Suna DURMAZ |
|
İsrail’de Arap olmanın faturası çok ağır! |
Geçen haftaki makalemin konusu Kudüs’ün Şeyh Cerrah Mahallesi sakinlerinden olan Fevziye-el Kürd ile Kuveyt’te yaptığım bir söyleşiydi. Kudüs haberlerini medyadan takip ederken, her vicdan sahibi insan gibi çok acı duyuyordum. Ancak Filistinli kardeşlerimizin çektiklerini olayların içinde yaşayan birinin dilinden dinlerken apayrı bir acı duydum. Fevziye Hanımı dinlerken hissettiğim bu acı, Yahudi toplumunun ruh yapısı hakkında önemli tesbitleri bulunan İsrailli akademisyen İsrael Shahak’ın “İbranice bilmeyenler İsrail konusundaki gerçekleri hiçbir zaman tam mânâsıyla öğrenemez” tesbitini doğrular nitelikteydi. Evet, İsrail’de olup bitenin gerçek yüzünü öğrenebilmek için iki yol var: Ya İbranice bilip Yahudilerin içine gireceksiniz; böylece yüzyıllar boyunca yaşamış oldukları azınlık psikolojisini ve bu psikolojinin doğurduğu ruhî hastalıkları anlayacaksınız. Ya da onlarla iç içe yaşama durumunda kalan Filistinlilerin dili Arapçayı bileceksiniz. Çünkü İsrael Shahak’ın da üstüne basarak söylediği gibi, İsrail hakkındaki gerçekler Amerika ve başka ülkelerde yalan yanlış bir şekilde medya haberlerine yansıtılmaktadır. (İsrail’de Yahudi Fundamentalizmi, s. 33) Fevziye Hanımla yaptığım sohbette buna iyice kanaat getirdim. Ve bu kanaat, zihnimde eskiden beri var olan İbranice öğrenme isteğini daha da kuvvetlendirmeye başladı. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında yaşamanın faturası çok ağır ve bu fatura öyle herkesin katlanabileceği cinsten değil! Vatanını istilâ eden gurabâ tarafından sokağa atılmak; okuma veya iş sahibi olmaya karşılık arkadaşları aleyhine casusluk yapmaya teşvik edilmek; şantaja mâruz kalmak; uyuşturucu tuzağına düşürülmek; her türlü vesileyle İsrail devletine borçlandırılmak ve bu borçlara mukabil evini satmaya zorlanmak; duvarları çatlayan, boyası dökülen evini tamir izni alabilmek için belediye koridorlarında bin bir türlü zahmete katlanmak; bahçenden topladığın yeşillikleri satma özgürlüğüne sahip olamamak... Dedelerden yâdigâr kalan zeytin ağaçlarının, portakal bahçelerinin, üzüm bağlarının üzerinden İsrail buldozerlerinin geçmesine seyirci kalmanın acısını iliklerine kadar hissetmek; aç kalma tehlikesi yüzünden İsrail yerleşim birimi inşaatlarında çalışmak zorunda kalmak ve bunun doğurduğu vatana ihânet damgasını kara bir leke gibi ömür boyu alnında taşımak.... Doğum sancılarını konrol noktalarında çekmek, kasıtlı olarak yapılan uzun teftiş neticesinde hastahaneye yetişememek ve hemen oracıkta, sokak ortasında doğum yapmak durumunda kalmak ve dolayısıyla utançtan yerin dibine girmek! İki-üç yüz metre mesafedeki okula gidebilmek için iki-üç kilometre yol kat etmek; okula yetişebilmek için küçücük el ve bacaklarla, Filistin topraklarının boğazına bir yılan gibi dolanmış olan beton duvarın üstüne tırmanmak zorunda kalmak; okul yolunda karşılaşılan yerleşimcilerin kin dolu sözlerle sataşmalarına sabretmek mecburiyeti hissetmek gibi daha nice zulümlerle dolu, izzet-i nefse çok ağır gelen bir faturadır İsrail’de Arap olmak!
Araplardan yok olmaları isteniyor Hangi dinden olursa olsun insanlığından zerre miktar kalmış olan her bir fert, bir insanlık borcu olarak Filistinlilere uygulanan zulmü bir şekilde dile getirmeli. İsrail’in liberal görüşlü Haaretz gazetesi yazarlarından Amira Hass ve Gideon Levy insanlığını kaybetmemiş olan Yahudilerden. Her ikisi de gazetede yazdıkları makalelerde sıklıkla Filistinlilere veya onlarla bağlantı kurmak isteyen yabancılara yapılan İsrail zulmünü dile getiriyorlar. Gideon Levy 13.5.2010 tarihli Haaretz’de İsrail vatandaşı olan Arapların diğer Araplardan daha fazla hakka sahip olduğu görüşünün yanlış olduğunu ortaya koyan “Charge: Arap” makalesinde İsrail vatandaşı Araplara yapılan haksızlıkları sergiliyor. Levy’ye göre İsrail vatandaşı olan bir Arap, kendi toprakları üzerine inşa edilmiş olan “Üst Nazareth” veya “Carmil”de ev satın alamaz; Telaviv’de apartman kiralayamaz. Yahudilerin yanından geçerken yüksek sesle Arapça konuşamaz; çünkü Yahudiler Arapça duymak istemezler. Araplardan Yahudilere ev yapmaları istenir, ama inşaat esnasında Arapça radyo dinlemelerine izin verilmez! Sırf Arap oldukları için Ben-Gurion Havaalanına uçak saatinden 4 saat önce gitmeleri gerekir. İsrail Parlamentosunda çalışan 469 kişiden 6’sı, Başbakanlık Ofisi çalışanlarının yüzde 1.3’ü, İletişim ve Ulaştırma Bakanlığı çalışanlarının yüzde 2’si Araptır. İsrail’in demografik yapısını bozduğu için çok çocuk doğurmamaları istenir Filistinli oldukları halde azınlık statüsü verilerek kendilerine “İsrailli Arap” denir. Gideon Levy İsrail vatandaşı Arapların uğradığı haksızlıkların sebebini daha makalenin başındayken özetlemiş: “Arap vatandaşlarımızdan ne isteyebiliriz?” “Hakikatte onlardan istediğimiz tek şey yok olmalarıdır!” 19.05.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Geçmiş zaman olur ki |
