29 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Feth-i Mübîn

İstanbul’un fethi, tarihlerin yazdığı gibi 1453 yılının Nisan ayından başlayıp, 29 Mayıs Salı günü tamamlanmış bir fetih değildir. İstanbul’un fethi, Mekke’nin fethi ile başlayan “Feth-i Mübîn” sürecinin bir devamıdır. Hendek Savaşı esnasında bunun ilk müjdesi verilmiştir.

Medine’yi savunmak üzere Resûlullah’ın (asm) askerleri hendek kazarken, önlerine büyük bir kaya çıkar. En güçlü sahabeler, en büyük balyozlarla bu kayayı kıramazlar. Bunun üzerine Peygamber Efendimize (asm) haber verirler. Karnında bir taş bağlı olduğu halde hendeğe inen Efendimiz (asm), balyozunu ilk vuruşunda büyükçe bir parça kopar. Mübarek yüzünde bir gülümseme belirir. İkinci vuruşta kayanın yarısı parçalanmıştır. Yine gülümserler. Üçüncü vuruşta ise, koca kaya toz olmuştu. Allah Resulü (asm) yine gülümsemiştir. Bu gülümsemelerin hikmetini merak eden sahabeler, etrafını sararlar.

Hz. Câbir’in (r.a) rivayetine göre, Resulullah (asm) bu davranışını şöyle açıklamıştır: “Birinci vuruşta, Kisra’nın (İran) saltanatının yıkıldığını gördüm. İkincisinde, Sana’nın (Yemen), üçüncü vuruşta da Bizans’ın saltanatının yıkıldığını gördüm. Bu saraylar gelecekte Müslümanların eline geçecektir.” Her söylediği hak olan, hak ve hakikat Peygamberinin (asm) müjdesi, kendi ismini taşıyan bir padişah vasıtası ile 850 sene sonra tahakkuk etmiştir.

Beşikteki Fatih

Bir gün Hacı Bayram Veli, müridi Akşemseddin ile beraber Sultan II. Murat’ı ziyarete gider. Padişah, mânevî tasarrufuna çok güvendiği Hacı Bayram’a “Ya Hazret, himmet etseniz de İstanbul’un fethi müyesser olsa” der. Hacı Bayram Hazretleri gülerek, “Sultanım o iş, şu beşikte yatan ile şu eşikte oturana nasip olacak” diye cevap verir. Beşikteki bebek II. Mehmed, eşikteki ise Akşemseddin’dir.

Bu müjdeyi alan II. Murat, oğlu Mehmed’in en iyi şekilde yetişmesi için daha büyük bir gayret gösterir. Onu, hikmetler diyarı Horasan’dan gelen büyük âlim Molla Gürani’ye teslim eder. Daha sonra da Akşemseddin, Mehmed’in eğitimini üstlenir. Onu öyle bir yetiştirirler ki, hem maddî âlemin, hem de mânâ âleminin sultanı olacak ilim ve teknik bilgi ile donatırlar. II. Mehmed’in şahsında din ilimleri ile fen ilimleri birleşir, iki kanatlı bir kuş gibi uçan Fatih, terakkiyâtın semalarında seyran eder.

Genç Fatih

II. Mehmed, devrin her türlü müsbet ilimlerini en üst seviyede ruhuna sindirmiş, hayatına da yansıtmıştı. Altı yabancı dili rahatça konuşabiliyordu. Matematik, mantık, felsefe, mühendislik, fizik, kimya gibi ilim dallarında uzman denecek kadar bilgi ve beceri sahibiydi. Bütün bu bilgi birikimini, İstanbul’un fethi gibi büyük bir ideal için kullanmak istiyordu. Çocuk yaşta, geceleri sabaha kadar uyumaz, yatağının içinde İstanbul’un fetih planlarını çizerdi. 19 yaşında tahta geçtiğinde, bir imparatorluğu idare edecek bilgi, beceri ve iradeye sahip olmuştu. Zaten tahta geçtikten sonra hemen fetih hazırlıklarına başladı.

II. Mehmed, başarının duâ ile elde edileceğini biliyordu. Bir yandan mânâ âlemine dalıp, geceleri huşû ile kalbî ve kavlî duasını yaparken, diğer yandan da ordusunu en yüksek seviyede eğitip donatarak sebepler tahtındaki fiilî duâsını yerine getiriyordu. İlk iş olarak, stratejik bir öneme sahip olan Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Daha önce de Yıldırım Beyazıt tarafından Anadolu Hisarı yaptırılmıştı. Böylece Boğazın iki yakasına İslâm mührü vurulmuş, sıra surların aşılmasına gelmişti.

II. Mehmed’in iki ordusu vardı. Birisi, zamanın en güçlü silâhları ile donatılmış muharip ordu, diğeri de hocalardan, dervişlerden ve şeyhlerden meydana gelen maneviyât ordusu. Onların silâhı da, duâ, zikir ve tesbihattan meydana geliyordu. Muharip ordunun askerleri surları top ve mancınıklarla döverken, maneviyât ordusunun askerleri de duâ kalkanı ile onları koruma altına alıyorlardı.

Duâ kalkanı

Duâ kalkanı, ihlâs ile istimal edildiği zaman, gayrımüslimleri bile koruyordu. Nitekim Bizans’ta irşâd ile iştigal eden ve kendisine büyük sevgi ve saygı duyulan Cibâli Baba adındaki bir Allah dostu “gâvurcuklarım” dediği Bizanslıları korumak için Fatih’in güllelerini tutup denize atıyordu. O yüzden kuşatma uzuyor, İstanbul bir türlü fethedilemiyordu. Kendisi de aynı zamanda bir maneviyât sultanı olan Fatih, durumu fark edince secdeye kapanır, “Ya Rabbi, ya ruhumu burada kabzeyle ya da fethi bana müyesser kıl” diye duâ eder. 28 Mayıs akşamı Cibâli Baba vefat eder. Kader hükmünü Fatih’ten yana vermiştir. O gece Fatih’in Hocası Akşemseddin de çadırında sabaha kadar duâ eder. Seccadesini kaldırıp atar, alnını toprağa koyar, gözyaşlarından ıslanan toprak mübareğin alnını ve yüzünü çamur içinde bırakır. Şafak sökerken müjdeyi alır ve Allah’a şükrederek çadırından çıkar.

Ve Osmanlı sancağı surlarda…

29 Mayıs sabahı başlayan nihaî saldırı ile surlar yıkılmaya, burçlarda Osmanlı leventleri görünmeye başlar. Elinde sancakla burçlara ilk tırmanan Ulubatlı Hasan, üzerine atılan kızgın yağlara ve vücuduna saplanan onlarca oka aldırmadan tırmanmaya devam eder. Çünkü yukarda kendisini bekleyen Allah’ın Resulü (asm) “Gel, gel” demektedir. Hz. Muhammed (asm) çağırır da, hangi imanlı yürek bu yolda geri kalır ki? Ulubatlı Hasan da, yanmış ve delik deşik olan vücuduna aldırmadan ona koşar. Sancağı diker ve şahadet makamına çıkar. Artık surların direnci kırılmıştır. Dört koldan İslâm ordusu Konstantiniyye’ye girmeye başlar. Orası artık Müslümanların bol olduğu “İslambol” haline gelir. Daha sonra da “İstanbul” olarak adlandırılır.

