Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Geçti, gitti” mi? |
27 Mayıs’ın yarım asrını doldurduk. Ömrümüz olursa, üç buçuk ay sonra 12 Eylül’ün 30. ve seneye de 12 Mart’ın 40. yılını geride bırakmış olacağız. Çoğumuza daha dün gibi gelen 28 Şubat’ın bile 13. yılındayız. Yıllar çabuk geçiyor. Darbe dönemlerini fiilen yaşayıp sıkıntılarını çekmiş kuşaklar yavaş yavaş sahneden çekilirken 27 Mayıs’ı da, 12 Mart ve 12 Eylül’ü de bilmeyen genç kuşaklar çoğalıyor. Hattâ 28 Şubat’tan da bîhaber bir nesil geliyor. Bilmiyorlar, ama her gelen nesil, bizzat yaşamadıkları, bilmedikleri ve tanımadıkları, tarih olarak da çok eskilerde kalan darbelerin mağduru olmaya devam ediyor. Çünkü önce 27 Mayıs’ın kurduğu, sonra müteakip darbelerle pekiştirilen hukuk dışı ve antidemokratik düzen sürüyor. Güncel örneklerden bir kısmına göz atalım. Son anayasa paketinin en önemli gerekçelerinden biri olan yargı vesayeti, 27 Mayıs’ın ürünü. Zaman zaman Meclisin dahi üstüne çıkabilen Anayasa Mahkemesi, bu darbeden sonra yürürlüğe konulan 1961 Anayasası ile ihdas edildi. Keza, Bayar’ın torunu Prof. Emine Gürsoy Naskali’nin ifadesiyle, MGK yoluyla askeri siyasetin içine, hattâ tepesine yerleştiren de aynı anayasa. 2. Meşrutiyet döneminde kanun tasarılarını hazırlamak ve idarî ihtilâfları çözüme bağlamak üzere kurulan Şûrâ-yı Devlet’i, cumhuriyetten sonra Danıştay olarak devam ettiği süreçte, seçilmiş hükümetlerin elini kolunu bağlayan bir kurum haline getiren de yine 27 Mayıs Anayasası. Ve seçilmişlerin hiçbir şekilde kontrol altına alıp denetleyemediği özerk, bağımsız kurumlar... Kısaca, Başbakanın sık sık yakındığı “bürokratik oligarşi”nin kapsamına giren herşey, 27 Mayıs’ın eseri. Bunlar 12 Eylül Anayasası ile daha da tahkim edildi. Ve iktidarın Meclisten geçirip referanduma götürmek istediği pakette bu yapı ve sistemin özüne dokunan çok fazla birşey yok. Şu anda Türkiye’de yürürlükte olan ve toplumun her kesimini mağdur eden düzen, tamamen darbelerin ürünü. Bir türlü sonu getirilemeyen terör fitnesinden maden ocaklarındaki trajik ölümlere ve ardı arkası gelmeyen trafik kazalarına, gelir uçurumu ve vergi adaletsizliğine, başörtüsü yasağına, meslek liselerinin katsayı mağduriyetine, din ve vicdan hürriyetini kısıtlayan keyfî uygulamalara, ifade ve basın özgürlüğü üzerindeki baskılara kadar... günlük hayatımızı etkileyen ne kadar olumsuzluk varsa, arkaplanı incelendiği zaman, işin ucu darbelere uzanıyor. Bu örnekleri ilânihaye çoğaltmak mümkün. Milletin büyük ümitlerle rey verdiği partilerin iktidar olduktan sonra sözlerini yerine getiremeyişlerinde, darbe ürünü anayasal ve yasal düzenlemelerle kurulan sistemin onları da kıs kıvrak bağlayıp bilhassa “mayınlı” alanlarda hareket edemez hale getirmelerinin çok önemli payı var. Hal böyle olunca, 27 Mayıs ve 12 Eylül için Cumhurbaşkanı ile Meclis Başkanından sâdır olan “Hepsi geçti, gitti; düne takılıp kalmayalım, geleceğe bakalım” şeklindeki mesajları, özellikle bu örnekleri dikkate alarak tahlil etmek lâzım. Evet, 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da geldi, geçti; ama “deldi, geçti.” Ve yol açtıkları tahribat ve sıkıntı artarak sürüyor. Geleceğe bakabilmek için, bunların izalesi ve güven içinde ilerleyebileceğimiz bir yolun açılması şart. Üç kez açıktan ve klasik yöntemlerle rafa kaldırılıp kesintiye uğratılan 60 yıllık demokrasimizi, dördüncüsünde de önceki darbelerin verdiği anayasal ve yasal imkânlar kullanılarak, sürece yayılan bir müdahale ile daraltmak suretiyle bugünü ve geleceği karartan ihtilâllerin iz, tortu ve kalıntılarını bir an önce temizlemek gerekiyor. 27 Mayıs’ın kurup 12 Eylül’ün tahkim ettiği ve 28 Şubat’ın sürdürdüğü düzen yürürlükte kalmaya devam ettiği müddetçe, bu müdahaleleri “Geçti, gitti” diye geçiştirme lüksümüz olamaz. Ve bu düzen, darbe anayasasında yapılacak mütevazi rötuşlarla değil, AB kriterlerini esas alan topyekûn bir anayasa reformu ile aşılabilir. 29.05.2010 E-Posta: [email protected] |