Sevgili Tuana, Bu mektubu sana çok uzaklardan yazıyorum; zamanın anlamını yitirmediği yerlerden. Yüzündeki şaşkınlığı görebiliyorum; bu devirde mektup yazmamı garipsiyor, hatta küçümsüyorsun. Sanal dünyanın uzakları yakın eden o cansız samimiyetine inat, kâğıdıma ve kalemime sıkı sıkıya sarılıyor, onların yarenliğinde senin için bu hasret, şefkat ve muhabbetle dolu satırları gönderiyorum. Konuşacak ne çok şeyim, anlatacak ne çok derdim ve ağlatacak ne çok hatıram var aslında. Sana bunları aktarmak için nereden başlamam gerektiğini bilemiyorum. Dilimin ucuna gelen kelimeler “önce beni yaz” diye helecanla yarışırken, şehri kucaklayan sarmaşıklı penceremden eski âlemlere dalıyorum bir bir… Çocukluğumuzun neşeli, yaramaz, hırçın ve korkusuz yılları. Hayat ne kadar uzundu bizim için; günlerde ayları, aylarda asırları yaşardık. Yemek yiyor, okula gidiyor, sokaklarda oyunlar oynarken dizlerimizi kanatıyorduk. En çok oynadığımız oyunları hatırlar mısın? Mahallenin bütün çocuklarıyla bir araya gelip kendimize sopalar yapmış, sonra da beyzbol oynamıştık. Artık hangi filmden görüp etkilendiysek; saklambaç, körebe, yağ satarım, istop, beş taş ve köşe kapmacanın arasına bir de Amerikan emperyalizminin beyzbolunu yerleştirmiştik. Çocuk aklı işte; safderun, masum, bîgünah… Her gördüğünü kolayca taklit edebiliyor. Gözlerimin önünden gitmeyen üç katlı kırmızı eve bakıp, hatıraların beni kuşatmasına izin veriyorum günlerdir. Hiç unutmamak istediğim ânların esiri olmaktan hoşnudum; gönüllü bir tutsaklık bu. Eski yaz gecelerinin sahil gezileri, kış gecelerinin koyu sohbetleri. Sevdiklerimle dolu odalar, neşeli haykırışların koridorlara taşışı, sesli kitap okuma saatleri, büyüklerin geçmişe dönük hatıralarını merakla, gözlerimizi kocaman kocaman açarak dinleyişimiz. Ellerimizde vişneli güllaçlar, ağzımızın kenarlarına bulaştırarak yiyişimiz, bayramlarda kaç poşet şeker topladığımıza dair hararetli bahisler… Neydi o günler? Bir gonca gibi açılıp ıtrını hatıratlardan alan baharlara ne oldu? Hepsi lapa lapa yağan karın altında usulca kış uykusuna mı yattı? Yoksa fersudeleşip bir kenara mı atıldı? Sakın kaybolup sırra kadem bastığını söyleme bana! Dayanamam; ülfet zamanlarını yok sayamam, unutmana izin veremem. Evet, ben ki kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nadim olup, evvelki hallerime şimdi ağlıyorum. Harikulâde ânılarımı yine, yeni ve yeniden yaşayıp lezzet alıyorum. Bu yüzden hiçbirini silip atmıyor, gönlümde ve zihnimde her birini itinayla muhafaza ediyorum. Söyle bana Tuana, nasıl anmazsın o çocukluk günlerini? Ardından delikanlılığın verdiği serde gençlik yılları, derken mahzun ihtiyarlık… Ben, ne zaman zayıflığımı, çaresizliğimi, kıraçlığımı hissetsem, hayata karşı ne zaman bezgin ve yenik düşsem, seninle yaşadığımız o tatlı çocukluk yıllarına selâm gönderirim sık sık. Biliyor musun, gurbet içinde bir düğüm olmuş, adeta yangından son anda kurtarılan bir eşya gibi kırık döküksün. İlla eş, dost, akraba ziyareti yapmak için; ölümü mü beklersin? Aylardır belki de yıllardır görmediğin sevdiklerin, ânın sarhoşluğuyla hızla ihtiyarlaşırken; hatıraların izi sen farkında olmadan yavaşça silinirken, bir ayrılık çağrısının sesiyle hayatına bergüzarlar katmayı mı dilersin? Goethe’nin kahramanı Faust’a söylettiği o meşhur cümlesini sana hatırlatmak isterim. Belki benim anlatamadıklarımı, o anlatır bir satırla sana. “Dur geçme ey ân, ne kadar güzelsin!” Heyhat! Zamana yemin olsun ki, o durmuyor, geçip gidiyor… Beher günün sonunda ellerime bakıyorum; hiçbir altınım kalmamış. Yarına çıkıp çıkmayacağımız zaten belli değil; ne doğan güne hükmümüz geçiyor ne de uzaklaşan günlere. Başrolünde oynadığımız hayatımızı yaşıyoruz öylece. Sana bu ilk mektubum; ama son olmayacak. Şimdilik vedamı Faruk Nafiz Çamlıbel’in o müthiş dizeleriyle yapıyorum; umulur ki şiirden bir deste gül ruhuna dokunur; dokunur da benim ruhuma uzanan bir yol bulur. “Her hatıra bir damla yaş oldukça gözümde/ Hicranla dolan ruha dedim, hazdır ölüm de/ Ruhumda emel bir sarı kandil gibi yandı/ Maziyi bugünden yaşamak hissim uyandı/ Bir çare dedim, bulmak için kendimi yordum / Hicranlarımın yok mu tesellisi diyordum…” 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Bir kirpi oku mesafesindeki sevgi |
‘Uzaklık kadar, fazla yaklaşmış bir yakınlıkta acıtır insanı...’
