Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İsrail ve terör |
Gazze’ye yardım filosuna yapılan kanlı İsrail saldırısıyla eşzamanlı olarak İskenderun’daki denizci askerlerimizi hedef alan terör saldırısı, son günlerde tekrar tırmanışa geçen terör olayları serisinin son halkası oldu. Bu saldırıda 6 askerimiz şehit düşerken, iki günde verdiğimiz toplam şehit sayısı 13’e, bir ayın bilânçosu ise 25’e çıktı. Vahim bir tablo bu. Ama garip bir şekilde, bu olaylar gündemde pek fazla yer bulamadı. İlk 7 şehit medyada öylesine geçiştirilirken, İskenderun saldırısı da İsrail’in yardım gemisine düzenlediği kanlı operasyonun gölgesinde kaldı. Ancak iki olayın gerçekleşme zamanlarındaki tetabuk dikkat çekti. Öyle ki, iktidar partisinin de, yeni CHP Başkanı Kılıçdaroğlu dahil olmak üzere muhalefet partilerinin de sözcüleri ve STK mensupları bu eşzamanlılığın manidar olduğunu vurguladılar. Bu durum, toplumda PKK ve terör olayı ile İsrail arasında bağlantı kuran veya en azından bu yönde ciddî kuşkular taşıyan ortak bir değerlendirmenin mevcudiyetini gözler önüne seriyor. İsrail ajanlarının Kuzey Irak’ta 1960’lı yıllardan itibaren kendi amaçları istikametinde altyapı oluşturma çalışmaları yaptıklarına ve PKK kamplarında eğitim veren MOSSAD elemanlarına ilişkin bilgi kırıntıları zaman zaman farklı kaynaklarda yer almış, ama bunlar medya gündeminde pek yer bulamadığı için fazla iz bırakmadan unutulmuştu. Ancak buna rağmen kollektif şuurda İsrail-terör bağlantısı için böyle bir algılamanın oluşması, hayli silik de olsa yine o izlerin meydana getirdiği birikimle açıklanabilir. İşin bir tarafı böyle iken, diğer cenahında Türkiye’nin yıllardır teröre karşı verdiği mücadelede İsrail’in istihbarat ve teknoloji desteğine bel bağlaması veya öyle bir görüntü verilmesi de, gözden kaçmaması gereken bir çelişki oluşturuyor. Bu çelişkinin önemli sebeplerinden biri, bilhassa 28 Şubat döneminde İsrail’le askerî ilişkilerin en üst düzeye çıkarılması ve peş peşe imzalanan askerî anlaşmalarla savunma sistemimizin adeta bu ülkeye bağımlı hale getirilmesi olabilir mi? 28 Şubat sürecinin şiddetlenmesinde önemli rol oynamış Genelkurmay Başkanlarından birinin, İsrail’le artan askerî işbirliğine yönelik eleştirilere “Bazıları anasından Yahudi düşmanı olarak doğmuş” diye tepki gösterdiğini hatırlıyoruz. Ama aynı İsrail’de bir kuvvet komutanının, geçen yıl Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışında Peres’e attığı “Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz” fırçasına, “Erdoğan aynaya baksın ve Kürtlerle Ermenileri nasıl katlettiklerini görsün” diye mukabelede bulunduğunu da unutmadık. Yine İsrail’in güya işgalden vazgeçip Filistinlilere iade ettiği Gazze’yi senelerdir ambargo zulmüne maruz bırakırken bahane olarak gösterdiği Hamas’ı PKK ile eş tutup, Türkiye’nin Hamas ile diyalog kurmasına “Biz aynı şeyi PKK ile yapsak siz tepki göstermez misiniz?” demagojisiyle karşı çıkmaya devam ettiğini de görmekteyiz. Bütün bu parçaları bir araya getirdiğimiz zaman, tipik Yahudi kurnazlığına dayalı siyonist siyasetin çok yüzlü çehresi karşımıza çıkıyor. Bu çehre, kimin elinin kimin cebinde olduğunun anlaşılamadığı, müşahhas delillerle ispatlanamasa da zihinlerde ciddî kuşkular doğuran karanlık ilişkilere dayalı esrarengiz senaryoları ele veriyor. Bu bağlamda seslendirilen ihtimallerin çoğu, klasik tabirle “komplo teorisi” olarak kalsa dahi, “Ateş olmayan yerden duman tütmez” deyişindeki mânâ ve hikmete uygun şekilde, zihinlerdeki kuşkular kuvvetlenerek devam ediyor. Ki, son olarak yardım gemisine yapılan kanlı saldırıda bir kez daha görüldüğü gibi, İsrail’in “devlet kimliğiyle” de “terör eylemleri”ni sürdürme alışkanlığından vazgeçmeye niyetinin olmaması, bu şüpheleri derinleştiren bir diğer sebep. Dünyanın gözünün içine baka baka açıktan “terör” estirmekte beis görmeyen bir devlet, başka ülkelerdeki terör faaliyetlerini de el altından destekliyorsa, bunun şaşılacak bir tarafı var mı? 02.06.2010 E-Posta: [email protected] |