzde ise, bunlara yeni taktikler, yeni metotlar, hatta öldürmekten beter tertipler eklendi. Gerek Avrupa'da ve gerekse Amerika'daki bazı enstitüler tarafından hazırlanmış olan objektif raporlarda ifade edildiği kadarıyla, hedefteki şahısları çürütmeye yönelik olarak, günümüzde şu tarz metotlar da kullanılıyor: 1) Beyin yıkama metoduyla kişiyi başkalaştırma. 2) Zihin kontrol faaliyetiyle, kişiyi istenilen istikamete yönlendirme. 3) Çeşitli ilâçlarla, kişinin duygu ve düşünce dünyasını değiştirme, başkalaştırma, hatta tam tersine çevirme. 4) Siyanürle, yahut elektromanyetik müdahalelerle, beyin ve sinir faaliyetini değiştirme, başkalaştırma, zıddına inkılâp ettirme, gerekirse felce uğratma veya kişiyi mecnunlaştırma. Daha çok menfîce kullanılan bu tür müdahalelerle, meselâ, en cesur adam en korkak ve en korkak kişi en cesur bir hale getirilebiliyor. Kezâ, en namuslu adam en sapık, en cömert kişi en cimri, en kazak kişi en kılıbık, en mert adam en nâmert bir kişiliğe döndürülebiliyor... Bu tür ameliyeler, muvakkat olduğu gibi, daimî bir şekle çevirmek için de yapılabiliyor. Meselâ, M. Kemal aleyhinde konuşmuş ve hatta hakaret etmiş gibi gösterilerek Bandırma cezaevinde uzun müddet hapsedilen eski vaiz ve RP milletvekillerinden Hasan Mezarcı'ya yukarıda sıraladığımız ameliyelerden bir, ya da birkaçının uygulandığı yönünde kesinleşen görüş ve kanaatler var. Nitekim, Mezarcı'nın avukatı da aynı yönde bir kanaate sahiptir. 5816 sayılı kànun mağduru birçok kimsenin avukatlığını yapmış olan Av. Cüneyt Toraman "Mezarcı delirdi galiba?" diye soran bir gazeteciye şu cevabı veriyor: "Benim tahminim müdahale edildi. 'Zihin kontrol' falan ediyorlar ya? O tip bir şey oldu." (Zaman Pazar, 25 Ekim 2009) Vaktiyle bütün aklî ve zihnî melekesi yerinde olan âlim, vaiz ve siyasetçi Hasan Mezarcı, konuşmaları sebebiyle önce partisinden ihraç edildi, ardından hapse konuldu ve uzun süre kaldığı Bandırma Cezaevinden çıktıktan sonra, bambaşka bir sûret ve kişiliğe bürünerek, "Ben Hz. İsâ'yım" demeye başladı. Son günlerde aile hayatını sarsan, sosyal ve siyaset âlemini çalkalayan Baykal–Baytok hadisesi için de, yukarıdaki ameliyelere benzer bir müdahale yöntemi hatıra gelmiyor değil. Günümüz tertipçi ve komplocuları, hedef aldıkları kimseyi en hassas yerinden yakalayıp en zayıf yerinden vuruyor. Bertaraf etmek istediği kişiyi, ölümden beter bir cendereye sokuyor. (Bu arada, eski tetikçilerden, Vakit gazetesi eski yazarı ve 1997'de Aczimendi Müslim'in baskın gördüğü evin sahibi olan Hüseyin Üzmez'in de, içeceğine ilâç atılarak yanlış şeylere yönlendirildiği hususunun, yine avukatı tarafından A. Dilipak'a söylendiğini hatırlatmış olalım.) * * * Şimdi, bütün bu olup bitenlere bakıp düşünerek, acaba kim kendini emniyette, garantide görebilir? Acaba, bizler hangi karizmatik kişiyi, hangi siyasetçiyi, hangi fikir adamını, hangi grup liderini sinsî müdahalelerden mahfuz görebiliriz? Dest–i inâyetten ve hıfz–ı İlâhî'den başka, bizi kim koruyabilir? Şahs–ı mânevî dairesinden başka, güvenilecek, sığınılacak sağlam başka hangi daire var? Demek, cemaat (sosyal) hayatında olduğu gibi, siyaset hayatında da öncelikli değerimiz şahıs değil, fikir, misyon ve dâvâ unsuru olmalı. Kendisi de defalarca zehirlenmek sûretiyle öldürülmek istenen Üstad Bediüzzaman, Risâlelerinde defaatle "Zaman, şahıs zamanı değil; şahs–ı mânevî zamanıdır" diyerek, çağımızın şahısları çürüten dehşetli tehlikesine dikkat çekmiştir.