Kirpilerin üşüdükleri zaman nasıl ısındıklarını biliyor musunuz? Bu soru da nereden çıktı diyebilirsiniz? Ya da sevgiyle kirpilerin nasıl bir bağlantısı olabilir ki? diye düşünebilirsiniz. Ama inanın bana onların ısınmak için yaptıkları davranışta sevginin ideal tanımını bulacaksınız… Kirpilerin ısınmak için kullandıkları yöntem oldukça ilginç... İlk okuduğumda bana çok farklı çağrışımlar yapmıştı. Havalar soğuduğunda ısınabilmek için birbirlerine sokuluyorlar, ama oklar birbirlerinin vücuduna değmeye başlayınca bu mesafeyi koruyorlar. Yani daha fazla yaklaşmıyorlar. Bu aslında onların katlanabilirlik sınırını belirliyor. Acıyı hissettikleri an duruyorlar. Özel alan her biri için korunuyor. Isınırken kendilerine ait alanı da korumuş oluyorlar. İki insanın ilişkisinde de katlanabilirlik sınırından söz edebiliriz. Genellikle bu mesafe korunmadığı zaman ya canımız acır, ya da rahatsız oluruz. Karşımızdaki insana bu sınırı gösterememenin sıkıntılarını yaşarız. Kendi mahrem alanımızı korumakta zorlanırız. Birbirimize yakınlık ve sevgi için sokulduğumuzda, o ince mesafeyi koruyabilsek keşke… Birisini sevdiğimiz zaman, onun her şeyiyle bize ait olmasını, en yakın mesafede durmasını ve bizim bilmediğimiz hiçbir sırrının olmamasını isteriz. Bazen öylesine yaklaşırız ki, sevgimizle onu boğarız. Uzaklık kadar, fazla yaklaşmış bir yakınlıkta acıtır insanı. Sevginin esmeye yer bulamadığı alanda, sadece nefes alamamakla kalınmaz hayal bile kurulamaz. Bu bazen eşimiz, bazen çocuğumuz, bazen de yakın bir arkadaşımızdır. Onun bizim dışımızda yaşayacağı deneyimleri kısıtlarız, kıskanırız. Ölümcül bir oyuna dönüşür ilişki, ama kendini kurtarmakta ciddî bir çaba gerektirir. Biz olalım derken, iç içe girmiş tek bir ben oluveririz. Diğer benin içinde kendi benimiz erir ya da kaybolur. Bazen bunu fark etmek yıllarımızı alır, bazen biz içinde ben olma çizgisi öyle ince bir sınırdır ki, tanımlamak kadar, yaşamak da zordur. İnce bir beceri gerektirir. Kendin yok olmadan, diğerinin kimliğinde erimeden ve bunu yaparken de hırçınca bir varoluş sergilemeden, yaradılışının sana sunduğu özel yönlerini tanımak ve yaşamak… Bunu fark etsek bile hayatımıza aktarmamız ne kadar zamanımızı alırdı, hangi yaşlara geldiğimizde bunu gerçekten yaşayabilirdik acaba? Bizim toplumsal ilişki mantığımızda; iç içe, dipdibe olmak sağlıklı bir birlikteliğin esası olarak görülür. Piknik alanlarında bile herkes birbiriyle sırt sırta oturur. Biraz uzak duran yadırganır, merak edilir ve çeşitli kurgularla yargılanır. Kendini beğenmekle suçlanır. Kendine alan bırakabilen, hayır demeyi başarabilen insanlar kabul görmez, enaniyet sonucu böyle davrandığı düşünülür. Bir kirpi oku mesafesinde, ama yıllarca yıpratmadan, tüketmeden, taptaze bir sevgiyi yaşamak… Bu duyguyu en güzel şekliyle Halil Cibran’ın şiirlerinde bulabiliriz. Şair, sağlıklı bir sevginin tatlı betimlemelerini yapar şiirlerinde… ‘Siz beraber doğdunuz ve hep öyle kalacaksınız. Ölümün beyaz kanatları, sizin günlerinizi dağıttığında da beraber olacaksınız. Fakat birlikteliğinizde belli boşluklar bırakın. Ve izin verin, cennetlerin rüzgârları aranızda dans edebilsin... Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın, Daha ziyade, ruhlarınızın sahilleri arasında hareket eden bir deniz gibi olsun. Ve yan yana ayakta durun; ama çok yakın değil, Çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır; Ve meşe ağacıyla, selvi ağacı, birbirinin gölgesi altında büyüyemez.’ Hayatta bazı şeyler o kadar narindir ki, gereken özeni vermezsen, söner ve yok olur, sürekli onu beslemen gerekir. Eğer ona zaman vermezsen, nefes aldırmasan da boğulur gider. Avucundaki küçük bir serçe gibi… Çok sıkarsan ölür, gevşek bırakırsan da uçar gider. Sevgi de aynen böyledir, ince bir kavrayışta tutman gerekir avuçlarını, ama bu ne kadar olmalı dersen? Bunun ölçüsünü sana ancak kalbinin sesi verebilir… 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Altınşehir’de altın kalpli insanlar |
Mazisi insanlık tarihi kadar eski olan İstanbul, çeşitli devletlere başşehirlik yaptığı gibi; Osmanlı Devletine de tam dört yüz yetmiş bir yıl payitaht olarak merkez oldu. Çoğu insanların “Taşı toprağı altındır” diyerek koşup geldiği ve çalışkan insanların da ekmek parasını kazandığı bu güzel şehir üzerine nice şiirler ve hatta kitaplar yazılmıştır. Özellikle, İstanbul âşığı olan Yahya Kemal Beyatlı “Bu şehr-i İstanbul ki, bimisli bahadır. / Bir sengine bütün Acem mülkü fedâdır” mısralarıyla biraz abartılı da olsa, ona olan sevgisini ilân etmiştir. Yani, emsâlsiz bir değere sahip olan İstanbul’un bir taşına, bütün İran toprakları bedel olamaz demiştir. 2010 yılı için Avrupa kültür başşehri kabul edilen İstanbul, gerçekten dünyada bir eşi daha olmayan coğrafî bir yerde ve güzelliktedir. Asya ile Avrupa kıt'alarını birbirinden ayıran ve Karadeniz ile Marmara Denizini birleştiren Boğazı, asma köprüleri, Osmanlı Camileri ve tarihî yerleriyle, yerli ve yabancı turistlerin gözdesi olan İstanbul’un en zor tarafı çok yoğun olan trafiğidir. Bu yüzden, Yahya Kemal Beyatlı’nın ifâdelerini ben kendi adıma tersine çevirdim ve “İstanbul’un en güzel tarafı Ankara’ya dönüşüdür” demeye başladım. Bir vazife gereği, altı ay boyunca, ayda iki üç günlüğüne İstanbul’a gitme durumum oldu. Bu vesileyle çeşitli semt derslerine götürüldüm. İstanbul’u ve dâvâ arkadaşlarımı yakından tanıma imkânım oldu. Geçtiğimiz Pazar akşamı değerli dostum Celâleddin kardeşle Altınşehir’e gittik. Fatih semtine yaklaşık otuz kilometre mesafede olan bu semtin adı Altınşehir idi. Fakat, bakıma muhtaç alt yapısı, yolları ve ara sokaklarıyla gecekondu görünümündeydi. Zaten binaları da hisseli tapuydu. Lüks apartman inşaatları bir hayli yakınına kadar gelmişti. Zamanla bu semt de güzelleşecek ve tanınmaz hale gelecekti. Hizmet merkezimiz, Şahin Tepesi mahallesindeydi. Badanası ve tefrişâtıyla yenilenmişti. Büyük çoğunluğunu Vanlı kardeşlerimizin oluşturduğu altmış civarındaki dâvâ arkadaşımızın ekseriyeti oradaydı. Altın kalpli, içi dışı aynı, kardeşlik ruhunun fiilen yaşandığı, ihlâs ve tesânüdün en güzel örneklerinin göründüğü ve Anadolu’nun buram buram koktuğu bu temiz yürekli insanları ilk defa görüyordum. Fakat, kırk yıllık dostlar gibi birbirimize kaynaştık ve kucaklaştık. Ömer Sungur, Muzaffer, Hüseyin, Yaşar Metin, Sadettin ve daha niceleri... Bediüzzaman Hazretleri uzun yıllar Van ilinde kaldığı için, onu kendilerine hemşehri bilen ve onun kudsî dâvâsına samimî olarak sahip çıkan bu kahraman insanlar, İstanbul’un zor hayat şartlarına rağmen hizmeti omuzlamışlar ve geleceğe taşıyorlardı. Risâle-i Nur Hareketinin mahiyetini ve sâir hizmet metotlarından farkını paylaşarak, bir kişinin imanının kurtulmasına vesile olmanın ne kadar sevaplı bir hizmet olduğunu müzâkere ettik. Bu hizmeti yapabilmek için mutlaka günlük Risâle derslerimizin okunmasının zaruretini, Kur’ân, Cevşen ve sair evratlarımızın ihmal edilmemesi gereği üzerinde durduk. Zaten, onlar da ellerinden geldiği kadar bu vazifeleri yapmaya devam ediyorlardı. İstanbul’un bütün semtlerinde olduğu gibi, Altınşehir’de de bu kudsî hizmete gönül ve omuz verenleri yürekten tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz. 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (8) |
Kim Demokrat, kim değil?