Zübeyir Ağabey’den

önemli bir teşhis

Olayları değerlendirirken son derece müdakkik olmalıyız. Zira, özellikle tarih konusunda bir çok yerli ve yabancı yazar objektif olmak yerine kendi duygu ve düşüncelerine göre bize yanlış ve yalan malûmatlar aktarmaya çalışmışlardır. Olayları ve insanları, mü’min feraseti ile değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim bu ferasete sahip olan gözler ve gönüller, kasıtlı ve haince planları hemen fark ediyorlar. Fatih konusunda, Zübeyir Ağabeyin teşhis ettiği bir hileyi, Necmettin Şahiner şöyle anlatıyor:

“Bir fetih yıldönümünde, İttihad Gazetesinde Fatih’in at üzerinde tasvir edilen büyük bir resmi yayınlanmıştı. Bu, Zübeyir Ağabeyin dikkatini çekmiş. Her zamanki kibar ve mütevazı hâli ile ‘Siz bilirsiniz, mekteplisiniz, Fatih İstanbul’u kaç yaşında fethetti?’ diye bir soru sordu. Bir kardeş, ‘Yirmi bir yaşında’ cevabını verince, ‘Peki şu gazetedeki resim kaç yaşlarında gösteriyor?’ diye tekrar sordu. Sonra da kendi cevap verdi: ‘Bu resimdeki Fatih, yirmi bir yaşında bir delikanlı değil, kırk yaşlarında, olgun, siyah ve gür sakallı bir kumandan olarak gösterilmiş. Gençlerin gözünde genç Fatih’i gizlemek, o yaşta gösterdiği başarıyı gözlerden saklamak için, Fatih hep büyük ve olgun bir insan olarak tasvir ediliyor.’”

İşte bizler de bu ayrıntıları gözden kaçırırsak, Fatih’i de, fetih ruhunu da tam olarak kavrayamayız.

Fatih, İstanbul’u fethetmek mazhariyetine sahip, 21 yaşında genç bir âlimdir. Yüksek zekâsı, çelik iradesiyle tertemiz bir ruha sahiptir. Hürriyetperverdir, hakka ve adalete riayetkârdır.

Duygularını ince ifadelerle aksettiren hisli bir şair; dinî, felsefî meseleleri ihâtaya muktedir genç bir fikir adamıdır.

Henüz 21 yaşında, sadece hükümdarlık ettiği milletin değil, bütün Avrupa milletlerinin de geleceğini alâkadar eden bir kudrete sahip Fatih, fetihten sonra tebrik için huzuruna gelenlere şu mütevazı sözleri söylemişti: “Şühedaya rahmet-i Rahman, gazilere şeref-ü şan, teb’ama fahr-ı şükran lâyıktır.” Ziyaretçiler sorar: “Peki ey şanlı hükümdar, sana, şu âlem içre lâyık gördüğün bir şey yok mudur?”

Bu kemal sahibi kahraman genç hükümdar, kendi şahsına bir pay ayırmamıştır. Misilsiz, asil bir kalp zenginliği, yüksek bir tevazu ile şu sanatlı ve hikmetli sözleri söyler: “Cümle ehl-i âlemin mâmuresini arz etseler / Ehl-i fahrin hissesine mülk-i istiğna düşer.”

Dipnotlar:

1- Sahih-i Buhârî, c. 10, s. 213, Hadis No: 1588.

MEHTAP YILDIRIM YÜKSELTEN

[email protected]

Şanlı Fetih

İstanbul Ayasofya’da sultan

Dillerde zikir, dillerde duâ

Açmış elleri ulemâ, ümerâ

Dillerde zikir, dillerde duâ

Fetih, Fatih’e oldu müyesser

Övülmüş, övgülere değer

“Ne güzel komutan, ne güzel asker”

Dillerde zikir, dillerde duâ

Şanlı bir fetih, büyük bir zafer

Hayali çağları aşan bir dâvâ

Sürmüş Fatih’e dek bu sevda

Dillerde zikir, dillerde duâ

Çağ açılıp çağ kapandı

Edildi Hakk’a şükür Hakk’a duâ

Buldu adalet İstanbul buldu devâ

Dillerde zikir, dillerde duâ

İSA YAKAN

Fatih ve Belde-i Tayyibe

Peygamberimizin (asm) fethedilmesinde hedef gösterdiği bir şehirdir İstanbul. O (asm): “Kostantiniyye elbette fetih olunacaktır. O fethe muvaffak olan emir ne bahtiyar emirdir; onun ordusu da ne bahtiyar bir ordudur”1 buyurarak bir hedef ortaya koymuştur.

Peygamberimizin (asm) “Ne güzel emir” ve “Ne güzel ordu” müjdesine mahzar olabilmek için Hz. Muaviye zamanından beri her kumandan ve devlet başkanının hedefi ve rüyası olmuştur. Hz. Muaviye zamanında ilk İstanbul seferleri başlatılmış ve hicrette Peygamberimizi evinde misafir eden Ebu Eyyüb el-Ensârî (ra) bu kuşatmada şehid olmuştur. Bundan sonra da ondan fazla kuşatma gerçekleştirilmiş, ancak 1453 yılında bu müjde Fatih Sultan Mehmed’e nasip olmuştur.

Yukarıda zikrettiğimiz hadisin dışında başka hadisler de vardır. İbn Mâce’de yer alan bir hadiste de İstanbul’un fethiyle ilgili olarak, Müslümanların maddî ve manevî nimetlere mazhar olacağını Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur: “Tesbih ve tekbir getirerek Kostantiniyye’yi feth edeceksiniz. O zamana kadar elde edemediğiniz ganimet mallarına kavuşacaksınız.”2

İstanbul ilinin İslâm âleminin serhaddi olacağına, bunu gerçekleştireceklerin Allah katındaki makbuliyetine ve İslâm hâkimiyetinin, İstanbul’un fethinden geçtiğine işaretler vardır. Fatih ve fethin Kur’ân-ı Kerim’e bakan yönü vardır. Akşemseddin Hazretleri’nin, fetih yılını Kur’ân-ı Kerim’in Sebe Sûresi 15. âyetten çıkardığı rivâyet olunur. “Andolsun Sebe (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir âyet vardır. (Evleri) sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) Rabb’inizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var).” Akşemseddin Hazretlerinin fetih yılını “Beldetün Tayyibetün” (Güzel bir şehir) sözünden çıkardığı söylenir. Akşemseddin Hazretleri bu âyetin ebced hesabını yapıyor. Hicri 857, miladi 1453’e denk geliyor. “İşte sultanım, âyet burada. Tarih de aynı. Bu sene Konstantiniye (İstanbul) fetih olacak!” İstanbul’un fethinin Fatih Sultan Mehmed’e nasip olması bir tesadüf değil, ancak bir tevafuktur. Çünkü; Fatih, başta Şemseddin Ahmed Molla Güranî ve Mehmed Akşemseddin gibi en kıymetli hocalardan ve bunlar gibi daha bir çok seçkin âlimlerin rahle-i tedrisinden geçirilerek fetih ruhu o zamanlar ruhuna nakşedilmiştir.

Bir gün hocalarından Molla Hüsrev, kendisine, Peygamberimizin (asm) İstanbul’un fethi ile ilgili hadisini okuduktan sonra Genç Mehmed’i derin bir düşünce aldı ve o günden sonra İstanbul’u fethetmenin yollarını armaya başladı.Ve büyük gün geldi çattı. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece hiç kimsenin gözüne uyku girmedi. Tekbirler alınıyor, Allah’a duâlar ediliyordu. Kim kimi görse kucaklıyor ve helallık diliyordu:

”Cennette görüşürüz. Hakkını helâl et.”

Padişah, divanı dağıtmış, düşünceleriyle baş başa kalmıştı. Diz çöktü. Bir süre Kur’ân okudu. Namaz kıldı. Dua etti:

“Allahım! Senin gösterdiğin yolda, gönderdiğin din uğruna savaşan İslâm ordusunu koru, zafere ulaştır. Kostantiniyye’nin fethini göster. Sana sığındık, Sana bağlandık, bizi sevindir, düşmanlarımızı yerindir.”

