Basından Seçmeler |
27 Mayıs ve yargı
TÜRKİYE 27 Mayıs’a nasıl geldi? (...)iki husus var ki, olaylarla doğrulanmış gerçeklerdir: - 27 Mayıs, kendisinden sonraki cuntalara, darbe teşebbüslerine, darbelere, hatta ‘silahlı devrim’ hareketlerine yol açtı. Çünkü meşruiyetin kaynağını “seçim” kavramından “devrim” kavramına kaydırdı. - 27 Mayıs, yargıyı politize etti; yargıyı ideolojisine göre yapılandırdı. Demokrasi üzerinde ‘yargısal vesayet’i 27 Mayıs kurdu. Ben bugün bunun üzerinde duracağım.
‘DEVRİM HUKUKU’ 27 Mayıs’ın “devrim” sayılması, klasik darbelerin ötesinde bir ‘devrim hukuku’ anlayışına yol açtı: Masumiyet karinesi, doğal hâkim, cezaların geriye yürümezliği gibi temel hukuki prensipler “devrim dönemleri”nde geçerli olmazdı! Bunu koca koca profesörler söyledi! Merhum Abdi İpekçi’nin anlattığı gibi, bu ‘hukuk profesörü’ne göre: - DP’lilerin hepsi, aksi ispat edilene kadar suçludur! Masumiyet karinesi normal zamanlarda geçerlidir, şimdi “devrim” zamanıdır, DP’liler bu kuraldan yararlanamaz! İmza: Ünlü medeni hukuk, idare hukuku, anayasa hukuku prof.ları! İhtilalciler serbest bıraktıkları DP’lileri de bu ‘fetva’ üzerine yeniden tutuklayacaklardı! - Doğal hâkim ilkesi normal zamanlarda geçerlidir, şimdi devrim zamanıdır! DP’lileri yargılamak için özel mahkemeler, devrim mahkemeleri kurulabilir! Yassıada Divanı böyle kuruldu. Bu görüşe sadece ceza hukukçusu Prof. Tahir Taner karşı çıkmış, medeni hukuk Doçenti Muammer Aksoy ise Prof. Taner’i ‘inançsız’ diye suçlamıştı; devrime inançsız! - Devrim dönemlerinde geçmişe yürüyen ceza yasası çıkarılabilir! DP’lilere yüklenen suç ‘anayasayı ihlal’di ve cezası idamdı. Yargılanan 588 kişiye bu ceza verilebilir miydi?! Anayasayı ihlal suçuna ikinci derecede (fer’an) iştirak diye bir suç uydurdular ve bunu geçmişe yürüterek 400 kadar DP’liye bu suçtan ceza verdiler! Bu korkunç ‘fetva’lardaki imzalar birer kara lekedir. İsimleri merak edenler Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar’ın “İhtilalin İç Yüzü” adlı kitabına bakabilirler! (Sf. 276, 316-323)
‘BAĞIMSIZ’ YARGI Yassıada Mahkemesi bu fetvalarla kuruldu; başkanlığını Yargıtay Başkanı Recai Seçkin kabul etmedi çünkü hukuka aykırı buluyordu. Mahkeme başkanlığına getirilen Salim Başol’un şu sözü yargılamanın niteliğini göstermeye yeterlidir: - Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor. Darbeciler, evet Anayasa Mahkemesi’ni kurmakla iyi ettiler ama Salim Başol’un üye yapılması ve Anayasa Mahkemesi’nin 27 Mayıs’la ve DP’lilerle ilgili konularda verdiği birçok karar, bu mahkemenin nasıl kadrolaştırıldığının kanıtıdır. Bununla yetinmediler! Danıştay üyelerinin yarısını, vatandaşın günlük işleriyle ilgili davalara bakan Yargıtay’da ise üyelerin altıda birini ve adli yargıda 520 hâkim ve savcıyı ‘emekliye sevk’ yoluyla tasfiye ettiler. Böylece “27 Mayıs Devrimi”ne uygun bir yargı yapılanması yarattılar. Hizaya getirdikleri bu yargıya da sözüm ona ‘bağımsızlık’ verdiler.