Suâl: Siz, hemen her vesileyle altını çizerek vurguladığınız "Ahrar ve Demokrat" olanlar kimlerdir? Bu çizgi ve misyon, inhisar altında mı? Geçmişte başka kulvarda siyaset yapanlar, sonradan Demokrat olamazlar mı?
Cevap: Öncelikle ifade edelim ki, bizim "Ahrar ve Demokrat"tan kastımız, kökleri 145 yıl öncesine kadar gidip dayanan bir çizgiyi, bir içtimaî geleneği, bir siyasî misyonu nazara vermektir. Yoksa maksadımız, kimin, ya da hangi partinin ne kadar demokrat olduğunu ölçmek, biçmek, tartmak değildir. Türkiye Cumhuriyetinde, herkes ve her parti(li), kendine göre şu veya bu ölçüde hürriyetçidir, cumhuriyetçidir, demokrattır... Hiç şüphesiz, bu toplumda cumhuriyet ve demokrasiye düşman olanlar da var. Ellerinden gelse, bu sistemleri bir günde yıkıp mahvederler. Öyle ki, demokrasiye "küfür" damgası vuran, cumhuriyetin İslâmiyetle bağdaşmadığını iddia eden dindarlar bile var. Ancak, biz bu kesimi bahsimizden hariç tutuyoruz.
Dört temayül
Bediüzzaman, bu vatanda hükmeden siyasî cereyan ve temayülleri 1950'li yıllarda kategorik olarak "dört parti" şeklinde tasnif ederek tahlil etmiş: Halk Partisi, Demokrat, Millet ve İttihad–ı İslâm Partisi. (Emirdağ Lâhikası, s. 386. YAN, 1994.) Bu dört temayüllü tasnif, sonradan da umumî kabule mazhar olmuştur.
1) Halk Partisi: Bu partinin misyonu belli. Eski komitacı İttihatçılarla İslâma muarız mason ve Kemalistlerin tesiri altında bulunan bu parti, bir dönem komünist kuvvetin de hakimiyeti altında kalmış.
2) Millet Partisi: 1950 seçimlerine aynı isimle katılan bu parti, dindar ve milliyetçi kadroların ittifakıyla siyaset meydanına çıktı. Nitekim, Üstad Bediüzzaman da, iki–üç mektupta, bu partinin kendi içinde iki kısma ayrıldığını, bir kısmının dindar, diğer bir kısmının ise, Türkçü olduğunu ifade ediyor. Ayrıca, Türkçüler iktidara gelirse, memlekette çıkacak kargaşadan en çok Türklerin zarar göreceğini, dindar kesimin ise, yine dine ve dindarlara zarar vereceği gerekçesiyle, onlara iktidardaki Demokratların yerine geçmemeleri ve iktidara gelmeye çalışmamalarını tavsiye ediyor. Bu partideki milliyetçi kanadın başında Osman Bölükbaşı vardı. Dindar kanatta ise, Cevat Rıfat, Osman Nuri (Köni) ve Necip Fazıl'ın başkanlığındaki Büyük Doğucularla Eşref Edib'in başında bulunduğu Sebilürreşad çevresi geliyordu. Bu iki kanat, daha sonraki dönemde de zaman zaman seçim ittifakı yapıp tekrar ayrılarak yollarına devam etmişlerdir. (1991 seçimlerindeki "kutsal ittifak"ta olduğu gibi.) Komünizm ve masonluk gibi dinsizlik cereyanlarına şiddetle muhalif olan bu "mücahid kardeşler"in, Kemalizmle barışık olmaları ve hatta zaman zaman "Dindar Kemalist" şeklinde bir görüntü vermeleri ise, son derece düşündürücü geliyor. Mühim bir nokta: Üstad Bediüzzaman, kaynağını belirttiğimiz aynı mektupta, Demokratların iktidardan düşmesi halinde, tek başına iktidar şansına, yüzde 39 nisbetinde oy alan Halk Partisinin değil, 1950'de yüzde 3 oranında oy alan Millet Partisinin sahip olduğunu açıkça ifade ediyor. Yani, milletin reyiyle iktidar olmanın sadece iki alternatifi var: Demokratlar ve Milletçiler. Dolayısıyla, tek başına iktidara gelenler, bu iki partiden birinin devamı mahiyetindeler demektir. "Bu asil Türk milleti, Halk Partisini kat'iyen iktidara getirmez" mânâsının telâffuz edildiği Lâhikalarda, üçüncü bir alternatiften hiç söz edilmemektedir.
3) İttihad–ı İslâm Partisi: Esasında, o tarihte bu ismi taşıyan herhangi bir siyasî parti yoktu. O halde, bu isim bir "siyasî potansiyel" mânâsında kullanılmış... Nitekim, bir başka lâhikada "İttihad–ı İslâm"ın, Meşrûtiyetin ilk yıllarındaki "İttihad–ı Muhammedî" ile aynîleştirildiğini, özdeşleştirildiğini görmekteyiz. Hatta, bu muazzam mânâyı tazammun eden ittihadın içinde mânen ve aynen bulunan Nurcuların büyük bir yekûn teşkil ettiği hususu açıkça ifade ediliyor. İşte, bu söylediklerimizin ana kaynaktaki delil ve ispatı: "Mânen eski İttihad–ı Muhammedî'den (asm) olan yüz binler Nurcularla, ...şimdi de aynen İttihad–ı İslâm'dan olan Nurcular, büyük bir yekûn teşkil eder." (Age, s. 271.) Hemen hepimizin bildiği gibi, Üstad Bediüzzaman, Nur Talebelerinin doğrudan siyasete girmelerini, yani bir parti kurmalarını, siyasetin başına geçmelerini ve iktidara gelmeye çalışmalarını doğru bulmuyor, böylesi bir teşebbüse izin ve ruhsat vermiyor. Bu noktada hülâsaten şunu söylüyor: Eski İttihad–ı Muhammedî'den olanlar, müttefik gördükleri Ahrarlar'a "nokta–i istinad" teşkil ettikleri gibi, şimdiki İttihad–ı İslâm'dan olan kardeşlerimiz de "Demokratlara nokta–i istinad" olmalı. (Age, s. 271.) Bu arada, zihnine "yüzde altmış–yetmiş tam mütedeyyin..." noktası takılanlar da yok değil. Bilinmeli ki, bu orandaki bir mütedeyyinliğin, ne o günkü, ne de bugünkü sosyal ve siyasî tabloyla bir kurbiyeti var.