Çadırın dışından bir ses geldi: “Amin!”

Padişah hızla doğruldu. Nöbetçilere sesin sahbini bulmalarını emretti. Boylu-boslu bir yeniçeri subayını getirdiler.

“Amin diyen sen miydin?”

Yeniçeri subayı gözlerini yerden kaldırmadan cevap verdi:

“Beli Padişahım, benim.”

“Otağ-ı Hümayunun bu kadar yakınında ne işin var?”

“Hacetimi arza geldim Hünkârım.” Padişah, karayağız, pehlivan yapılı genci sevmişti.

“Söyle hele, derdin nedir?” Tek tek konuşmaya başladı:

“Padişahım, yarınki hücumda ön safta bulunmak için yanıyorum. Oysa kumandanım buna izin vermiyor. İlk hücum edenler arasında bulunamayacağım.”

“Derdin bu ha!”

“Sayenizde başkaca derdim yoktur Padişahım.”

“Peki, bir çaresini buluruz.”

Gece bitmek bilmiyordu. Fatih, yalınayak, başı açık secdede idi.

Akşemseddin “Hünkârım,” dedi. “Sabah namazından önce hücum emrini veriniz. Allah’ın izni ve yardımıyla gaziler ordusu, sabah namazını İstanbul’da kılacaktır.”

Padişah bu müjdeyi içine sindire sindire dinledi. Akşemseddin’in şimdiye kadar bütün söyledikleri çıkmıştı. Elbette bu da çıkacaktı. Gece yarısından sonra hücum emrini verdi. Tekbirler, mehterin savaş marşlarına karıştı. “Allah Allah” sesleri topların gümbürtüsünü bastırdı.

Molla Güranî ile Akşemseddin ateş hattında dolaşıyor, askerlere “Ya gazi ya şehid” olmalarını telkin ediyorlardı. Ulubatlı Hasan en öne fırlamıştı. Şâhî topunun açtığı gedikten girip surlara tırmanmaya koyuldu. Oklar vücudunu delik deşik ettiği halde düşmüyordu. Sancağı dikti ve son nefesini verirken şunları söylüyordu: “Allah’ım, bu sancağı buradan indirtme.”

Sultan Mehmed, sancağını burçlarda görünce ellerini semaya açtı: “Aciz, fakir kulun Mehmed’e bu günleri gösterdiğin için Sana şükürler olsun Rabbim” diyordu.

Şanlı ordu, Peygamber Efendimizin (asm) övgüsüne lâyık ordu, Sultan Mehmed’in ardından şehre girdi. Elveda Bizans, merhaba İstanbul diyordu.

Dipnotlar:

1- Müsned, c. 4, s. 335.

2- İbn Mece, Fiten, c. s. 35.

HALİL ELİTOK

Emekli Müftü [email protected]

Fetih ve Fatih

“Muhammed” Sûresini okuyordu Sultan Murad Han.

Haber geldi, dediler ki; “Bir oğlun oldu ey Sultan!“

Kaldırdı elini göklere, duâ etti Rabbine.

Salâvat getirdi sevinerek, hem de Habibine.

“Ya Rab!” dedi. “Okuyorken Muhammed Sûresini,

Haber geldi oğlumdan, işittim onun sesini.

Hamdolsun Sana. Ben de ‘Muhammed’ koydum ismini.

Ayırmasın O, İslâma feda etsin cismini.

“Ey Allah’ım! Bundan sonra Fetih Sûresi geliyor.

Nasib et ona…. Bütün Müslümanlar bunu diliyor! “

Diyordu adeta o, lisan-ı haliyle bunları.

Koşturdu fetih peşinde, bu yolda çok Sultanları.

Büyüdü Şehzade Mehmed, geldi ondört yaşına.

Bıraktı babası, devlet idaresini ona.

Fırsatı ganimet bilen düşman sevindi buna.

Hücum etti devlete, hem saldırdı ordusuna.

“Baba!” dedi. Sultan Mehmed. “Durum tehlikededir gel!

Terk etme devleti, küffar vatana atıyorken el!“

“Oğul!“ dedi, koca Murad. “Bundan sonra Sultan sensin!

Gayret et biraz, sen küffara kolay vatan vermezsin!“

“Madem” dedi, “Sultan benim, emrediyorum sana!

Çabuk gel! Girmeden hain düşman aziz vatana.”

Koştu Murad Han, geldi tekrar devletin başına.

Şaşırdı küffar! Hiç akıl erdiremedi buna.

“İstanbul fetholunacak!“ demişti, Yüce Peygamber.

“Ne güzel ordu onu fetheden, hem ne iyi asker!”

Bunu duyan her Sultan, girişti erişilmez Fethe.

Kimseye nasib olmadı, o dünyada eşsiz belde.

Cenâb-ı Hak, büyük fethi Mehmed’e nasib etti.

O, üstün zekâsıyla, bütün ordulara yetti.

Eşsiz bir şey! Gemilerini karadan yürüttü.

Acâibtir! Hem de atını denizde yüzdürttü.

Bir Mayıs sabahı indi Haliç’e, koca orduyla.

Yıkıldı Konstantinopolis! Güvendiği suruyla.

Karşı koyamadı Bizans, o koca iman seline.

Fetholdu, hamdolsun! Boğuldu, mehter ve top sesine…

Giriyordu şehre Fatih, beyaz atın üstünde.

İman-ilim birleşmişti onun metin göğsünde.

Şimdi âlem şahid olsun, gelsin bunu görsün de,

Gencecik yaşta bir Fatih, bulunmaz böyle günde.

“Fatih!” ünvanına lâyık oldu, Sultan Muhammed Han.

Şükretti. Her zaman hakkı istedi yüce Allah’tan.

“Konstantinopolis” ismini sildi, ”İslambol” yaptı.

“Serbest her insan!“ dedi. Herkes istediğine taptı.

Bir kilise vardı kocaman, ismi “Ayasofya”.

Cami yaptı orayı. Ne de olsa Fatih’ti ya.

Tarihler yazdı bu büyük Fethi, çizdi coğrafya.

Bir çağ değiştirdi. Hem bağlandı, Avrupa-Asya.

“Ya Rab!“ dedi Fatih. ”Sana mabed yaptım burasını,

Benden sonra gelen kim kaparsa, bulsun belâsını!”

Böyle dedin Fatih, bak şimdi Ayasofya ne halde?

Zincirini kıracak bir el arıyor. Söyle, o nerde?

Ne acaib bir iş, gülüyor âlem-i Nasara.

Onlar mesrur. Bizim kalbimizde açıldı yara.

Ayasofya! Sana vurdular zincir, düştün dara.

Fakat, biter bu dert. Günlerin kalmaz kara.

Açılacaksın artık! Kırılacak o hain eller.

Matemin bitecek! Bir gün üstünde ezanlar inler.

Yakındır küfrün sonu. Bitecek senin hazin çilen.

Yayılıyor nur-u İslâm! Nesl-i âtîdir bu gelen.

OSMAN ZENGİN

Fetih Kasidesi

Müjde-i Peygambere mazhar olan komutan,

Şanlı askeri gibi kendisi de kutlu han.

Uzun bir zaman geçti, ta ilk muhasaradan,

Eyyüp Sultanı andık; o saadet asrından.

İslâmın tealisi, o fethe idealdi,

Uğruna başkonulan, vatan ve istiklâldi.

Bu azm ile kuruldu, Otağ-ı Hümayun’u,

Ehl-i salip gazada, tattı müthiş bozgunu.

Sultan’ı izlediler, beyaz atın üstünde.

Muhasara başladı, böyle mübarek günde.

Orduyu tanzim etti, o gün saf saf ve kol kol,

Elli üç gün sürecek, bu çetin dehşetli yol.