‘DEVRİMCİ YARGI’ Yargıtay başkanlarının Adli Yıl açış konuşmalarında geleneksel olarak sadece ‘hukuki’ konuşma yaptıkları halde, 1960’ların ortalarından itibaren ‘devrimci’ siyasi konuşmalar yapmaya başlamaları tesadüf değildi. Dostlar arasındaki sohbette bile “Menderes iyi adamdı” demenin suç olduğuna hükmeden Yargıtay, bu ‘yapılandırılmış’ Yargıtay’dı. Merhum Ecevit’in 1970’lerde “Yargı devrimcilerin elindedir” sözleriyle tanımladığı da 27 Mayıs’ın yapılandırdığı yargıydı! (Atatürk ve Devrimcilik, sf. 106) Şu iki eseri okumadan 27 Mayıs’ın günümüze kadar uzanan tahribatını anlamak mümkün olmaz: - Nazlı Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor, Doğan Kitap 2010. - Dr. Osman Doğru, 27 Mayıs Rejimi, İmge Kitabevi 1998.
Taha Akyol, Milliyet, 28 Mayıs 2010 |
29.05.2010 |
‘Alçakları tanıyalım’
BaşlIk, 28 Şubat günlerinden. Darbecilerin ‘psikolojik operasyon’una destek veren bir başyazara ait. Başlığı aklımızda tutup, o başyazarın da hizmetine koştuğu 27 Mayıs darbesini konuşalım biraz. Türkiye’nin demokratik gelişiminin de, toplumsal barışının da dinamitlendiği 27 Mayıs darbesinin üzerinden tam elli yıl geçti. Darbeyi yapanlar iktidara susamış üç-beş maceraperest subaydır, ama yeni rejime şekil verip bürokratik vesayet sistemini kuranlar seçimle asla iktidar olamayacağını düşünen CHP, CHP’li akademisyenler, gazeteciler ve hukukçulardır. Zorbalıkla yönetime el konulmuş, adeta orman kanunlarının egemen olduğu bir dönem başlamıştır. Darbe sonrası Başbakanlık’ta toplanan Komite’ye erken gelen ‘üye’ olur. Cuntanın İstanbul ayağının organizatörlerinden Binbaşı Orhan Erkanlı, iki gün sonra Ankara’ya ulaşır. Başbakanlık’tan içeri bile giremez. ‘Silah zoruyla içeri girebildim’ der anılarında, ‘erken gelen oturmuş, kalkmıyordu’. Ne devlet, ne hükümet vardır; eşkıya Ankara’ya inmiştir. Tam bir yağmadır sonrası. Bir başka cuntacı Sami Küçük’ün tanıklığı; ‘bazı illerde özellikle İstanbul’da hemen hemen bütün genel müdürlükler ve hatta müdürlükler subaylar tarafından İŞGAL edilmişti. Bu durum askerî birlikleri adeta komutansız bırakmıştı’... Yağmadır bu, şehre inen eşkıyanın yağması... Cuntacıların kafalarında ne bir fikir vardır ne bir proje. Tek dertleri iktidar olmaktır. Bunun için de ortam müsaittir; İnönü açık davetiye çıkarmaktadır darbe için, CHP yayın organları darbenin zeminini hazırlamaktadır. Ne Kürt meselesi vardır bahane edecek ne de ‘şeriat tehlikesi’. Serbest seçimlerle, yani halkın desteğiyle DP’yi iktidardan düşüremeyenler bu işi askere ihale etmişlerdir. Darbeye giden yolda zemini hazırlayan en önemli olay İstanbul Üniversitesi’ndeki 28-29 Nisan gösterileridir. Cunta mensupları o iki gün öğrenci eylemlerinin merkezi olan Beyazıt’ta cirit atmaktadır. Darbecilerden Numan Esin ‘kişisel gözlemlerde bulunmak için’ Beyazıt Meydanı’na gider. Cuntacı diğer subaylarla ‘karşılaşır’. Ortam müsaittir. ‘Daha sonra Orhan Erkanlı’yı buldum. Bana dedi ki, ‘Hemen Ankara’ya haber ver; bugün bu işi bitirelim. Durum gayet uygun. Ben öğrencileri önüme katar, İstanbul’da ihtilali yaparım’. O gün Beyazıt Meydanı’nda ‘ihtilal ortamı’nın hazırlanması için cunta faaldir. 