4) Demokrat Parti: Bilhassa lâhikalarda, bu partinin eski Ahrarların devamı mahiyetinde olduğunu defaatle ifade eden Üstad Bediüzzaman, bütün kuvvetiyle bu partiyi iktidarda muhafaza etmeye çalışmış. Hayatta iken, bunda muvaffak da olmuş. Bu noktaya, Nur Risâlelerini okuyan hemen hiç kimsenin bir itirazı olacağını sanmıyoruz... Zaten, asıl ihtilâf da Üstad Bediüzzaman'ın vefatı sonrasındaki dönemler itibariyle yaşanıyor. İhtilâfın en şiddetlisi ise, 12 Eylül Darbesinden sonra ortaya çıktı. 1982–83'te kesinleşip derinleşen siyasî ihtilâf, bir türlü bitmek bilmedi; nitekim, halen de devam edip gidiyor. Şimdi, can alıcı soru şu: Ahrar ve Demokrat bugün nerede, hangi parti çizgisinde? Bu siyasî misyonu bugün kim temsil ediyor? Bu sorunun cevabını, şimdilik Tabiat Risâlesi'nin başındaki "dört ihtimal" ve "Bu vatanda dört parti var" başlıklı mektupta ihtiyar edilen bir metotla vermek daha münasip olur. Yani, "Hangisi değildir? Hangisi olmaz veya olmamalı? Hangisi iktidara gelmez veya gelmemeli?" metodu. Buna göre, kendi çapında demokrat görünmekle beraber, fikir ve siyaset sahnesinde boy gösterenlerden Türkçü, Kürtçü, Halkçı ve dinci temayülleri bulunanlar, hakikî Ahrar–Demokrat değiller ve o misyonun takipçileri olarak görülemezler. Bir diğer nokta: Nur Talebelerinin, bilhassa 1960'larda ve 1970'li yıllarda takındığı siyasî tavrı beğenmeyen, o yıllardaki siyasî istikametini yanlış gören, hele hele o dönemlerin çok kritik aşamalarında sergilemiş oldukları mücahidane tavırlarını ve kahramanlık destanlarını küçük gören, basite alan kesim ve kimseler, bize göre Demokrat misyonun takipçileri olamazlar. Hasılı, bizim o dönemdeki hizmetimizi beğenmeyenlerin, yahut yanlış bulanların, bugün bizden kabul ve beğeni beklemeleri kadar abes birşey düşünemiyoruz. (Devamı var) 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bir ceza, bin hikmet |
Zonguldak’tan Önder Bostancı: “Recm hususu Kur’ân’da yok iken, Peygamber Efendimiz’in (asm) uygulamasında var. Bunun hikmeti nedir?”
Recm cezası Kur’ân’a girmemiş; ancak Peygamber Efendimiz’in (asm) uygulamalarına girmiştir. Anlaşılıyor ki, Allah iffet meselesine çok önem veriyor; ancak iffetin çiğnenmesine müeyyide getiren bir cezayı bazı hikmetler gereği kitabına almıyor. Bu tamamen İlâhî bir tasarruftur. Bunda beşerî bir tasarruf söz konusu değildir. Bütün hukukî dâvâların aksine, zina ile ilgili olarak Allah dört şahit getirilmesini şart koşmuştur.1 (Bu gün bile çağdaş mahkemeler zina isnadında iki şahidi yeterli görüyor) İlgili âyetler aynen şöyledir: “Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin.”2 Diğer bir âyet: “Namuslu kadınları zina ile suçlayıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar fasık kimselerdir.”3 Bu âyetler inince Sa’d bin Ubâde (ra) Peygamber Efendimize (asm) gelerek: “Yâ Resûlallah! Şayet birisini karım ile birlikte bulursam artık dört şahit getirinceye kadar ben o adama dokunmayacak mıyım?” diye sordu. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm): “Evet, dokunmayacaksın!” buyurdu. Sa’d şaşkın şaşkın çığlık attı: “Hayır! Asla! Seni Hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben dört şahit arayana kadar o adamı kılıçla doğrarım!” dedi. Peygamber Efendimiz de (asm) Sa’d’ın kıskançlığına işaret buyurarak, yanındakilere: “Adamın kıskançlığına bakın! Ama unutmayın ki, ben ondan daha kıskancım. Allah ise benden daha kıskançtır. Ama hüküm böyledir!” buyurdu.4 Zina konusunda Allah böylesine Gayyur (kıskanç) olmasına rağmen, konunun iftiraya ve dedikoduya çekilebilir boş bir karnı olduğundandır ki, zina olayının sübutu ile ilgili olarak dört şahit getirilmesini teşrî kılıyor. Aslında hukuk tarihinde dört şahit istenen bir dâvâya pek rastlanmaz. En ağır dâvâlarda bile iki şahit yeterli görülür. Kur’ân’ın, zina gibi zaten tabiatında gizlilik bulunan bir suçla ilgili olarak dört şahit getirilmesini şart koşması, bununla beraber suç sübut bulursa, yani iftirasız ve yalansız dört şahit getirilirse, Kur’ân’a girmese de yine vahiyle recm gibi bir cezâî müeyyide getirilmesi, hem Allah’ın gayretine, hem adaletine, hem Settaru’l-Uyub oluşuna, hem de tövbeleri kabul edişine uygun bir tecellidir. Allah fuhşiyâtı, gizli ve açık kötülükleri haram kılmıştır. Fakat iftirayı da, namuslu kadına fuhuş isnat etmeyi de haram kılmıştır. Kur’ân öyle bir hassas denge kurmuştur ki, ne insanlar kötülüklere ve fuhşiyâta sürüklensin, ne de insanlar birbirine iftira ve çamur atsın. Takdir edilir ki zina, fuhşun ve kötülüklerin en çirkinidir. Bununla beraber; sair hukukî işlemlerde iki şahidi yeterli gören Kur’ân, zinanın tesbiti için şahit sayısını arttırmış, dört şahit istemiştir. Kur’ân’ın zina için dört şahit talebi, fiilin tesbitini zorlaştırmak sûretiyle, tarafları pişman olmaya, tevbe ve istiğfar etmeye ve kendi kendilerini ıslâh etmeye imkân vermek hikmetine bakar. Kur’ân doğru anlaşılırsa, insanların günahlardan arınması için her yolun gösterilmiş ve her imkânın tanınmış olduğu görülecektir. Zinâ büyük günahlardandır. Fakat bu günahtan kurtulmanın yolu elbette vardır. Makbul şekilde tövbe eden her kul gerek dünyada, gerekse âhirette günahların baskısından, şiddetinden, cezasından, kirinden ve lekesinden Allah’ın rahmetiyle ve mağfiretiyle kurtulur. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Günah işleyen kul, günahı sebebiyle Cennete şöyle girer: İşlediği günah devamlı hatırındadır, vicdan azabı çeker durur. Bu günahtan dolayı Allah’tan utanır ve o günahtan tövbe edip kaçınır. Böylece Cennete girer.” 5
Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 4/15; Nûr Sûresi, 24/4., 2- Nisa Sûresi: 15., 3- Nur Sûresi: 4., 4- Müslim, Li’ân, 16., 5- Câmiü’s-Sağir, 2/554. 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Polonya başardı, sıra Türkiye'de |
Avrupa Birliği’ne üyelik tartışmaları Türkiye’nin gündemini meşgul eden bir konu. Kimilerince ‘ince-uzun bir yol,’ kimilerince de ‘bir arpa boyu yol alınamayan hedef’ diye tarif ediliyor. Türkiye-AB ilişkilerine bakıldığında inkâr edilemeyecek bir gerçek var: Ülkemiz yıllar önce AB’ye üye olmak için müracaat etmiş, ama üyelik için gerekli şartları yerine getirme noktasında üzerine düşen görevi yapmamış. Elbette kabahatin tamamı Türkiye’de değil, ama üye olmak isteyen taraf olduğumuza göre ‘kriterler’i yerine getirmek de bizim birinci işimiz olmalı. Her defasında tekrarlıyoruz, yine tekrarlayalım: AB’ye üyelikten maksat, isimden ve resimden ibaret bir ‘üye’lik olmamalı. Önemli olan insanların mutlu ve huzurlu olduğu zengin bir ülke olabilmek. Bugünkü şartlarda bunun yolu “AB kriterlerine uyum”dan geçiyorsa—ki öyle görünüyor—bunu başarmak lâzım. Türkiye’nin mevcut haliyle ‘değişmeden’ AB’ye üye olması pratikte bir fayda verir mi? Yani; AB üyesi bir ülke, ama anayasası darbe döneminden kalmış! Ya da AB üyesi bir ülke, ama başörtülüler üniversiteye giremiyor! Tabiî ki AB üyeliğini daha hür, daha demokrat ve daha adil bir ülke için istiyoruz! Uzun yıllar “Türkiye AB’ye üye olursa ‘din’ elden gider” diyenlerin itirazlarını dinledik. Hakikat ise tam bu iddianın tersi. AB üyesi ülkelere giden herkes bilir ki, bir (Müslüman) ülkenin AB’ye üye olmasıyla ‘din/İslâm’ elden gitmez. Nitekim AB’nin yeni üyeleri arasında yer alan ve bazı noktalarda Türkiye ile arasında benzerlikler olduğu ifade edilen Polanya’da ‘din/İslâm’ elden gitmemiş. Polonyalıların da büyük çoğunluğu AB’ye üye olmaktan dolayı memnunlar... Polonya’nın AB üyeliği, işsizlik ve alt yapı problemlerine de çözüm olmuş. Polonya’da bir diğer dikkat çeken konu da Müslümanların ibadetlerini özgürce yerine getirmeleri, toplumun diğer dinlere mensup üyeleriyle neredeyse tam bir hoşgörü ve uyum içinde yaşamalarıymış. (AA, 17 Mayıs 2010) AB’ye bağlı Avrupalı Gazeteciler Merkezi’nin Türk gazeteciler için düzenlediği seminer çerçevesinde görüşülen yetkililer, AB üyeliği hakkında ağırlıklı olarak olumlu konuşmuşlar. Polonya’nın 1999 yılında kurulan Podlaskie eyaleti, AB fonları sayesinde yoksulluktan gelişmişliğe doğru atılan adıma örnek gösteriliyor. Podlaskie Eyaleti Sekreteri Andrzej Kurpievski’nin Türkiye ile ilgili olarak, “Türkiye, bizim tecrübelerimizden faydalanmak isterse en zengin 20 ülke listesinin ilk sırasına yerleşir” tesbiti çok önemli. Bialystok’taki Polonyalı Müslümanlar Birliğinin kadın başkanı Halima Szahideviç, Türk gazetecilere Polonya’nın kendilerine karşı her zaman hoşgörülü davrandığı söylemiş. Eyalette şu anda biri Kurşunyani, diğeri Bohomiki’de olmak üzere iki caminin bulunduğunu, 1991’de Gdansk’da yeni bir caminin açılışının yapıldığını da ifade etmiş Szahideviç. Polonya’nın ‘komünizm’den kendisini sıyırması ve AB üyesi olabilmesinde elbette iç dinamiklerinin önemli bir payı var. Türkiye’nin aynı şeyi şu an için başaramamış olmasının da ‘özel’ bazı sebepleri var. Hatırlamak lâzım ki, Türkiye’de uzun süren bir ‘Tek parti devri ve anlayışı’ hakim olmuş. Ve maalesef bu anlayış bugün bile bazı noktalarda devam ediyor. Türkiye ‘Tek parti anlayışı’ ile hesaplaşamadığı sürece sıkıntılarını aşması kolay değil. Polonyalılara şöyle seslenmek bile mümkün: Komünizmi aşmak kolay, gelin de ‘Tek parti anlayışı’nı aşın! 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Gençlik bayramı!” |
Toplumun temeli âilenin, milletin temel taşı gençliğin ve çocukların korunması, devletin anayasal görevi. Ne var ki devlet bu görevini yapmıyor, yapamıyor… “Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda” içi boşaltılmış “dinden tecrid” eğitim ve öğretimle mânevî temelleri sarsılan gençliği ve çocukları ahlâkî açıdan koruyamıyor; inanç ve mânevî değerlerdeki mahrumiyetle nesiller ahlâkî ve mânevî uçuruma yuvarlanıyor. Meclis Uyuşturucu ile Mücadele Komisyonu raporları, ürkütücü vâhim “dehşet tablosu”nu ortaya koymakta. Tabloda alkol ve madde bağımlılığının Türkiye’de artık bir “felâket” haline geldiğinden açıkça yakınılmakta. Uyuşturucu tâcirlerinin Türkiye üzerindeki ticaret hacmi ve son yıllardaki perakende satışları, “imdat!” işaretleri vermekte… Vatandaşlar göz göre göre sanal kumar ve devlet eliyle organize edilen toto-loto talih ve kumar istilâsına mâruz bırakılmakta. Gençler, her türlü pornografik ve tahrik yayınlarına açık hedef halinde ortada bırakılmakta. İsrafı özendirici reklâmlardaki tüketim çılgınlığı, eğlence ve serkeşliği azdırmakta… Denetlenemeyen televizyonlardaki ahlâk bozucu diziler, şiddet ve müstehcenliği enjekte eden yayınlarla sanal kumar ve talih oyunları tuzağına düşmekteler. İnternet bağımlılığı ve bunalımı, uyuşturucu ve kötü madde bağımlılığı sath-ı mailine kaymakta; uyuşturucu, içki ve madde bağımlılığı okulların kapısına kadar dayanıp ilköğretim dördüncü sınıfa kadar inmekte. Hasta sayısı binleri bulmakta… Diğer yandan, uluslar arası sermaye ve ifsad şebekeleri güdümündeki “eğlence sektörü,” kitleleri sadece bir piyasa pazarı ve tüketim aracı olarak görmekte. “Popüler kültür” perdesinde televole kültürü enjekte ediliyor. Bunun sonucu, operasyonlarda gençliği zehirleyen on binlerce ton esrar, eroin, baz morfin, binlerce kilo afyon, asetik anhidrit, milyonlarca captogon, ecstasy hapı ele geçirilmekte…