(Devamı var) 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tabiat Risâlesi’nin cihadı |
Doksan yıldan beri küfrün belini kıran, inkârcılığı çürüten ve tevhidi ispat eden bir risâle var ülkemizde: Tabiat Risâlesi. Gazetemiz 20 Mayıs’ta Tabiat Risâlesi’ni okuyucularına ücretsiz hediye ediyor. Tabiat Risâlesi’nin başında, İbrahim Sûresi’nin 10. âyeti yer alır. Bu ayette Yüce Rabbimiz: “Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?” buyuruyor ve Allah hakkında şüphe edilemeyeceğini bir soruyla daimî gündemimize taşıyor. Tabiat Risâlesi, bu âyetin tefsiri niteliğindedir. Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe etmek, ne yazık ki, asırlardan beri-–özellikle asrımızda—insanoğlunun bir damarının ortak zaafı ve hastalığı olmuştur. ‘Görmediğime inanmam!’ kolaycılığı ve ucuzculuğu insanlığı perişan etmiştir. Geçenlerde derslerine girdiğim bir lise sınıfında öğrencilerim: “Hocam, sınıfımızda Allah’a inanmayanlar var” dediler. Titredim. Çok vahim ve çok tehlikeli bir iddiaydı. Sınıfı bölmeye, öğrencileri taraf kılmaya matuf çirkin bir iddiaydı. Kendi aralarında gizliden taraflara ayrılmışlar zaten. Başta “Allah’a inanmıyorum” diyen bir iki öğrenci, sonradan sınıfın baskısı ile teke düşmüş. Diğer taraf bu tek öğrenci üzerinde baskı kurmuşlar… Elektrikli bir ortam meydana gelmiş. Önce bu çok tehlikeli tarafçılığı yok etmek, öğrenciler arası barışı derhal tesis etmek gerekiyordu. “Ne dediğinizin farkında mısınız siz?” diye çıkıştım. “Kimse Allah’ı inkâr etmez! Birbirinizi böyle tehlikeli şeylerle itham etmeyin!” dedim. “Siz kardeşsiniz. Birbirinizin düşüncelerine saygılı olun. Birbirinizi sevin. Birbirinizi anlayın… vs.” tarzında sevgi, dostluk ve kardeşlik mesajlarıyla o dersim geçti. Fakat ortada bir gerçek vardı. Bir Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni olarak kırıp dökmeden, incitip dışlamadan genç dimağların Allah hakkındaki şüphelerini izale etmem gerekiyordu. Tabiat Risâlesi tam da böyle bir cehd için hazır program hükmündeydi. Yazıldığı günden bu güne doksan yılda binlerce gencin imanını kurtarmıştı. Şimdi benim bu pırıl pırıl öğrencilerimin de ellerinden tutacak, imanlarını kurtaracaktı. Ertesi haftaya, Tabiat Risâlesi Birinci Yol Birinci Muhal’e uygun ders araç gereçlerimi hazırladım: 1 Adet Gripin, 1 adet mandalina yaprağı, 1 adet mandalina yaprağı analiz raporu. Sınıfa araç gereçlerimle birlikte girdim. Gripin kutusunu çıkarıp gösterdiğimde öğrenciler önce şaşırdılar. “Bu ders sizinle bir deney yapacağız” dedim. Gripin kutusunu bir öğrencime verdim ve aktif maddesini okumasını istedim. Öğrenci aktif maddeyi okudu, ben de tahtaya birer kavanoz şişe şekli çizerek aktif maddelerin her birini her bir kavanoz şişenin üzerine yazdım. Gripinin iki aktif maddesi vardı: 1-Parasetamol. 2-Kafein. Ardından öğrencime aktif maddelerin gripinde kullanım miktarını okuttum ve tahtaya yazdım: Parasetamol: 0,500 mgr; Kafein: 0,030 mgr. Şimdi sıra Bediüzzaman’daydı: “Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu (meselâ gripini) teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı?”1 Artık misalden hakikate geçmek zamanı gelmişti. Öğrencilerim “Gene mi Kimya?” serzenişleri olsa da pürdikkat dinliyorlardı. “Bakın, kimya, biyoloji vs. okumanın da ibadet olduğunu göreceksiniz bu yaklaşımla” dedim bir yandan. “İşte bu misâl gibi, herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur. Ve her bir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir.”2 Bu cümleyi anlamak için taze ağaç yaprağını gösterdim sınıfa. Dedim ki: “Şimdi bu yeşil ve hayattar yaprak nelerden terkip edilmiş; bir inceleyelim.” Elimde, Ziraat Kurumunun mandalina yaprağı analiz sonuç raporu vardı. Bu raporda örnek bir mandalina yaprağının terkip edildiği aktif maddeler ve aktif maddelerin miktarı yazılıydı: Azot (2.91mgr), Fosfor (0.16 mgr), Potasyum (1.36 mgr), Kalsiyum (2.38 mgr), Magnezyum (0.21 mgr), Mangan (15.47 mgr), Demir (76.51 mgr), Bakır (5.46 mgr), Çinko (14.59 mgr), Bor (74.84 mgr). Bir gripinde iki adet farklı ölçülerde aktif madde; bir mandalina yaprağında on adet farklı ölçülerde aktif madde! Her bir aktif madde için olmak üzere on adet kavanoz şişe şekli çizdim. Her bir şişenin üzerine aktif maddelerden birinin adını yazdım. Ve yukarıdaki misâl cümlesini tekrarladım: Tesadüfen bir rüzgâr esse, bu on şişeyi devirse, her bir şişeden yalnız o miktar aksa ve dursa, bu maddeler kendiliğinden karışsa… Böyle bir yaprağın var olması için böyle bir tesadüfü savunmak bin kere, milyon kere akılsızlık değil mi? Bediüzzaman işte burada diyor ki: “Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve ‘Esbab icad etti’ denilse, aynen eczahanedeki macunun (meselâ gripinin), şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.”3 Öğrencilerimin yüzü, o inkâr ettiğini söyledikleri yavrucak da dâhil pırıl pırıl olmuştu. Yüzler tatmin olmanın verdiği huzurla gülümsüyordu. “Elhasıl, şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelînin mizan-ı kazâ ve kaderiyle alınan mevâdd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil bir irade ile vücut bulabilir. ‘Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anasır ve tabâyi ve esbabın işidir’ diyen bedbaht, ‘O tiryak-ı acip, kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur’ diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır.”4 Herkes istisnasız (o öğrencim de dâhil) onurla harika yaratılış tarafında yer almış, kendiliğindencilik safsatası sınıftan sıvışıp gitmişti. Bu sadece Tabiat Risâlesi’nde yer alan bir tek ‘Muhal’in tecrübesi! Tabiat Risâlesi’nin hepimize ve her insanımıza söyleyeceği çok hakikatler var. Tabiat Risâlesini herkese hediye eden gazetemize destek verelim. Bu kampanyaya üç, beş, on, elli vs. gücümüz nispetinde muhakkak katılalım. Bu gün sipariş vermenin son günü. Allah gücünüzü, gayretinizi, cihadınızı kabul eylesin. Âmin. (Bu arada yedi milyar Tabiat Risâlesi projesiyle Tabiat Risâlesini bütün dünya insanına ulaştırmayı plânlayan ve bu megaprojeyi desteğinize açık bulunduran İCBA’ya da tebrikler.)