27 Mayıs gecesi cuntanın İstanbul’daki son toplantısı da İstanbul Üniversitesi’nde yapılacaktır... ‘Darbe ortamı hazırlamak’ her zaman işin en önemli kısmıdır, asla ihmal edilmez. Bu hazırlığın nereye kadar varabileceğini darbeci binbaşılardan Kamil Karavelioğlu şöyle anlatır: ‘Bir gün Muzaffer Özdağ’la (cuntacı yüzbaşı) Sıkıyönetim Karargâhı’na giderken Muzaffer bana, ‘Acaba Bayar’a karşı bir şey yapabilir miyiz?’ diye sordu. Ben böyle şeyler düşünmüyordum. Belki onun aklından İHTİLAL YAPMAYI ÇABUKLAŞTIRACAK bir şey geçmişti’. Ne kadar tanıdık ‘işler’ değil mi? 27 Mayısçıları yargılayamadık, ama bugün Ergenekon, Balyoz, Erzincan davalarında 27 Mayıs cuntasının takipçileri hesap veriyor. O günlerden tanıdık gelen başka bir şey, darbe sonrası yürütülen ‘psikolojik operasyon’dur. Devleti ele geçiren cuntanın şu ‘resmî’ yalan ve iftirasına bakınız, DP iktidarının sayısız genci katlettiği yolunda: ‘... Cinayetleri yapanların, cesetleri yok etmek için canavarca tedbirlere başvurduğu anlaşılmaktadır... Şehitler gizli yerlere gömüldü, kuyulara atıldı, buzdolabına konuldu. Bir kısmı hayvan yemi yapılan makinelerde toz haline getirildi.’ (3 Haziran, MBK bildirisi) Bu da MBK üyesi İrfan Solmazer’in yalanı: ‘Ben 11 gencin öldürüldüğünü gördüm... İkisinin cesedini bulduk. Diğerlerini çeşitli yerlere gömüp üzerlerinden yol geçirmişler’. Operasyonun en önemli ayağı üniversitedir. Darbenin bir numaralı fetvacısı Prof. S. Sami Onar’ın 28 Mayıs’taki demeci; ‘Çok şehidimiz var. Bunları kıyma makinesinde doğradılar. Mezarlarını bulamıyoruz. Bulabildiklerimizi mezara, bulamadıklarımızı kalbimize gömeceğiz’. Tabii gazeteler de katılır bu iftira ve yalan kampanyasına; Cumhuriyet (29 Mayıs), ‘Öldürülen öğrencilerin mezarları tespit ediliyor’. Dünya (31 Mayıs), ‘DP düşmeseydi dün katliama girişecekti’. Cumhuriyet (2 Haziran), ‘Buzhane ve çukurlarda cesetler bulundu’.
İhsan Dağı, Zaman, 28 Mayıs 2010 |
29.05.2010 |
‘Favori darbe’si olmayanlar
Türkİye toplumu cumhuriyet döneminde ilk kez 27 Mayıs 1960’ta bir askeri darbeyle tanıştı. “Cumhuriyeti biz kurduk” diyen bürokratik vesayetçi anlayış, çok partili siyasi yaşama en fazla 10 yıl dayanabilmişti. Sonra öyle bir darbe yaptı ki hâlâ etkisinden kurtulabilmiş değiliz. Arkası da kesilmedi. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan diyerek hep devam etti. 60 darbesi hepsinin anasıydı. Ülkeye 10 yıl hizmet eden Başbakan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiş, binlerce DP’li de işkencelerden geçirilerek cezaevlerinde tutulmuştu. Sarsıcı, acı ve toplumu kamplaşmaya götüren bir darbeydi. O günleri küçük bir çocuk olarak askeri uçaklardan atılan bildirilerle ve toplanan ziynet eşyalarıyla hayal meyal hatırlıyorum. Bir de radyodan sık duyduğum ve dayımın oğluna adı verilen “Güventürk” soyadını... 70’li yıllara gelindiğinde solu seçen bir genç olarak artık o gün bizim için “Hürriyet ve Anayasa Bayramı”ydı. Üç fidan’ı, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i idam ettiren 12 Mart kötü, Menderesleri idama götüren 1960 iyi askeri darbeydi. Sağcılar rövanş aldığı için biz daha çok 60 darbesine sarılmıştık. En özgürlükçü Anayasa’yı yapan askerler bizim gözümüzde “ilerici ve devrimci” ydi... Solculukla darbeler arasındaki bağ bizi hiç rahatsız etmiyordu. Sonra 1980 askeri darbesi geldi. Herkesi biçip geçti. O zaman anladık ki bütün darbelerin, darbecilerin derdi başkaydı. Şimdi o ilk darbenin üzerinden tam 50 yıl geçti. Yarım asır yani... Dün 50 yıl sonra ilk kez Mendereslerin yargılandığı Yassıada’ya gittim. Boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. Yıllarca, o idamlara nasıl sessiz kaldığımızı, neler kaybettiğimizi düşündüm. Geç kalışımıza, ancak 50 yıl sonra toplum olarak bu noktalara gelişimize üzüldüm