DEVLET ELİYLE TAHRİBAT… Ve bütün bunlara karşı devlet, milletin geleceği olan çocukların ve gençlerin sağlıklı ruhî ve fizikî gelişimleri tedbirlerini almamakta. Müfredat değişikliğiyle bâtıl inançların tanıtımıyla doldurulan okullardaki din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri, yetersiz kalmakta. İnanç ve mânevî eğitimi esas alan düzenlemeler kifâyetsiz kalmakta… Şu hale bakın; “muhâfazakâr” olduğunu iddia eden AKP iktidarı, üzerinden sekiz yıl geçtiği halde bu hususta hiçbir ciddî tedbir almış değil. Hâlen yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkede, devletin “din işleri”yle yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde çocukların kendi dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerimi okumalarını yasaklayan 28 Şubat postmodern darbe döneminden kalma yaş yasağı sürüyor. Diğer yandan Devlet Denetleme Kurulu’nun yolsuzluk ve suiistimal raporlarıyla gündeme gelen RTÜK, kendini savunmakla meşgul, televizyonlardaki tahribat bombardımanının önüne geçmiyor, geçemiyor… Kısacası gençlikte “alarm!” zilleri çalıyor. Onca iddiaya rağmen hükûmet pornografik materyallerin üretimini, ithalini ve yayımını önleyemiyor. Çocukların ve gençlerin, internet kafelere, disko, müzikhol ve tavernalara girmesini engelleyemiyor. Dahası, bizzat devlet kurumları mârifetiyle, bazı dernek ve belediyelerce “festival”, “konser” ve “kutlama” perdesindeki eğlence programlarında, ahlâkî aşınma ve laubalilik resmen telkin ve teşvik ediliyor. “Dindarlar” dahi “dünyevîleşme” bataklığına çekilip dünyevî ve sefîh kalabalıklara katılıyor. En “mazbut” âileler bile bu “câzibedâr, sefîhâne ve sarhoşâne şa’şaalı eğlencenin câzibesi”ne kapılıyor…
TUMTURAKLI NUTUKLARLA… Hatırlanacağı üzere 2005’te çıkarılan Yeni Ceza Yasası’nda zinanın suç sayılması, Başbakan’ın tâlimatıyla bizzat iktidar partisi milletvekillerince geri çekilmişti. Keza Ağustos 2008’de iktidar partisinin Genel Başkan Yardımcısının gençlerin “ahlâkî açıdan kontrol altına alınması”nı öngören “Gençliği Koruma Yasa teklifi”, medyanın “porno yayınlar fişlenecek” şamatasına gelen parti yönetiminin tepkisine takıldı. Başbakan Erdoğan, “Danışmadan bir şey yapmayın!” diye azarladı. Ardından da gençlerin ve çocukların ahlâk dışı etkilerden korunmasına, sağlıklı ve dengeli gelişimlerine yönelik AB uygulamalarını esas alan, porno, uyuşturucu, sanal kumar ve dejenerasyona karşı bazı tedbirlerin alınmasını, demokratik ülkelerde olduğu gibi okullarda öğrenciler için ibadethane açılmasını öneren sözkonusu “taslak”, “partinin tüzük ve programı ile uyumlu olmadığı, yetkili organlarca onaylanmadığı” gerekçesiyle geri çekildi. Özetle “gençliği koruma yasası” doğmadan öldürüldü… Gelinen noktada, “19 Mayıs gençlik bayramları”, yine resmî ideolojiyi öven tumturaklı nutuklarla, “icraat” propagandalarıyla geçiştirilmekte. Gençliği bunalıma iten, nesilleri mahveden, milletin geleceğini ateşe atan tehlikeye karşı Ankara, günübirlik politik polemiklerle gününü gün etmekte. Gençlik, iman zaafıyla inkârcı felsefenin mâneviyatsız kültüründen türeyen kötü alışkanlıklarına, bağımlılıklarına teşne hale gelmekte. İnkârcı felsefeden türeyen belâ ve vebâ, gün geçtikçe bir “mânevî musîbet”e dönüşmekte. (Kastamonu Lâhikası, 72-75) Bu “mânevî musîbet”e karşı, gençliği başıbozukluktan kurtaran, iman, ahlâk ve edebi esas alan “mânevî tâmirat”la ancak “gençliğin bayramı” olur… 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Irak’ta seçim sonuçları değişmezken |
7 Mart seçimlerinden bu yana sayımların itirazlar dolayısıyla bir türlü sonuçlandırılamadığı Irak’ta, çözüme doğru gidiliyor. 68 milletvekili çıkaran Bağdat bölgesindeki oyların yeniden sayımı sonucu değiştirmedi. Hâlâ Allavî’nin liderliğini yaptığı ittifakın milletvekili sayısı 91, Başbakan Malikî’nin liderliğini yaptığı ittifakın milletvekili sayısı ise 89. Yeni bir itiraz olmazsa yüksek mahkeme sonucu onaylayarak kesinleştirecek. Yeniden sayıma sebep olan Malikî’nin tekrar itiraz etmeyeceği, sonucu kabul edeceği açıklandı. Ancak bu yeniden oy sayımları devam ederken farklı bir gelişme yaşandı. Ülkedeki iki Şiî ittifakı işbirliği anlaşması yaptı. Irak Ulusal İttifakı ile Malikî’nin önderliğindeki Hukuk Devleti Bloğu anlaştılar ve böylece 159 milletvekillik bir ittifak oluştu. Ancak çoğunluğu sağlamak için 163 sandalye gerekiyor. Yine de bu yeni ittifak iktidarın en yakın adayı görünüyor. İyad Allavî bu durumdan rahatsız. En yüksek oyu alan ittifakın lideri olarak hükümet kurma yetkisinin kendisine verilmesini istiyor. Ancak mevcut durumda hükümet kurmayı başarması zor görünüyor. Bu durum iki grubun seçmenleri arasında yeni çatışmalara yol açma tehlikesi taşıyor. Zira Allavî “Irak halkının iradesinin boğulmasını kabul etmeyeceğiz” diyor. Bu arada Malikî de pek rahat değil. Her ne kadar en güçlü ittifakı oluşturmuş olsa da, ittifak içinde yer alan Sadr yanlıları onun başbakan olmasını istemiyor. Bu da kıran kırana pazarlıkların