Velâyetle meharet, mezcederken madeni,

Şükranla yâdetmiştik, Mimar Muslih-ed din’i.

O büyük ustaların, döktüğü toplar bugün,

Hayretle takdirinde, Ehl-i san'at’ın bütün.

Nisan’ın altısında, büyük toplar gürledi,

İzn-i İlâhî ile, bir devri mühürledi.

İslâm Ordugâhı’nda, kabarırken dalgalar,

Sur üstünde şahiler, korku ve dehşet salar.

Bir yanda mancınıklar, taşları savuruyor,

Tirendaz oklarıyla, yürekler kavruluyor.

Savrulan güllerle, açılırken rahneler,

Kale bedenlerinde, dehşet-engiz sahneler.

Gemiler yokuşlardan Kasımpaşa’ya döndü,

Düşman salında kalan, zayıf ümitler söndü.

Kırıldı azmi gibi, küfrün uzun zinciri,

Askeri teşcî eder, pek çok Ehl-i Hak Piri,

Sultanın civarında, en aziz hadim-i din,

Gürani, Şeyh Sinan ve o yüce Akşemseddin.

Harp fenninde şahika, o müthiş muhasara

Gemiler dağdan iner, sancak çıkar hisara.

Hünkâr’a şevk bahşeden, o günki manevî haz.

Bir saffet-i kalb ile, el açıp etti niyaz.

Birbiri arkasından taarruza başlandı,

O muhteşem azimden, Bizans çok telâşlandı.

Topyekûn bir gayretle, ordumuz tahkim oldu

Ordugâhta her yana, tekbir sesleri doldu.

Yıldırmadı engeller, o pek metin azmini,

Gayreti şanlı ecdad, hıfzetti yüce dini.

Yirmi dokuz Mayıs’ta, o ne müthiş heyecan,

Surlarda gediklerden, girerken binlerce can.

Ulubatlı Hasan’lar, bir destan dokudular,

Sûre-i Feth’i o gün, gür sesle okudular.

Sekiz asırlık hasret, nihayet erdi sona,

Belde-i Tayyibe’nin fethi müyesser ona.

Açıldı kapıları, o mübarek salı gün,

Fetholdu son bakiye, o gün Bizans’ta küfrün.

Sultan bu hadisede, başka neler fethetti?

Sade bir devlet değil, kalpleri teshir etti.

İslâmın teâlisi, böyle asırlar sürdü,

Avrupa yüce dinin, azametini gördü.

En büyük dâvâ için kan revan eyleyenler,

Kelime-i Tevhidi, her nefes söyleyenler.

Ey isimsiz şüheda, ey bahadır gaziler,

Hayırlı ahfadınız, bugün şefaat diler.

Bu kudsî mefkûrenin, arslan neferlerine,

Fatihalar gönderdik, kadim şehitlerine.

Fetihte İstanbul’un güzide tehavvülü,

Ayasofya bu fethin en nadide sembolü.

Küfrün asırlar süren savleti de yıkıldı,

İlk Cuma namazını, Hünkâr burada kıldı

Şanlı İstanbul gibi müşerref İslâm ile

Yüzyıllardır buradan geldi Neşr-i Hak dile.

Bu fetihle insanlar, pek çok vicdanlarda hür,

Bizlere yüce fethi, lütfeden Hak’ka şükür.

Yarım asırlık ömre, sıkışan pek çok zafer,

Bizlere bıraktığın, en parlak mefhareler.

İstanbul surlarında bir azmin satveti var,

Bir çağ kapatan Sultan, yepyeni bir çağ açar.

Sana beş asır sonra, minnet dolu şu vatan

Fetih asrının şemsi, Fatih Sultan Mehmed Han.

Dr. HİKMET ERBIYIK

SULTAN FATİH’İN KİŞİLİĞİ

Ömürler de kitaplar gibidir, onları da değerli yapan, nelerle dolu olduğudur. Kısa ömrü, idarî, siyasî ve askerî başarılarla dopdolu olduğu için, Fatih Sultan Mehmet, büyük bir insan, büyük bir komutan ve büyük bir padişah olmuştur.

Fatih daha çocukluğunda babasından “aklın gücünün kılıçtan daha üstün olduğunun” dersini almıştı. Hocalarından ise o zamanın bütün dinî ve fennî bilgilerini öğrenmiş; daha gençlik çağlarında ders aldığı bazı hocalarını bile geride bırakan bir “âlim” olmuştu.

Büyük Sultan, bütün insanları, bütün dünyayı kucaklayan bir ideale sahipti. Gayreti de, arzusu da, fikirleri de şahikalardaydı.

Deha imkânsız zannedilende mümkünü görebilmek değil mi; onun ömrü de nice imkânsız görünende mümkünleri görmekle geçti. Bütün bu başarıları rasgele değildi elbette. O, o kadar çalışıp didiniyordu ki, dinlenmeye vakit ayırmıyordu; yeri geliyor bir ırgat gibi taş taşıyor, yeri geliyor seferde dağlara taşlara kan ter içinde yaya olarak tırmanıyor, yeri geliyor uyku bile uyumuyordu. Onun büyük bir amacı vardı: “mücahid-i fîsebîlillah” olmak. Yani Allah yolunda gayret eden, Allah’ın dini için çalışan, hayırların hâkim olup, şerlerin giderilmesi için uğraşan bir insan olmak.

Fatih’i yetiştiren gelenek, hükmetmeyle beraber sevmeyi, şefkati ve hoşgörüyü de öğretmişti ona. Aslında İstanbul’u bile kan dökmeden almak istemişti. Belki de Âlemlerin Efendisinin (asm) Mekke’yi kan dökmeden almasından ilhamla, İstanbul için böyle bir fetih arzuluyordu.

Dalkavukluğa, riyaya, yapmacık hareketlere beş para kıymet vermezdi. Tek aradığı samimiyet ve hakperestlikti. Övgü dolu nice dizelerin arasından, sade ve basit ifadelerle samimî dilekler taşıyan bir çobanı ödüllendirmişti. Gerekçesi ise, onun “samimî” olmasıydı..

Fatih, bir idareci olarak, kabiliyetli insanları değerlendirmeyi de bildi. Onun yanında kim olursa olsun, müslim-gayrimüslim, tanınmış-tanınmamış.. yetenekli olduğu takdirde lâyık olduğu yere getirilirdi. Hizmet etmek isteyene kapıları ardına kadar açıyordu. Osmanlı tarihinin şanlı isimlerinden birisi olan Gedik Ahmet Paşa buna ne güzel örnektir: tebdil-i kıyafetle halkın arasına çıkan Fatih, onu keşfettiğinde o basit bir aşçı olarak yaşıyordu.

Azınlıklara adalet ve müsamaha ile davrandı, asla zulmetmedi. Dinlerini istedikleri şekilde yaşamalarına izin verdi. Fetih sonrası uygulamalarıyla insan hakları, özgürlükler, fikir ve düşünce hürriyetinin ne demek olduğunu Avrupa’ya ve dünyaya gösterdi. Rönesans’ı ilham ederek, ortaçağın karanlıklarından sıyrılabilmelerinin yolunu açtı. Böyle bir fatih Avrupa’dan çıksaydı ve böyle başarıları olsaydı, onlar şüphesiz ki, onu koyacak yer bulamazlardı..

Fatih, sergilediği adalet, hoşgörü, çalışkanlık, ilim aşkı, şefkat, alçakgönüllülük, tevekkül ve kanaatle, İslâmiyet’in ve Müslümanların yüz akı oldu. Çünkü İslâm terbiyesiyle yetişmiş ve kendisine örnek olarak Peygamber Efendimizi (asm) almıştı. Hayatıyla, imanın bir insanı nasıl yücelttiğinin güzel bir örneğini gösterdi. İşte iman insanı böyle insan eder; sultan etti mi, Fatih gibi sultan eder.