Mahmut Övür, Sabah, 28 Mayıs 2010 |
29.05.2010 |
Galiplerin tarihi
27 MayIs darbesine karşı tutum, toplumun demokrasi bilincinin hangi noktada olduğunu anlamak için en iyi göstergelerden biri oldu hep... Malum, 1963’ten 1982’ye kadar kanlı bir darbenin “bayram” olarak kutlandığı utanç verici bir dönem yaşadık. Ülkede kendisine aydın, ilerici, solcu, sosyalist, sosyal demokrat diyen herkesin darbeyi kayıtsız şartsız alkışladığı bir dönem... Hürriyet ve Anayasa Bayramı adı verilen bu “bayram” her yıl Anayasa Mahkemesi’nde yapılan törenlerle kutlanırdı. Yirmi yıl boyunca Anayasa Mahkemesi üyeliği yapan yüksek yargıçlarımızdan bir tanesi çıkıp da, ‘Anayasa’yı toptan ortadan kaldıran bir darbenin yıldönümünün Anayasa Mahkemesi’nde kutlanması hukukun katlidir ve benim midem bunu kaldırmaz’ diyemedi.(...) Bugün artık gözüne ideolojik perde inmemiş herkes 27 Mayıs Anayasası’nın şu anda acısını çektiğimiz askeri vesayet rejiminin çatısını kuran metin olduğunu biliyor. Bu Anayasa’nın ana fikrinin seçilmişlere güvensizlik, onları kontrol ve kısıtlama çabası olduğu büyük ölçüde anlaşılmış durumda. Darbeyi yapanların, kendileri kışlalarına döndükten sonra da kurdukları yarı askeri rejimi güvence altına almak için bu Anayasa’ya yerleştirdikleri kurumlar ve mekanizmalar artık teşhir olmuş durumda. Ama hâlâ teşhir olmayan bir şey var: Darbeyi yapanların on yıllık DP iktidarı dönemi ile ilgili anlattıkları öcü masalları! Artık kimse 27 Mayıs’ı kolay kolay savunamıyor; artık kimse kolay kolay 27 Mayıs Anayasası’na ilerici Anayasa diyemiyor ama darbecilerin yazdığı tarih hâlâ etkisini sürdürüyor. Bugün hâlâ toplumun büyük çoğunluğu Bayar-Menderes dönemini sadece kıyma makinesi masallarıyla, basına sansürle, vatan cephesi ya da Tahkikat Komisyonu hikâyeleriyle özdeşleştiriyor. Darbeyle yıkılmaları haksızlık olsa bile, Türkiye’yi çok kötü yönettiklerine, ülkeyi adım adım faşizme doğru götürdüklerine inanıyor. Bir başka deyişle bu konuda “galiplerin” yazdıkları tarihe itibar etmeye devam ediyor. O yılların, tek parti faşizminden sonra halkın biraz olsun nefes aldığı ve özgürlük soluduğu yıllar olduğu; Cumhuriyet tarihinde ilk defa bürokratik elitin süngüsünün düştüğü ve halkın adam yerine konduğu bir dönem yaşandığı; sanayileşme ve kalkınma açısından mucizevi başarılar kazanıldığı; dış politikada çok parlak bir dönem yaşandığı; Menderes ve arkadaşlarının Türkiye’ye en fazla hizmeti geçen politikacılar olduğu hâlâ yeterince bilinmiyor.(...) Dolayısıyla darbecilikle mücadelenin önemli bir parçası da darbecilerin yazdıkları tarihin çürütülmesidir. Ben, 27 Mayıs Darbesi’nin 50. yıldönümünde önümüzde duran görevlerden birinin de bu olduğunu düşünüyorum; Demokrat Parti döneminin tarihini yeniden yazmak... Ülkemizin yetiştirdiği bu fedakâr ve vatansever kadronun verdiği hizmetleri geniş kitlelere anlatmak... Bu görev yerine getirilmeden Menderes ve arkadaşlarına olan borcumuzu tam olarak ödemiş olmayacağız.
Gülay Göktürk, Bugün, 28 Mayıs 2010 |
29.05.2010 |