Dipnotlar: 1- Lem’alar (Tabiat Risâlesi), s. 182; 2- A.g.e.; 3- A.g.e.; 4- A.g.e 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Abdi Amca’nın kedileri |
Kuruluşta çalışanlardan, Bayram isimli şirket personelinin annesinin vefat haberi bize ulaşır ulaşmaz, Bayram’la görüşüp, başsağlığı diledik. İhtiyaçlarını karşıladık, iznini verdik ve araçla evine gönderdikten sonra, önümdeki masada evraklar üzerinde, görevli personelle çalışıyoruz. Genel Müdürlük makamı tarafından bizzat aranıp acele cevap verilmesi istenen konuya yoğunlaşmıştık. Gelen ziyaretçilere de çay ısmarlayıp müsaade alarak tekrar çalışmaya koyulduk. Doktor hanım, tedavisi ile meşgul olduğu Musa Amca’nın odasında vefat ettiğini bildirince bir anda üzülüp “Allah Rahmet eylesin” sözü döküldü dudaklarımızdan ve her şey boş, diye düşündük. Onunla ilgili işlemler de öncelik sırasına girdi. Vefat olayı ile ilgili defin raporu düzenlenmesi, yakınlarının haberdar edilmesi, cenazenin kaldırılması... Ve bu arada çeşitli sebepler ve işleyişle ilgili telefonlar, evraklar, işler, imzaların yoğun olduğu bir atmosferde yaşlı Abdi Amca kapıda belirdi, selâm verdi ve sıkıntısını anlatmak istiyordu. Abdi Ulukışla’nın sıkıntıları genelde bakımını yaptığı kedileriyledir. Onun dünyasında başka bir sıkıntı ve stres verebilecek bir konu bulunmadığını bildiğim için, görüşmeyi ertelemek istedim. Ona şu anda cenazemizin olduğunu, onun acilen işlemlerinin yapılması gerektiğini, bu sebeple kendisiyle daha sonra geniş bir zamanda görüşüp, sohbet ederek, sorunları birlikte çözmemizi önerdim. Fakat Abdi Amca cenazeye rahmet diliyor, kapıdan da ayrılmıyor, kendisinin söyleyeceği konunun da önemli ve acil olduğunu ifade ediyordu. Odamda beraber çalıştığımız arkadaşlar da merak ettiler. Acaba cenazeden daha acil, daha önemli ne olabilirdi? Ancak ben durumu tahmin ettiğim için onu kırmadan ikna edip, konuyu başka zamana ertelemek için yöntem düşünüyordum. Telâşlı, heyecanlı ve öfkeli tarzını sakinleştirmek için, yanına varıp durumu sordum. Bana: “Senin gardiyanlar...” dedi. Belli ki perso-nelden şikâyetçiydi. "Allah sabredenleri sever, sabret," dedim. Görüşmeye ikna edip gönderdim. Abdi Amca ertesi gün sabah erkenden odama geldi. Bir gün öncesinin öfkesinden ve telâşından yüzünde eser kalmamıştı. Fırtınalar gitmiş yerini sükûnet almıştı. Şimdi biraz daha konulara ve olaylara objektif bakabilirdik artık. Abdi Amca anlatmaya başladı: -Burada beni kimse sevmiyor, yaşlısı, personeli kedilere bakmamı istemiyorlar. Bahçedeki kulübedeki kedileri sevmenin, ilgilenmenin kime, ne zararı var? Ne olmuş o masum hayvanlara baktıysam, yiyecek verdiysem suç mu işledim? Ben bakmasam onlara kimler bakar, kimler yiyecek verir? Seksen üç yaşımdayım. Kedilere bakıldığı, yiyecek verip ihtiyaçları karşılandığında hiçbir sıkıntım ve hastalığım kalmıyor, dünyalar benim oluyor. Onlara iyi bakılmadığı, yiyecek verilmediği zaman canım hiçbir şey istemiyor, yemek yemiyorum. Ruhum daralıyor, huzursuz oluyorum. Bu işi sevabına yapıyorum. Onlar durmadan zikir ederler, bunun için onlara yirmi beş senemi verdim. Huzurevine girmeden önce evimde çok sayıda kediye baktım, ihtiyaçlarını karşıladım, paramla ciğer alıp, doğrayıp yedirdim. Personele bu kediler idarenin diyorum, sen de öyle söyle yoksa durdurmazlar. Sen burada olduğundan bir şey diyemi-yorlar. Allah korusun sana bir şey olsa bu kedileri buradan atarlar. Her yemek dağıtılıp bittikten sonra aşçılar, yaşlılara sesleniyor: “Fazla yemek isteyen var mı” diye. Biliyorum, fazla yemek artıp kedilere kalmasın diye, yapıyorlar bunu… Abdi Amca’nın sorunlarını ve problemlerini anlatınca yüzü güldü, rahatladı ve neşesi geldi. Hem konuşuyor, hem de çayını karıştırırken eli titrediği için bardak devrildi ve sehpanın üzerine çay döküldü. Takılma sırası bana gelmişti artık: -Konuştuklarının içinde hilaf-ı hakikat mı vardı? Bak çay bardağı devrildi. -Yok yalanım olmaz. Yalan söylesem ben devrilirdim, bardak devrildi. -Çalışan, emek veren, insanlara yardım eden arkadaşlara “Senin gardıyanlar!” tabirini kullandın. -Yirmi sene cezaevinde kaldım. Dilim alışmış. Personel diyeceğim yerde gardiyan demişim. -Sana bir şey olursa, yani ölürsen kediler ne olacak, burada durdurmazlar, dedin. Demek ki bizim, senin yanında kediler kadar değerimiz yok! -Ben öyle demek istemedim. Sen yanlış anlamışsın! -... Bu şekilde sohbetimiz devam etti Abdi Amca ile. Hayatta herkesin kendine göre bir işi, meşguliyeti ve telâşı var. Bizler insanlara değer verip, inancına, düşüncesine saygı duyup zihnindeki sorunlarının çözülmesine yardımcı olmanın mutluluğunu tadarken, o da güler yüzle kapıdan dışarı çıkıyordu. 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Din görevlileri ve sendika |