SUAT ÜNSAL

KELİME SÖRF

Tahallüs: Arapça “hulûs”tan. 1. Halâs olma, kurtulma. 2. Edebiyattaki yeri: Şiirde mahlas kullanma. Hüsn-ü tahallüs: Mahlasın yalnız lâfzını

değil, mânâsını da murad etme. Meselâ, Bâkî’nin “Minnet Hudaya devleti dünya fena bulur Bakî kalur sahife-i filemde adumuz” beytindeki “Bâki” kelimesinin kullanılışı gibi.

Ferit Devellioğlu, Osmanlıca – Türkçe

Resûlullah (asm) buyuruYOr kİ:

Kim sabah akşam, “Ben Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a ve peygamber olarak Muhammed’e (asm) razı oldum” derse, Yüce Allah kıyamet günü muhakkak ondan razı olur ve onu rıza yurdu cennetine kor.

İbn-i Mace, Dua, 14

MUSÎBETLER

Peygamberler de dertlere, musîbetlere sabrettiler de o yüzden başlarını yücelttiler. Fakat yiğidim, hazırlan, bekle de gelince seni evde bulsun. Yoksa ‘Eve geldim, kimsecikler yoktu’ diye getirdiği elbiseyi geri götürür ha…

Mesnevî’den seçmeler, 143

ÇEŞİT ÇEŞİT İNSANLAR

Kötümser

“İyi günler” der ve ekler: “Muhtemelen”

Dalgınlar

Her sabah aynanın karşısında durur, düşünür: “Ben bu adamı nereden tanıyorum?”

Cimriler

Elbiselerinin en az eskiyen kısımları cepleridir.

Gevezeler

Gevezenin biri dört takma diş eskitmiş. Bunu duyan, “Be, o dile diş mi dayanır?” demiş.

Güvenilmezler

Cam sileceğinden daha çabuk taraf değiştirirler.

Hastalık hastaları

Eğer gripseniz sizinle telefonda bile konuşmaz.

Kaybedenler

Bazı insanlar vardır; her probleme bir çözüm bulurlar. Onlar, her çözüme bir problem bulurlar.

Megalomanlar

Ne zaman aynada kendini görse, saygıyla selâm verirler.

Tembeller

Tembellikten kurtulmanın yolları adlı bir kitap almış, okutacak birisini arıyor.

Yalancılar

“İyi günler” derse de inanmayın; emin olmak için meteorolojiyi arayın.

ALLAH KULUNDAN NE ZAMAN RAZI OLUR?

Hz. Musa (as), “İlâhî, bana öyle bir amel göster ki, onu yapınca sen benden razı olasın” diye dua etti. Allah-u Teâlâ, “Sen buna güç yetiremezsin” buyurdu. O zaman, Hz. Musa (as) secdeye kapanıp yalvardı. Allah-u Teâlâ kendisine şöyle vayhetti: “Ey Ümran’ın oğlu, şüphesiz benim rızam, senin Benim takdirime razı olmandadır.”

Kuşeyrî Risâlesi, 394

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

Adım atmadan şikâyetçi olmak, acizliktir

Şevk telefonları… Şevk mektupları… Şevk e-mailleri... Şevk mesajları… Şevk görüşmeleri… Şevk duaları…

Şöyle peşpeşe sıralayınca ne kadar çok birbirimize ulaşma vasıtası olduğu anlaşılıyor. Ama bir o kadar da lâzım olan, birbirimize ulaşma ihtiyacımızı hissetmemizdir.

Herkes şevke ihtiyaç duyuyor, ama herkes de bunu birilerinden bekliyor. Şevk vermesi gerekenlerin, şevk beklentisi içerisinde olması düşündürücüdür. Oysa herkes olmasını istediklerini kendisi başlatsa, olmasını istedikleri dalga dalga olacak. Ama kendisinde başlamayan bir hareketi istemek, ataletten başka bir şey olmuyor. Yani bir şeyin faydalı olduğunu biliyorsun, neden gerektiğini biliyorsun, nasıl yapılması gerektiğini biliyorsun, yapılırsa nelerin olacağını, yapılmazsa nelerin olmayacağını biliyor ve bütün bunlara rağmen yapmıyorsan işte bu atalet (eylemsizlik) halidir. Durum iman ve Kur’ân hizmeti için de geçerlidir.

Bazen bir telefon, bazen bir mektup, bazen bir e-mail, bazen bir cep telefonu mesajı, bazen de bir iki kelâmlık bir görüşme, ya da en güçlülerinden birisi de, gıyabında kardeşimize bir duâ, çok şeyler ifade ediyor.

Zaten hayat dalgası böyle oluşuyor.

Bu heyecanımı, son zamanlardaki faaliyetimiz beraberinde getirdi. ‘Hizmet, içinde şevk, sevgi, muhabbet, mutluluk taşır’ hakikatini bir kez daha idrak ettim. Pek çok şehrimizden kardeşler, ağabeyler birer ‘özel yakın’lık içerisinde sıcak mesajlarını paylaştılar. Doğrusu insan böyle bir telefon, mesaj trafiği içerisinde kendini bir kez daha toparlıyor ve kendine geliyor. Yani yaptığı işin sorumluluğunu, ciddiyetini bir kez daha hissediyor ve birilerinin oralarda sizi izliyor olduğunu, gönülden bir şeyler söylüyor olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.

Duâların olmadığı, anne-baba rızalarının bulunmadığı, içinde yaşıyor olduğumuzu her an hissettiğimiz inanç atmosferimizin bulunmadığı bir dünyada yaşamak, haliyle yetimâne duyguları içinde taşıyacaktır. O duygular da insanı her şeyden korkmaya itecektir. Korkan insan da gerçek anlamda mutlu ve pozitif olamayacaktır. Oysa imanı sağlam olan bir insan için, yetimlik diye bir durum, yani sahipsizlik diye bir sonuç söz konusu olamaz. Böyle bir insan da hayatta Yaratıcıdan başka hiçbir kimseden, hiçbir hadiseden korkmayacaktır. Şahsiyetli bir abd olacaktır.

Her şeyin Sahibine dayanmak, her şeyi Bilene güvenmek ve her şeye Güce yetenden yardım istemek, insanı daha da mutlu kılıyor, daha da olumlu, daha da pozitif kılıyor. Yani insanı Yaratıcısına dayanmaktan daha mutlu edecek, daha huzurlu, daha pozitif edecek ne olabilir? Çünkü O isterse diğerlerinin de rızasını sağlayabilir.

Hakkımızda oluşmuş güzel düşünceler, hüsn-ü zanlar, kazandığımız duâlar, aldığımız rızalar; bilmediğiniz halde, görmediğiniz halde, duymadığınız halde moralinizi düzeltiyor, gününüze, zamanınıza anlam katıyor. Onun için ‘İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydası olandır’ hakikati böylece tecelli ediyor. Çünkü böyle bir insan pozitif enerjinin merkezi haline gelecektir. Dua kazanan, rıza kazanan, tebessüm kazanan olumlu enerji kazanmış demektir.

Siz, duası olmayan, rıza kazanmamış, sevgi almamış bir insanın pozitif, olumlu, müsbet, ümitli olacağını söyleyebilir misiniz?

Enerji nakil vasıtalarını pozitif enerji aktarımı için kullanmalı insan. Ama çoğu kez o kadar imkânlar, yatırımlar, masraflar ve elde edilen teknolojik vasıtalar ‘bir hiç uğruna’ heder ediliyor. Hatta negatif enerji aktarımı için kullanılıyor. Böyle olunca da, ciddî masraflar yaparak elde ettiği imkânlar, insanın kendi hayatını boğuyor. Milyarlar vererek satın aldığı cep telefonu ona hayatına son verdirecek cümleleri ya da birilerini hayattan koparacak cümleleri taşıma vasıtası oluyor.