yapılması, Malikî’nin koltuğunu korusa bile, kabineye daha büyük yetkiler tanıyarak ittifak ortaklarını memnun etmek zorunda kalacağı, bu pazarlıkların aylar boyu sürebileceği anlamına geliyor. Bazı uzmanlar hükümetin kurulmasının Eylül ayını bulabileceğini söylüyor. Bütün bu istikrarsızlık ve belirsizlik ortamı, en çok bu ülkenin huzura ermesinden rahatsız olacak çevrelerin işine geliyor. Toparlanmamış, birliğini sağlayamamış ve yaralarını saramamış bir Irak, kolay kontrol edilebilen ve sömürülebilen bir ülke konumunda kalmaya mahkum. Eylül ayına kadar hükümetin kurulamaması demek, o tarihe kadar birliklerinin önemli bir kısmını bu ülkeden çekmesi gereken Amerika için, işi savsaklama bahanesi olabilecek. Sözde el-Kaide ve diğer örgütlerin sebebini anlamanın asla mümkün olmadığı intihar saldırılarıyla da ortam daha da bulandırılmaya çalışılacak. Burada Irak’ın istikrarından en çok yarar görecek komşulardan birisi olan Türkiye’ye önemli görevler düşüyor. Gruplara eşit mesafede durma yoluyla kazanılan güvenin, kısa sürede hükümet kurulmasını kolaylaştırıcı arabuluculuk işlevi ile desteklenmesi, Irak’ta suların durulmasını hızlandırabilir. Umarız bütün bu iktidar kavgaları kısa süre içinde sona erer ve Irak halkı 29 yıldır hasretini duyduğu huzur ve güven ortamına yeniden kavuşur. 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İşte Nur nesli |
Zübeyir Gündüzalp’in, her cümlesi her zaman geçerli derin mesajlar ihtiva eden muhteşem hitabelerinden biri de, Afyon mahkemesine sunduğu o ölümsüz savunma. Oradaki cümlelerden biri şöyle: “Bir milletin gençliği ne zaman Kur’ân ve ondan nebean eden (kaynaklanan) ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet terakkî ve teâlî etmeye (gelişip yükselmeye) başlamıştır.” İşte bu mânâ Risale-i Nur’la tahakkuk ediyor. Yine Gündüzalp’in veciz ifadeleriyle: “Risale-i Nur’u okuyan kimseler, bilhassa idrakli gençler, kuvvetli bir imana sahip oluyorlar; sarsılmaz ve fedakâr bir dindar, bir vatanperver oluyorlar. Yıpranmaz bir imanın bulunduğu bir yere, menfî bir ideolojinin aşıladığı ahlâksızlık ve sefahet giremez. (...) Ahlâk, edep ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahip olabilmek için, kuvvetli bir imana sahip olmak lâzımdır...” (Meseleyi bir bütün olarak kavrayıp hissedebilmek için, bu müdafaanın Şuâlar’da neşredilen tam metnini {s. 847-61}, ilâveten Gençlik Rehberi’nin sonundaki yine Gündüzalp’e ait konferansı ve yayınlarımız arasında yeni baskıları yapılan Gündüzalp imzalı Nefis Muhasebesi ile Altın Prensipler kitaplarını okumak gerekiyor.) Gerçek şu ki, Türkiye’nin, İslâm âleminin ve insanlığın aradığı ideal nesil, Kur’ân’ın çağımıza dersi olarak telif edilen Risale-i Nur’la yetişti. Risale-i Nur, hem 19. yüzyılın sonunda İngiliz Müstemlekeler Bakanı Gladstone’un “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakim olamayız, ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalı veya Müslümanları ondan soğutmalıyız” diyerek işaretini verdiği ve Lozan’daki gizli pazarlıklardan sonra uygulamaya konulan “Kur’ân’ı kendi eliyle yok edecek bir nesil yetiştirme” hedefli planları bozdu, hem de tam tersine Kur’ân’a tahkikî bir imanla sahip çıkan çok şuurlu bir nesil yetiştirdi. Bediüzzaman’ın bir asır önce “Nesl-i cedîd geliyor” diye müjdelediği bu nesil, aynı zamanda İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif’in hasretle terennüm edip beklediği “Asım’ın nesli”ne tekabül ediyor. Yine Âkif’in “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” mısraıyla dile getirdiği talebi cevaplayan Risale-i Nur, Asım’ın nesline de rehberlik yaptı. Gençleri Kur’ân’dan uzaklaştırıp menfî ideolojilere yönlendirmek için her koldan yapılan amansız telkin ve propagandaların yol açtığı dehşetli manevî tahribata rağmen, yoğun baskı ve tazyikler altında, çok zor ve ağır şartlarda ekilen nur tohumlarının verdiği filizler ve açtığı çiçekler, pırıl pırıl nurlu nesiller olarak karşımızda. Nur gençliğinin parlak imanına, yüksek ahlâkına, üstün muhakeme kabiliyetine, seçkin meziyet ve hasletlerine ışık tutan yeni örnekleri, bu yıl ilki yapılan Risale-i Nur Gençlik Kongresindeki masa çalışmalarında ortaya konulan sonuç bildirilerinde görmek mümkün. (Elif ekimizin geçen Pazar verdiğimiz 49. sayısında yayınlanan bu bildiriler, aynı gün Ankara’da gerçekleştirilen Gençlik Şöleninde kamuoyuna deklare edildi. Mutlaka zaman ayırıp hepsini dikkatle okuyun. ) Hem bildirilerdeki fikir ve üslûp seviyesi, hem dolgun muhtevalarındaki derinlik, hem verilen mesajlardaki isabet, hem de Gençlik Şöleninde hakim olan coşkulu olgunluk, hasreti çekilen ideal gençlik modelinin adresini ortaya koyuyor. Bu mânâlardan uzak gençlerin üniversitelerden stadyumlara, sokaktan konser salonlarına kadar birçok yerde, kabul ve tasvip edilmesi imkânsız taşkınlık, gerginlik, kavga ve çatışmalara sürüklendikleri bir ortamda, gençliğin coşku ve heyecanı ile tahkikî imanın verdiği yüksek ahlâk ve olgunluğu imrenilecek bir ahenk içinde kaynaştıran Nur gençliğinin farkı çok daha net ve ferahlatıcı bir şekilde kendisini göstermiyor mu? Ve gençliğin bir kesiminde yaşanan olumsuzlukların izalesinde de Nur nesline büyük görev düşüyor. Onların yardımına yine Gündüzalp’in ifadesiyle, “bozulan bir cemiyeti ıslah kudretine sahip olan Risale-i Nur”la Nur gençliği koşacak. 19.05.2010 E-Posta: [email protected] |