Din görevlilerinin ücret ve sosyal haklar için sendika kurmasını Din Şûrâsında da eleştirdiğimi anlatmıştım. Bazı okuyucular bu görüşümün Diyanet camiasında nasıl karşılandığını sordular. Birlikte bakalım: Geçen Ekim ayında düzenlenen Dördüncü Din Şûrâsında alınan kararlardan biri şu şekilde: “25. … zaman zaman, özellikle din görevlisi imajı, dini sembol, temsil ve faaliyetler konusunda halkın güvenini sarsıcı nitelikte yayınların sürdürüldüğüne tanık olunmaktadır. … Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumu bilgilendirmekle yetinmeyip ilgilileri uyarması da gerekir. …” Bu cümlenin bir mânâsı şudur: “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, din görevlisi imajını sarsan yayınlar yapan yayıncıları bu hususta uyarması gerekir.” Diğer bir mânâ da şudur: “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, din görevlisi imajını sarsan yayınların yapılmasına sebep olan din görevlilerini uyarması gerekir.” Bu ikinci cümleden, Diyanet personelinin uymak zorunda olduğu disiplin kurallarının bu bakış açısıyla yeniden belirlenmesi gerektiği sonucu da çıkarılabilir. Ancak bendenizin özel ilgi alanı, sendikacılığın ve hak arama faaliyetinin, din hizmeti veren Diyanet personeli için ne anlama gelebileceğidir. Bediüzzaman, İhlâs risalesinde (Lem’alar, s. 168) din hizmeti yapanların ihlasını kıran ve onları riyaya ve ikiyüzlülüğe sevkeden sebeplerden “maddî menfaat” ile ilgili olanını şu şekilde tesbit ediyor: “Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır.” Gerekçesini de şöyle izah ediyor: “Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek (etmemeleri) için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler.” Bu cümleden şu mânâları çıkarabiliriz: Din hizmeti için emek verenlere maddeten destek olmak ve onları gelecek kaygısından kurtarmak, bu hizmetten faydalanan taraf için bir tür vicdan borcudur. Yani bazısı ilmini, ömrünü ve emeğini ortaya koyar, kimi de malı ve servetiyle buna iştirak eder ve müştereken hizmet etmiş olurlar. Ancak bu yardımda, ahireti imar etmek için çalışan ve usulünce “alan el”, dünya malını kazanmış olan ve kazancından “veren el”den daha üstün olabilir. Veren el, köylü de olsa, eşraf da olsa, devlet de olsa, dünyadaki statüsü itibariyle yukarıda değildir. Kendisini öyle görmeye kalkmamalıdır. Ahiretteki karşılığı itibariyle ise hangisi daha ihlâslıysa onun eli üstündür. Bununla birlikte, hizmet edenler, bu maddî desteği istemek ya da beklenti içine girmek hakkına da sahip değildirler. Nitekim metnin devamında bu durumun riski de açıklanmıştır: “… bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. … (Aksi halde) Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin (Bakara Sû-resi, 2:41) âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.” Daha da önemlisi rekabet işin içine girer ve … fena final: “İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.” Din hizmeti ve bu hizmetin ücreti konusunda bu çağın açık ara farkla birinci şahsiyeti, bizzat hayat hikâyesinin şahadetiyle, Bediüzzaman’dır. O halde onun yukarıdaki tesbiti ve nasihati, Diyanet camiasına ve bu camiadaki sendikacılara bilhassa lazımdır. Yanlış anlaşılmasın, din görevlilerince kurulan sendikaların, bir dernek olarak ve özellikle bir baskı grubu olarak varlığına itiraz ediyor değiliz. Bu baskı grupları, samimi ve cesur iseler, özellikle din hizmetinin resmî kurumu olan Diyanet’in resmiyetinin getirdiği tutukluktan doğan boşluğu doldurmakta faydalı da olabilirler. Ama biz burada, devlet ile ücret ve hatta maaş pazarlığına oturmalarının ve bu pazarlık hakkını elde edebilmek için birbirleriyle rekabete girmelerinin risklerine dikkati çekmek