Onun için teknolojik araçlar kullanma amacına göre anlam kazanıyor.

Pozitif Pencere-Elif vesilesiyle ne çok mesajlar, mailler, telefonlar, dualar ve nitelikli görüşmeler oldu. Şükürler olsun. Hakikaten şevk mesajlarını, şevk maillerini ve şevk telefonlarını özlemişiz. Hatta bazen bir selâm, bazen bir tebessüm, bazen bir cümlecik içinde gerçekten çok ciddî pozitif enerjiler saklıyor. O zaman şevk kıran değil, şevk veren olmalı insan.

Güzel niyetli davranışların, kendisi küçük olsa da etkisi büyük oluyor.

Düşünce kirliliği veya aynamızdaki bozulma, güzellikleri, pozitiflikleri epey görünmez hâle getirmiş. Kirleri, pasları çözen güçlü temizleyicilere, antivirüslere, moral bozuculara karşı moral vericiler, virüs yayıcılara karşı antivirüs üreticiler, kirli düşünce taşıyanlara karşı güzel görme ve güzel düşünce programcılarına olan ihtiyaç had safhada.

Güzel olan şu ki, bu kaynaklar da, bu programcılar da, kirleticilere karşı temizleyiciler, bu yıkıcılara karşı olan yapıcılar da şükür ki, yeterince var.

Gerçi bazen moral bozucular çok yakınlarımıza kadar ilerlemiş olabilirler. Bunlara karşı hemen bir operasyon başlatmak gerekiyor. Hatta oluşturduğumuz dirence karşı, bozucuların şaşkına uğraması ve bir daha o haliyle semtimize uğramaması icap eder. Yani, yıkıma kolay kolay müsaade etmemek gerekiyor. Çünkü yapmak, yıkmak kadar kolay değil.

Yapımda yer almayan, görev almayan, sorumluluk almayan kimsenin, yıkım konusundaki bütün düşüncelerine kapalı olmak aklın gereğidir. Çünkü çoğu zaman da yıkım, yapım görüntüleri altında gerçekleştiriliyor. ‘Benim aslında niyetim…’, ‘Ben aslında çok iyi niyetle...’ diye başlayan bütün cümleler, beraberinde emin olun ki, ciddî bir yıkım faaliyeti taşımaktadır. Suret-i haktan adımlar, günümüzün en sinsi hastalığı olarak karşımızda durmaktadır.

Onun için kiminle görüşüyoruz, kiminle konuşuyoruz, kiminle irtibat halindeyiz, kime gidip geliyoruz, kimi okuyoruz, kimi dinliyoruz bunların hepsi günlük hayatımızda hemen karşılığı olan hususlardır.

İnsan, etkilenen bir varlıktır. Ama etkilenme alanlarına da kendisi yanaşmaktadır. Şehir merkezlerindeki trafo binalarında insanın maddi dünyası için hayatî tehlike olduğu ikazları yer almaktadır. ‘Dikkat, tehlikelidir!’ ikazı, insanları bu merkeze karşı daha dikkatli olmaya itiyor. Peki şehir merkezlerindeki manevî yıkım merkezleri nasıl takdim ediliyor. Tabelâlarda buralar nasıl tanımlanıyor? İşte burada çok ciddî boşluklar kendini göstermektedir.

Şehrimizdeki bir caddedeyiz. Çocuklarımla birlikte alış veriş amaçlı gezintiler yapıyoruz. Bir iç çamaşırı satıcısı esnaf, caddenin kalbine hançer saplar gibi, bir kadın fotoğrafını dükkânının üstüne asmış. Ben de bu şehrin, bu caddenin bir insanı ve bir alış veriş yapma hakkını kullanmak isteyen bir vatandaşı olarak, çocuklarımla bu caddede hiçbir maddî ve manevî rahatsızlığa muhatap olmadan gezebilecek bir kişi olarak, bu görüntü kirliliği hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak üzere, içeri girdim. Kendimi tanıttım. Şikâyetimi ilettim. İşletmeci kadın (Hanımefendi diyemeyeceğim), önce bir savunma yaptı. Sonrasında da, problemin sebebinin firmanın merkezi olduğunu iletti. Bizden başka kimselerin de benzer şikâyetleri olduğunu ifade etti. Ben de konuyu verdiği firmanın internet adresine, belediyeye, valiliğe dilekçe şeklinde taşıyacağımı belirttim. Anlayışla karşıladı. İşlemleri yaptım. Aradan belli bir zaman geçmişti ki, bu tahripkâr afiş kaldırılmış.

Gençler! Kendi, aile ve toplum hayatımızdaki pek çok problemlerin ortadan kaldırılmasında emin olun ki size çok büyük sorumluluklar düşüyor. Çünkü hakkını, hukukunu bilen, ahlâklı, edepli, sevgi dolu, şefkat dolu gençler yarın için çok ciddî bir güvence demektir. Yıkmadan, dökmeden, kırmadan, incitmeden ama suhûletle atmamız gereken adımları atmalıyız. Bu adımlar gençlerden gelirse, ülke için bu bir güvencedir. Değerlerini, şevk kaynaklarını, güven unsurlarını gençlere aktaramayan devlet, toplum, aile güven içerisinde olamaz. Durum, düşünceler için de geçerlidir.

Onun için ne yapıp etmeli ve bize düşen sorumluluklarımızı, şehrimiz insanları, ailemiz, genç ve çocuklarımızın hukuklarını düşünerek yerine getirmek durumundayız. Yoksa sadece şikâyetçi olmak acizlik göstergesidir.

Şevk, hayatımızdaki verimliliği, kaliteyi ve niteliği arttıran güçlü bir enerji kaynağıdır. Onun da imandan, ihlâstan beslenmesi etki derecesini arttıracaktır.

Öyle şevkimizi de ufak tefek rüzgârlara, gürültülere, sataşmalara, inceden inceden göndermelere ya da maksatlı kırma hareketlerine, küsme ve küstürme ataklarına bırakıvermemek gerekiyor.

Bediüzzaman Hazretleri, Münâzarât isimli eserinde, kâinatın işleyişi bozulsa, yani İlâhî kanunlar değişse bile neden iman ehlinin şevkinin kırılmaması gerektiğini şöyle özetler: “Evet, evet.. neam, neam. Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağâmatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.”

SEBAHATTİN YAŞAR [email protected]

İstanbul’un fethinde mehter

İstanbul’un fethi, bir Peygamber müjdesi. Uğruna canların yel, kanların sel olduğu bu fâtihan toprağı, gönül yakan bir sevgili İstanbul.

Hz. Peygamberimizin (asm): “Konstantiniye elbet fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, O’nun ordusu ne güzel ordudur” 1 hadis-i şerifine mazhar olabilmek, o müjdeyle şereflenmek gayesiyle ne çok gayret sarf edildi; ne çok şehit verildi.

Osmanlı diyarı arasında nazik bir sevgilinin yanağındaki ben misaliydi İstanbul. Onun ne çok sevdalısı vardı, onu, nice İslâm ordusu kuşattı, nice ordular kuşatıldı orada. Bir türlü alınamadı.

İstanbul’dan mahrum kalan yiğitler, hasenâttan mahrum kalmaz İnşaallah.

Asırlar böyle geçti, tâ gelindi o güne…

Cenâb-ı Hak Mehmed’i bu görevle tavzif etmiş demek ki. Bir tarafa İstanbul’u, diğer tarafa hayatını koyarak; “Ya alırım, ya ölürüm” dedirtti. Yirmi bir yıl, yüreği, İstanbul için çarptı; rüyasını süsleyen, yapılacak o harpti.