istiyoruz. Bu hususta Diyanet İşleri Başkanlığına da bazı görevler düştüğünü, Din Şûrâsı kararlarından anlıyoruz. Aksi halde hem Din Şûrâsının yukarıya aldığım kararına konu problemler ve hem de Bediüzzaman’ın Yirminci Lem’ada (s. 161): “Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, ‘din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatle maişeti temin etmek, tamah ve hırs yolunda rekabet etmek’ gibi müthiş ithamlara mâruz kalıyorsunuz” diyerek dikkat çektiği ihlâs ve imaj sıkıntıları devam edecektir. Özetle; devletin memurları, “millete hizmet etmekle onur duymak bana yetmez, yeterince maaş almazsam çalışmam” diyebilir. Ama dinin hizmetkârları, “Ben her halûkarda hizmetteyim” demelidir ki devletin değil Allah’ın memuru olmuş olsun. 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“AKP’nin ilkleri” e-listesi… (2) |
“AKP’nin ilkleri listesi”nde yalnız ABD’nin Irak işgaline her türlü desteğin verilmesi ve Türkiye’nin Afganistan’a ek asker gönderip işgalcilerin hegemonya ve çıkarları hesabına Mehmetçiğin “kalkan” edilip cepheye sürülmesi değil, İsrail’le de işbirliği derinleştirildi. İsrail’le ilk kez geniş ekonomik ve ticarî anlaşmalar imzalandı. 15 Temmuz 2004’te Ankara’da imzalanan ve 5 Ekim tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti Arasındaki Ekonomik Mutâbakat Zabtı”yla GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarım ve hayvancılıktan tohumculuğa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş kapsamlı anlaşmalara imza atıldı. İlk kez İsrail’le Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan petrol ve doğalgaz borusu ile İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası anlaşmaları imzalandı. Türkiye, ABD’den sonra bölgede âdeta İsrail’le “stratejik ortak” edildi… İlk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı Müslüman bir ülkenin parlamentosuna dâvet edilip ilk kez TBMM kürsüsünde konuşturulup alkışlandı. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışının ardından Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri tam gaz sürdürüldü. “One minute”, tamamen bir politik polemikten ibâret kaldı. İsrail’le siyasî, ekonomik-ticarî, askerî savunma sanayii anlaşmaları ve ihâlelerinin hiçbiri iptal edilmediği gibi yenileri eklendi… Yine ilk kez İsrail’in Türkiye Büyükelçisine yönelik “alçak koltuk krizi”nin peşinden başta insansız casus uçakları Heronlar olmak üzere silâh alımı ihâlelerine devam edildi. Bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ifâdesiyle İsrail’le anlaşmaların sayısı 60’a kadar vardırıldı… En son İsrail’in Türk vatandaşı İHH Temsilcisini gözaltına alıp hücre hapsine atmasına karşı ilk kez Müslüman bir ülke olarak Türkiye, İsrail’i “veto” etmek bir yana, yeni bir jestle “ödüllendirerek” OECD’ye üye olmasını onayladı. Özetle bu süreçte İsrail Savunma Bakanı Barak’ın ifâdesiyle, İsrail ile Türkiye’nin iktisadî-askerî işbirliği “en üst nokta”ya taşındı.
EKONOMİDE “İLKLER”! “AKP’nin ilkleri e-listesi”nde yalnız dış politika değil, ekonominin gidişatına dair atıflarda da bulunulmuş. İç ve dış borcun Cumhuriyet tarihinin bütün borçlanmasını geçtiği teğet geçiliyor; lâkin “ilk defa ekonomi büyürken işsizlik arttı”, “ilk defa cari açık verilirken döviz kuru arttı” kayıtları düşülüyor. Keza “ilk defa bir Başbakan zam isteyen memura ‘IMF’yi ikna edin’ dedi”, “ilk kez ithalat 100 milyar doları aştı”, “ilk kez cari açığın üstünde borçlanma yapıldı”, “ilk defa GSMH artarken KDV tahsilatı yerinde saydı” ve “ilk defa düşük faizli dış borç, yüksek faizli iç borç ile ödendi” özetleriyle ekonomideki “ilkler” sıralanıyor. “E-liste”de “ilk defa bir bakan çiftçilere ‘Gözünüzü toprak doyursun’ dedi” cümleleriyle “ilk defa domuz, kesimlik hayvanlar arasına alındı!” ilginç spotları yer alıyor. “E-liste”de AKP döneminde “ilk defa tarımsal üretimde dış ticaret açığı ortaya çıktığı” ve “ilk defa kapkaç sektörünün türediği”nin yanısıra Türk Ceza Kanununda “ilk defa zinanın suç olmaktan çıktığı” da yazılmış… Bu arada –mahkemece iptal edilse de- Petkim’in yüzde 51 oranındaki hissesi Kazak asıllı İsrail vatandaşı İnvestment Industrial Group Eurasia’nın sahibi Avrasya Yahudileri Konfederasyonu Başkanı Alexander Mashkevich’un “Ermeni-Amerikan ve Yahudi ortaklığı”ndaki TrnsCentralAsia Petrochemical Holding konsorsiyumuna “kazandırılmış.” İstanbul’un “kimliğini” oluşturan tarihî mekânları üzerinde yer alan Galataport ihâlesi, İsrailli işadamı kumarbaz S. Ofer’in başkanı olduğu konsorsiyuma tahsis edilmiş… Bunlarla birlikte, AKP hükûmeti ilk kez bir ay boyunca Meclis’i meşgul edip “mayın yasası”yla Suriye sınırındaki mayınlı arazileri temizlemeyi İsrailli firmaların başını çektiği ecnebi şirketlere 49 yıllığına kiralatmaya canla başla çalıştı. Ve ilk defa çıkardığı “GDO yasası ve yönetmeliği”yle genetiği bozdurulmuş gıdaların ve ürünlerin ithalini ve üretimini yasallaştırdı… “AKP’nin ilkleri” şüphesiz bunlarla kalmıyor, “liste” uzayıp gidiyor… 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sandığı sevmeyen parti |
Uzun yıllar Türkiye’yi ‘Tek parti’ olarak idare etmiş olan CHP’ye milletçe verilen çeşitli ünvan ve isimler vardır. CHP, kimi zaman genel başkanlarının adıyla, kimi zaman da koyduğu ağır vergilerle anılmış bir parti. CHP’ye verilen ünvanların birini de Prof. Dr. Cemil Koçak hatırlatmış: “Sandığı sevmeyen parti.” Diğer ünvanlar da CHP’yi anlatır, ama kanaatimizce ‘Sandığı sevmeyen parti’ tarifi CHP’yi en iyi anlatanlardan biri. Star gazetesinin sorularını cevaplandıran Tarihçi Prof. Dr. Cemil Koçak, 1950 öncesi, DP’nin kuruluş yılları ve günümüzü de yorumlayan tesbitlerde bulunmuş. Tesbitlerin tümüne katılmasak da, ‘Tek partinin yönetim anlayışı’na ciddî eleştiriler getiren açıklamaları aktarmakta fayda var. Prof. Dr. Koçak (özetle) şunları söylemiş: *(Soru: Rejim değişikliği niye 1945’te oluyor?) Uluslararası gelişmelerle ilgili. (...) Dış politikayla iç politika arasında o kadar düzenli bir paralellik var ki. Bir örnek: 1944 Ağustos’unda muhalefet gazeteleri Vatan, Tan, Tasviri Efkâr kapatılıyor ve ancak 1945 Mart’ında yeniden açılma izni alabiliyorlar. Bu kadar uzun süreden sonra açılabilmelerinin sebebi, tam da o sırada ABD’den gelip ülkede basının serbest olup olmadığını araştırarak Kongre’ye bir rapor yazacak olan heyet. *2. Dünya Savaşının demokrasi ve özgürlükçü güçleri, otoriter, totaliter her türlü diktatörlüğü yıktıktan sonra Türkiye, batıdaki yegâne diktatörlük ülkesi olarak kalıyor. (...) Ayrıca Türkiye rejimi, ayaktaki tek güçlü diktatörlük rejimi Sovyetlere benziyor. Stalin orada neyse, buradaki şeflik rejimi de aşağı yukarı aynı. O yüzden düşünüp buraya özel bir rejim değişikliğine gidiyorlar. Meselenin özü bu: Evet, muhalefet olacak ama hiçbir zaman iktidara gelemeyecek. (...) Serbest Fırka tasarımı yani. *(Soru: Ne oluyor da DP seçim kazanacak kadar büyüyor?) DP, CHP’nin bahşettiği daracık alanda 1) uluslararası ortamın imkânlarıyla alanını 2) Halkın desteğiyle meşruluğunu genişletmeye çalışıyor. Ama bu danışıklı dövüştür dendiğinde altında eziliyor çünkü gerçekten danışıklı dövüş. (...) İktidarın izni ile kurulan muhalefetin dünyada başka bir örneği yok! *(Soru: ‘Danışıklı dövüş’ ne kadar sürüyor?) Birkaç haftayla birkaç ay arasında. DP örgütlenmek isteyince deniyor ki doğu ve güneydoğu’da örgütlenmeyeceksin. İsmet Paşa’nın bu koşulu efsane mi gerçek mi diye, DP’nin ilk 6 ayda kurduğu örgütlerine baktım; bölgede yoklar. Demek ki doğru. Başka sınırlar da var. Mesela: Aydın insanları üye alacak sokaktan geleni almayacaksınız, deniyor. DP bir süre böyle gidiyor ama halktan o kadar çok talep geliyor ki, teşkilat, üyelik patlıyor. (...) *(Soru: Neydi DP ile CHP’yi birbirinden ayıran?) İki önemli farkı var DP’nin. 1) Devletçilik politikasını reddetmek konusunda radikal. 2) Laiklik. Toplumun dinle kurduğu ilişkiyi CHP’nin anladığı gibi değil, din ve vicdan özgürlüğü bağlamında değerlendirmek gerek diyor. Buna halk öyle teveccüh gösteriyor ki kısa sürede CHP de vazgeçecek bundan ve DP’ye yaklaşacak. (...) CHP ile DP arasındaki en temel ayrılıksa, bugünkü ayrılığın da başlangıcı: Sandık. DP’ye göre sandığın iradesine gem vurulamaz, denetlenemez. Sandıktan çıkan irade, egemenliği doğrudan ve bütünüyle kullanır. *(Can alıcı bir soru da günümüzle ilgili: AK Parti DP’ye ne kadar benziyor?) Koçak’ın bu soruya cevabı da şöyle olmuş: Bir siyasî gelenek olduğunu yadsınamaz fakat farklar da var. Ayrıca ben AKP’yi DP ile başlayan klasik merkez sağın devamı gibi göremiyorum. Evet, taban aynı ama 2000’lerin politik ideolojik konjonktüründe AKP’nin, ne Refah, Fazilet, MSP, MNP ile alakası var, ne DP geleneğiyle. Bu bambaşka ve yeni bir şey. (Fadime Özkan’ın röportajı, Star, 17 Mayıs 2010) Bu tesbitlerin bir kısmı ayrı değerlendirme yapmayı gerektiriyor. DP ile CHP arasındaki temel fark tesbiti ile AKP tesbiti özellikle dikkat çekici. Hakikatin ortaya çıkması için tartışma devam etmeli vesselam... 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İranla nükleer takas anlaşması |