Tüfeğiyle topuyla, askeriyle atıyla canlar yola döküldü. Birçok usul, birçok metot, birçok keşif kullanıldı o günde. Bunların çok seslisi mehterandı elbette. Silâh kadar, kalkan kadar, top kadar tesir etti savaşta.

Mehteranın milâdı, 1289; Osmanlı Devletinin kurulduğu mutlu gün. O gün bu gün mehteran savaşların sembolüdür, gülüdür. Ecdat onu yanından, yedeğinden ayırmadı hiçbir gün.

Evliya Çelebi, bunu şöyle anlatıyor: “Mehterhane harp meydanlarında gece karanlığında bile, ordugâhı muhafaza eden erlerin (nöbetçilerin) uyumaması için devamlı çalar ve çalanlar ‘Yektir Allah’ diye bağırırlardı. Harp esnasında ise padişahın veya seraskerin yani ordu komutanının yanında durup, askerlerin cesaretini arttırmak ve düşmanı korkuya düşürmek için çalarlardı”.2

Mehmed’i “Fâtih” yapan İstanbul’un fethinde pek çok taktik hesapları yapıldı. Bunlardan biri olan ve İstanbul’un kuşatılış safhasında yaşanan orijinal bir bölümü Bizans tarihçisi Kritovulos, şöyle anlatıyor:

“Herkes bağlı bulunduğu alaya katılarak gün gün eksiklerini tamamlar ve savaşın eşiğinde bu konuyu konuşurlardı. Padişah ise, akşama yakın tam ikindi vaktinde, yani güneş Osmanlı askerlerinin arka tarafına, düşmanlarının ise gözlerine geldiği anda ilk evvel boruların savaş havası çalmasını ve diğer âlâtın, yani zurna ve nakkarelerin tizden, ince perdeden çalmalarını emreylerdi. Bütün alayların mızıkaları hep birden savaş havası çalmaya başlardı ki şiddetinden yer yerinden yarılacak, gök çatlayacak zannolunurdu.”3

Bu kuşatma, taktik harbiydi sanki.

Kuşatmanın en şiddetli, en can alıcı safhasında meşhur “Şahi Top”un dövdüğü surlardan toz bulutları yükselirken, Okmeydanı’na toplanmış ulemâ kafilesi dua etmeye, hep bir ağızdan Tekbir getirmeye başladılar, coştular; İstanbul semasında melekler uçuştular. Bunun yanı sıra yüzlerce davul ve zurnanın sesinden gök inliyor, yer titriyordu âdeta.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul surları önüne geldiği zaman 300 kişilik Mehter Takımında 100 davul, 70 zurna durmadan cenk havası çalarak yiğitlerin hamâset duygularını coşturuyordu. Bir tarafta “Allahü ekber Allahü ekber” sedâları yeri göğü inletirken, diğer tarafta da, dehşetli sesler çıkaran Sultan kösleri yedi tepede birden vuruyordu, durmadan.

Evliyânın, ulemânın, şühedânın manevî desteği ile san'at, marifet, silâh ve harp taktiği gibi maddî tedbirler bir araya gelince Peygamber Efendimizin (asm) müjdesi gerçekleşti.

Ve… Fetih müyesser oldu.

Takvim: 29 Mayıs 1453; günlerden Salı. O gün dünya sarsıldı; neticeden dostlar memnun, düşmanlar mahzun, perişan. On beş asır hüküm süren İmparatorluk son buldu, Saâdet’li Asırdaki mu'cize ma’kes buldu; İstanbul’un ufkunda, İslâm güneşi doğdu.

Fatih Sultan Mehmed, muhteşem zafer alayının ortasında maneviyat büyüklerinin; mihmandâr-ı nebevî Ebû Eyyub el-Ensarî’nin (ra) himmet kanatları arasında İstanbul’a girerken, gözleri, yıkılmış surları şöyle yakından gördü; mahmuzunu dokundu, beyaz atı yürüdü. Maiyet ve yeniçeri bölüklerinin yanı sıra mehteran da yine oradaydı, bu muhteşem günü tebrik makamında cenk havası çalıyordu, coşkuyla…

Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni

şiddetle daha

Şanlı nâmıyla “Büyük Top” denen

ejderha.

Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz gece,

Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Haliç’e;

Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak,

Üsküdar, gözleri dolmuş, tepeden

bakarak,

Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu;

Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu.4

Dipnotlar:

1- Ahmed b. Hambel, Müsned, 4: 335.

2- Ali Rıza Aydın, Ecdattan Bugüne Mehter, s.37.

3- A.g.e., s.25.

4- Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, s. 28.

ALİ RIZA AYDIN [email protected]

Evlâda lâyık anne ve baba olabilmek

Evlâtlara hep anne ve babalarına lâyık olmaları önerilir. Peki hiç evlâda lâyık anne babalık halleri de olmaz mı? Olur, ama bu biraz sabır gerektiren şerefli bir uğraştır. Bu şerefe nâil olmanın şartı lâyıkıyla sabretmektir. Şeref dedik ya, nedir bu şeref? Haydi! Biraz, Resûlullahla (asm) manen sohbet ederek bu şerefe nâil olabilmenin yollarını öğrenelim.

Evet, biz mü’minler biliyoruz ki; Hz. Muhammed (asm) her daim bize hadisleriyle tebessüm edip her derdimize, her sorumuza cevaplar veriyor. Gül kokulu, yürek serinleten, aklı rahatlatan ruhu dinginleştiren tarzda. Evet, onun tarzı bu. Çünkü, O'nun (asm) tek derdi ümmetiyle beraber sonsuza dek Cennette olabilmek, Cemâlullâhı seyredebilmek. Bundan dolayıdır ki, kavvi leyyin her daim dilinin süsü…

Evlâda lâyık anne baba olma şerefine nail olanlar; küçük yaşta çocuklarını vatan-ı asli’ye gönderen, Rabbimizin Halil’i, İbrahim (as) ve eşi Sare’ye ciğerparelerini emanet ettiklerinin bilincinde olanlardır. Bu durumu Resulullah şu şekilde izah ediyor:

“Mü’minlerin ölen çocukları Cennette bir dağdadır. Kıyamet günü babalarına teslim edilinceye kadar bakımlarını Hz. İbrahim ve hanımı Sare üzerine alır. Evet, evlâdını kaybeden anne ve baba için Cennette Hz. İbrahim ve eşi Sare ile sohbet edebilmek, onlara teşekkür edebilme şerefine nail olmak, Allah’ın Halil’inin evlâdıyla ilgilendiğini bilmek insanı hem rahatlatıyor, hem de sevindiriyor. Sevinçlidir o anne ve babalar ki evlâtları vesilesiyle Hz. İbrahim ve eşi Sare ile Cennette sohbet edebilmek için güzeller güzeli bahaneleri var.”

Ki ciğerparelerini emanet ettikleri anlarda ciğerlerine kor ateş düşer, ama onlar ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’ der demez onlara nasıl bir mükâfat hazırlandığını Resulullah bize şu şekilde bildiriyor:

“Kulun çocuğu öldüğünde, Allah meleklerine ‘Kulumun evlâdının ruhunu aldınız mı?’ diye sorar. Onlar, ‘Evet’ derler. Allah, ‘Onun gönlünün meyvesinin ruhunu aldınız mı?’ buyurur. Melekler, ‘Evet’ derler. Allah, ‘Kulum ne dedi?’ diye sorar. Onlar, ‘Sana hamdetti ve İnna lillahi ve İnna ileyhi raciun (Şüphesiz ki yine O’na döneceğiz) dedi” derler. Bunun üzerine Allah şöyle buyurur: “Kulum için cennette bir köşk yapın ve ona Hamd Köşkü adı verin.”