Dün İran-Türkiye-Brezilya’nın nükleer takas anlaşmasını imzaladığını duyduğunda Obama’nın yüzünü hayal edebiliyorum. “What the hell are they doing?” (Bunlar ne halt ediyor?) demiş olma ihtimali yüksek. Hem de daha bir iki gün önce Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un BM Güvenlik Konseyi yaptırımlar konusunda harekete geçmedikçe, İran’dan nükleer programına ilişkin kaygılara “ciddî bir cevap” çıkacağını zannetmediğini söylemişken bunlar olur muydu? Tam da Güvenlik Konseyi’ne İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda yeni bir karar tasarısı sunmak üzereyken. Ama oldu. Önce Brezilya Devlet Başkanı Luiz İnacio Lula da Silva İran’a geldi. Davutoğlu’nun da katıldığı yoğun müzakereler yapıldı. İran ikna edildi. Ancak takasın Türkiye’de yapılması meselesinde İran ayak dirediği için Başbakan Erdoğan gidemedi. Ta ki Pazar günü akşam saatlerinde “Tamam halledildi” mesajı gelene kadar. O mesaj gelince Başbakan Erdoğan da İran’a gitti ve dün sabah rahatlamış yüz ifadeleriyle anlaşmayı imzaladılar. Bu anlaşmayla İran, zenginleştirilmiş uranyumla nükleer enerji santrallerinde yakıt olarak kullanacağı uranyumun Türkiye’de takas edilmesini kabul etmiş oldu. Anlaşmanın ayrıntılarını bu yazıyı kaleme aldığımız esnada bilmiyorduk. Ancak görünen husus; İran’ın şimdiye kadar kabul etmediği takas şartını kabul etmiş olduğu. Bu anlaşmanın Türkiye için önemi nedir? Bu anlaşma Türkiye açısından birkaç yönden önem arz ediyor. Bunlardan ilki; Türkiye’nin bölgesinin sorunlarının çözümünde önemli bir dinamik olma konumunu güçlendirmesi. Bundan sonra bölgenin sorunlarının çözümüne ilişkin hususlarda, Türkiye’nin göz ardı edilmesi güç görünüyor. İkinci yön ise; Türkiye’nin Brezilya ve İran gibi bağlantısız ülkelerle işbirliğine girişmesi yoluyla, BM dahil uluslar arası platformlarda ABD’nin güdümünde olduğu algısının doğru olmadığını göstermesidir. Burada bir çok açıdan tartışılabilir bir artı olsa da, tamamen yok sayılması mümkün olmayan bir dış politika değişikliğinden söz ediyoruz. Üçüncüsü; Türkiye, İslâm ülkeleriyle ilişkilerini ne kadar önemsediğini, bölgenin dıştan saldırılardan korunması için elinden gelen çabayı gösterdiğini, Ortadoğu ülkeleri halklarına bir kez daha göstermesini sağladı. Filistin meselesindeki tutumu ile başlayıp, Suriye ile yakınlaşmayla süren, seçim sonrası Irak’ın istikrarı için yapılan çalışmalarla belli bir noktaya ulaşan bu algı, onlarca yıldır Türkiye’nin artık yalnızca Batılı bir ülke olduğuna inanmakta olan Ortadoğu kamuoyunun fikirlerini önemli ölçüde değiştirmiştir. Dördüncüsü; İran ile dostluk ilişkilerini daha da güçlendirecektir. Bu ilişkilerin özellikle doğal gaz ve petrol ticaretinde istikrar ve işbirliği kapılarını açması, karşılıklı ticareti güçlendirmesi bekleniyor. Beşinci ve sonuncu yönü ise; ABD ve Batı ülkelerinin artık İran’a saldırmak için başka sebepler aramak ve bundan sonra İran’la ilgili her konuda Türkiye unsurunu da hesaba katmak zorunda kalacak olmalarıdır. Bu anlaşmanın Türkiye için riski nedir? Türkiye’yi Amerika’nın gözünde, yeni dünya düzeni politikalarının gerektirdiği İran’la sürekli gerginlik dinamiğinden yoksun bırakan “rahatsız edici ülke” konumuna getirmesidir. Adeta Amerikan oyununa çomak sokmasıdır. Bunun yansımaları kısa süre içinde görülecektir. Peki, İran bu anlaşmaya uyacak mı? İran’ın bu konudaki sicilinin pek parlak olduğu söylenemez. Ülke içindeki kaynaşma ve huzursuzlukları, dış düşmana karşı birlik nutuklarıyla bastırmaya çalışan Ahmedinecad’ın sırf—bölgedeki tarihî rakibi—Türkiye ve şahsî dostu da Silva istedi diye, bu kozdan vazgeçmesi beklenemez. El altından Çin ve Rusya’nın desteğine de sahip olan İran’ın, yeri geldiğinde bu anlaşmayı kendine göre yorumlaması ya da bozması mümkündür. Umarız bu olumsuz varsayım gerçekleşmez ve anlaşma bölgedeki çatışma riskinden rahatsız olan bütün ülkeleri rahatlatır. 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Paket ve referandum |