Anne babalık, kadın ve erkeğin en güçlü duyguları. Evlâdın ölümü onları bayağı sarsar. Ancak iman gücüyle hayata tutunurlar. Onların Cennette olduklarını bilmek insanı rahatlatır. Evlâdını vatan-ı asliye gönderen anne ve babalara Resulullah’tan bir müjde daha:

“Kendisi hayatta iken bülûğ çağına ermeyen üç çocuğu ölen kimse için, bu çocuklar kendisini Cehennem ateşinden koruyan, sağlam bir kale gibi olur.” Bunun üzerine Ebu Zer (ra), “Ben iki evlât yolladım” dedi.

Peygamberimiz (asm) buna karşılık olarak, “İki evlât gönderen de” buyurdu.

Kur’ân okuyanların Efendisi Ubeyy bin Ka’b, “Ben bir çocuk gönderdim” dedi.

Resulullah (asm), “Bir de olur. Fakat bu anne ve babanın ölüm acısının ilk tattıkları, ilk sırada gösterdikleri sabır ve metanet karşılığındadır” buyurdu.

Resulullahın gördüğü rüyalar haktır. Gördüğü uzunca bir rüyanın bir ânını şöyle anlatıyor: “Ümmetimden bir adam gördüm ki, terazisinin iyilik kefesi hafif gelmişti. Küçük yaşta ölen çocukları geldi ve terazisini ağırlaştırdı.”

Bülûğa ermeden önce ölen çocuklar, Cennette çok canlı ve hareketli balıklar gibidir. Birisi babasını karşılar, elbisesinden tutar, Allah, babasını da kendisiyle birlikte Cennete koyuncaya kadar bırakmaz.

Evlâdının ölümüne her anne baba üzülür. Fakat bu üzüntü kalbin merhametinden olursa güzeldir. İsyan tarzı ise konumuz haricidir. Resulullah, en küçük çocuğu İbrahim vefat ettiğinde de üzülmüş ve ağlamıştır. Şöyleki:

Resulullah (asm), oğlu İbrahim vefat edince ağladı. Onu teselli etmekte olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de ona, “Sen iki cihanda Alah’ın hakkına ve yüceliğine en çok riayet edensin” dedi.

Resulullaha (asm), “Göz yaşarır, kalb ise mahzun olur. Biz Rabbimizin razı olmayacağı bir sözü söylemeyiz. Eğer ölüm başa gelmesi kat’i bir hakikat ve o da herkesin karşılaşacağı bir şey olmasaydı ve geride kalanlarda öncekilerin peşinden gitmeseydi ey İbrahim, şimdikinden daha fazla üzülecektik. Ve biz senin ölümünden dolayı çok üzgünüz” buyurdu.

Çocuğu ölen insanı da teselli etmenin mükâfatı çok büyüktür. Hz. Musa (as) Rabbine şöyle sordu: “Çocuğu ölen kadını teselli eden kimse için ne mükâfat vardır? Allah, ‘Ben onu gölgemden başka gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde gölgemde gölgelendireceğim’ buyurdu.

Küçük yaşta çocuğun yanı sıra düşük olayı yaşayan anne ve babalara da çok güzel bir mükâfat var. Onlara güzel bir isim vermek suretiyle.

“Düşük çocuklarınıza isim veriniz. Çünkü onlar ahirette sizin için yüksek dereceler hazırlamak üzere öncülerinizdir.”

Resulullah diyor ki: Düşük doğan çocuklarınıza isim veriniz ki, Allah bununla terazinizin sevap kefesini ağırlaştırsın. Aksi halde o, kıyamet günü gelerek şöyle der: “Ya Rabbi! Bunlar bana isim vermeyerek benden elde edecekleri mükâfatı kaçırdılar.”

“Çok çocuk doğuran siyah bir kadın, çocuk doğurmayan güzel bir kadından çok daha hayırlıdır. Şüphesiz ben Cennet kapısında durup girmemekte ayak direten bir düşük çocuğa varıncaya kadar diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Bu çocuğa, ‘Cennete gir’ denilecek. O, ‘Ya Rabbi! Annem babam da girsin’ diyecek. Bunun üzerine ‘Anne-babanı da alarak Cennete gir’ denilecektir.”

Toplumda her ne hikmetse küçük yaşta çocuğu ölenlere cezalandırılmış ya da mutlaka anne ve babanın ihmali olmuş da ondan ölüm olayı vuku bulmuş gözüyle bakılıyor. Halbuki çocuk bir emanet. Cenâb-ı Hak alır da, verir de. Her iki şekilde de anne ve babaları imtihan eder. Ama imtihan olan anne ve babalara karşı olan bakış açısı ile de diğer insanlar imtihanın bir parçası olduklarının maalesef çoğu zaman unutuyorlar. Bazen anne ve babalar da acaba biz ne hata yaptık ki evlâdımız öldü duygusuna kapılabiliyorlar. O anlarda imtihan da olduklarını hatırlatıp bunun bir ceza değil, aksine bir mükâfat olduğunu hatırlatmamız lâzım; bak kardeşim nasıl mükâfatlar seni bekliyor deyip, teselli etmemiz gerekli. Bir arkadaşım üç evlâdı varken, iki evlâdını doğuma yakın süreçde kaybetti. Ona taziyeye gittiğim de “Ben seni tebrik ediyorum. Senin iki tane Cehennem kalkanın var” deyince bayağı şaşırdı. Evet Rabbim ona iki evlât acısından sonra şimdi şeker mi şeker bir evlât daha nasib etti. Aldı da verdi de; hikmetinden sual olmaz. Biz kullara Cenâb-ı Hakkın hikmetinden itirazane sualler sormak veya olayın hikmet yönüne bakıyoruz deyip, anne babayı suçlamak veya kendisini suçlamasını sağlamak değil, şer gibi şeylerde onun merhametini gör(ebil)mek, görebilmelerine yardımcı olmak düşer. Kulluğa yakışan tablo da budur.

Dünyadaki en büyük acıdır evlâdı önden vatan-ı asliye göndermek. Bu acı sabretmek şartıyla şereftir, izzettir ve teyakkuza vesiledir. Ne mutlu bu acıdan teyakkuz ve sabır vasıtasıyla bu şerefe izzetini muhafaza ederek kavuşmak için imanlarını kuvvetlendirme derdiyle anlamlı bir yaşam sürenlere... Allah böyle anne ve babaların her an yar ve yardımcısı olsun. Amin.

Kaynaklar:

Camiü’s-Sağır C. 1 s. 308, Yeni Asya Neşriyat

1500 Hadisle Peygamber Yolu, Cemal Uşşak, C. 2 s. 652, Yeni Asya Yayınları.

Camiü’s Sağır, C. 2 s. 686, Yeni Asya Neş.

Camiü’s Sağır, C. 3 s. 1121, Yeni Asya Neşriyat.

FATMA ÖZER

29.05.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (22.05.2010) - Mazhar Osman’dan ibretli bir hamiyet-i milliye dersi

  (16.05.2010) - Risale-i Nur gençliği

  (08.05.2010) - Sen benim için gönderilmiş şefkat kahramanısın anne!

  (24.04.2010) - Birinci Meclis tarumar edildi

  (17.04.2010) - ‘Mevlid’ veya ‘Kutlu Doğum Haftası’

  (11.04.2010) - AYASOFYA DA BİR "AÇILIM" BEKLİYOR

  (03.04.2010) - Üçü de Nisan yağmurlarıyla toprağa düştü...

  (27.03.2010) - Medreselerin ıslâhında Medresetü’z-Zehra

  (20.03.2010) - Nevruzu anlamak

  (13.03.2010) - Isparta Tugay Camii temel atma merasiminde yaşananları anlatıyor


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.