En kritik üç maddesinden biri AKP grubundaki sürpriz fire sonucu ekiyle birlikte düşen anayasa paketinin kalan kısmı Meclisten geçip, Cumhurbaşkanının dört gün sonra gelen onayı ile Resmî Gazete’de yayınlanmasının ertesi günü Anayasa Mahkemesine götürüldü. Aynı gün bir gelişme daha oldu: Yüksek Seçim Kurulu paket için yapılacak referandumun gününü 12 Eylül olarak ilân etti. Yani, AKP’nin paketten önce çıkardığı ve referandum süresini 120 günden 60’a indiren değişiklik boşa gitti. Böylece, iyice düşünmeden, alelacele yapılan eksik düzenlemelerin işe yaramayacağı ve istenen neticeyi vermeyeceği bir kez daha görüldü. Referandum süresi kısaltılırken, seçim kanunlarındaki değişikliklerin bir yıl geçmeden yürürlüğe girmeyeceğini öngören düzenleme ya kaldırılmalı veya orada da maksada uygun bir değişiklik yapılmalıydı ki, bu sıkıntı yaşanmasın. Ama iktidar partisi işin o tarafını hiç düşünmeyip, işlerin kendi planına göre yürüyeceğini zannetti ve böylece bir defa daha hataya düştü. Şimdi referandumun tarihini belirlerken, yeni düzenleme ile getirilen 60 günü değil, eski sistemdeki 120 günlük süreyi esas alan YSK’yı “siyasî ve zorlama” bir karar vermekle suçluyor, ama bu tepkinin şu aşamada hiçbir anlamı yok. Çünkü bu konuda yetkili olan YSK kararını verdi, sözünü söyledi: Referandum 12 Eylül’de. Tabiî, daha önce AYM’den referandumu da engelleyecek bir karar sâdır olmadığı takdirde. İşin o tarafına geçmeden önce, YSK kararına karşı AKP’nin sergilediği tavra bakacak olursak: Bir taraftan eleştiriyorlar, ama diğer taraftan “Çevir kazı, yanmasın” deyişini hatırlatan bir eda ile “Daha iyi oldu” diyorlar. Başbakan, referandum gününün Ramazan Bayramından hemen sonrasına denk gelmesinden hareketle, “Ramazan boyunca iftarlara, sahurlara kadar referandumu konuşacağız” diyerek ilânat yapıyor. Ramazan gündeminin bu konu olması iyi mi olur, kötü mü? Paha biçilmez bir manevî kıymete sahip Ramazan gecelerini, dar bir alanda cereyan edecek kısır polemikler mi dolduracak? Aslında paket demokrasi ve özgürleşme adına çok esaslı ilerlemeler getirecek kuvvetli bir içeriğe sahip olsaydı, Ramazan iklimi ona ilâve bir manevî enerji ve dua desteği sağlayabilirdi. O gün 12 Eylül’ün rövanşının alınacağından söz edenler de var. Ama pakette bu iddiayı doğrulayacak bir muhtevadan söz etmek hayli zor. Ki, bunun ayrıntılarını sürecin ileriki safahatında geniş şekilde işleme imkânını bulabileceğimizi düşünüyoruz. Ama şu aşamada, referandumun yapılıp yapılmayacağı veya yapılacaksa kapsamının ne olacağı konusundaki belirsizlikler hâlâ sürüyorken birşey söylemeye gerek yok. AYM ile HSYK’daki üye sayılarını arttırarak, bunların seçimiyle ilgili kurallara bir “iyileştirme” getirmenin, yargı vesayetini en azından hafifletme noktasında kayda değer bir ilerleme sayılabileceği düşünülebilir belki, ama bu düzenlemelerin AYM’den geçerek hayata intikal edip etmeyeceği konusu hâlâ muallâkta duruyor. O maddelerin yürürlüğe girmesi halinde, üye seçimlerindeki tercihlerin ne ölçüde isabetli olacağı da ayrı bir bahis. Hele şu anki HSYK’da en çok problem çıkaran ismin, AKP iktidarı tarafından ödüllendirilip özel olarak oraya getirilen bir kişi olduğu nazardan uzak tutulmazsa... Bunların dışında dikkat çeken bir nokta olarak, referandumu Temmuz’ta bitirmeye hazırlanmışken 12 Eylül’e kalması için seslendirilen “İyi oldu” manevrasının, pakette AKP açısından en önemli kısmı oluşturan “parti kapatmayla ilgili” maddenin sürpriz firelerle düşmesi üzerine de sergilenmiş olması, iktidar partisinin şok gelişmelere uyum tecrübesindeki müthiş gelişmeye mi, yoksa moral bozukluğunu kamufle edip gizleme becerisindeki ilerlemeye mi işaret ediyor? Sonuç: Paketle girdiğimiz süreç, her türlü sürprize açık bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. 18.05.2010 E-Posta: [email protected] |