Yasemin YAŞAR |
|
İhlâslı ibadetler, hayatı tanzim eder |
Cenâb-ı Hak, insanı acip bir mizaç ile yaratmış, insana farklı farklı meyil ve arzular vermiştir. Böylelikle insan diğer mahlûkattan farklı olarak daha nazenin, nazdar bir yapıya sahip olmuştur. Bundan dolayı da, insaniyete lâyık bir tarzda yaşama ve kemâli yakalama arzusu taşımaktadır. Bu arzu ile insanın yemesi, giyinmesi, barınması gibi gerekli birçok ihtiyacını en güzel şekilde, en san'atlı ve kaliteli bir şekilde karşılamayı arzu etmektedir. Fakat insan bu ihtiyaçlarının hepsini kendisinin karşılamasının mümkün olamayacağını idrak ederek, sosyal bir hayat oluşturmuş ve ihtiyaçlarını her insanın sahip olduğu yetenekleri mübadele sûretiyle karşılamıştır. Böylelikle yardımlaşma, alış veriş ve medenî yaşamaya mecbur kalmıştır. Ancak sosyal hayat her zaman insanın istediği gibi adaletle gitmemiş, farklı farklı sorunları beraberinde taşımıştır. Çünkü arzu ve isteklerin, heva ve heveslerin, zekâların farklı farklı olması ve üstelik bunlara fıtraten bir had konmamış olması sosyal adaletsizliklere, yani zulümlere yol açmıştır. Güçlü olanlar güçsüzü ezmeye çalışmış, hak etmediğini gasp etmeye, ifrat-ı zekâ ile aldatmaya başlamış, kısaca tecavüz ve zulümler meydan almıştır. İşte bu durumda olan insana bu sosyal adaletsizlikleri giderecek, hak ihlâlleri ve zulümlerini durduracak bir otorite lâzımdır. Bu yüzden sosyal düzeni sağlayabilmek için kanunlar çıkarılmış, lâkin insanî kanunlar sosyal düzeni sağlamaya yeterli olmamıştır. Sosyal hayatın içindeki bu zulümlere engel olacak kalbe, hislere, lâtifelere sirayet eden bir otoritenin koyduğu kanunlar lâzımdır. Bu ise, “Yapan bilir, bilen konuşur” kaidesince, gerek Kudret sıfatından, gerekse Kelâm sıfatından gelen şeriatlerle mümkündür. İnsanlık ne zaman bu şeriatlerle amel etmişse, en saadetli dönemlerini yaşamış, ne zaman inhiraf etse, ihtilâller ve ihtilâflar çıkarmıştır. İlâhî kanunların olması yeterli değildir. Zira bu kanunları uygulayacak bir otorite lâzımdır. Peygamberlik müessesesi bu İlâhî kanunları beşer içinde uygulayan otoritelerdir. Cenâb-ı Hak da insanların nazarında kanun uygulayıcılarına mu’cizeler vererek, bir nevî onların söylediklerini tasdik etmek mânâsında imtiyazlarla donatmıştır. İnsanlığın arasında ve hatta bütün mahlûkatın içinde adaletin olabilmesi, İlâhî kanunların yaşanılır olması için Allah’ın azametinin, büyüklüğünün zihinlerde yerleştirilmesine, tesbit edilmesine ihtiyaç vardır. Bu ise, tekrar ile devam etmesi gereken ibadetler ile mümkün olacaktır. Günde beş vakit namaz kılmak, her an Allah’ın huzurunda olma bilincini, dolayısıyla her ânına nazar eden ve zerre kadar iyilik ve kötülüklerin kaydedildiği, bunların hesabının görüleceği ahireti akla getirecektir. Bu ise insanın daha medenî yaşamasını, hak ihlâllerini engellemeyi, tecavüzâtı ve zulümleri durdurmayı düşündürecektir. Bu düşünce, sınır konmamış kuvveleri sınırlandırmayı gerekli kılacaktır. İşte ibadetler bu bilinci sağlaması açısından ve sosyal hayatı nizam altına alması anlamında önemlidir. İnsânî ilişkiler açısından da önem arz eden ibadetler kâinatın nizamı ile de ilgilidir. Çünkü ibadetler, fikirleri Cenâb-ı Hakk’a çevirir. Bu itaat ve inkıyadı ortaya çıkarır ve insanı intizam altına dahil eder. İnsanın intizam altına girmesiyle hikmetin sırrı ortaya çıkar. Zira Allah, kâinatta her şeyi bir hikmet ve san'atla yaratmıştır. Dolayısıyla kâinatın en eşrefi olan insanın hikmeti, ancak yaratılma sebebini yaşamasıyla mümkün olacaktır. Bu da âyet-i kerimede bildirildiği gibi, “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” hakikatiyle, hikmetin sırrı tahakkuk edecektir. İnsan, kâinatın içinde adeta bir merkez hükmünde yaratılmıştır. Yaratılış hikmetine uygun hareket etmesi, kâinatın nizam ve intizamının da sırrı olmuştur. Gerek tekvinî şeriate ve gerekse teşriî olan şeriate imtisali nispetinde umumî cereyanı temin etmektedir. İnsanın halife-i arz olması, onun bir yönüyle temsil özelliğinin olmasını netice vermiştir. Bu temsil, mahlûkatın tesbihatını Allah’a sunmak vazifesidir. Dolayısıyla her bir insan aslında umum kâinatın bir temsilcisi konumundadır. Ve bu konum beraberinde sorumluluğu getirmektedir. Pek çok namuslar, irşatlar, hukuklar halife-i arz olan insanın omzundaki vazifedir. İşte insan bu sorumluluk bilincini (ubudiyetini) yerine getirmezse, bulunduğu makamı kötüye kullanan âdi birisi haline gelecektir. Bu hem Yaratıcının nazarında bir sukût olduğu gibi kâinatın hukukuna da bir tecavüz olup, kendi aleyhinde dâvâcı olmalarına yol açacaktır. Bu mesele İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle geçmektedir: “Namaz, kalplerde azamet-i İlâhiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniyeye imtisâl ettirmek için yegâne bir vesiledir. Zaten insan medeni olduğu cihetle şahsî ve içtimâî hayatını kurtarmak için o kanun-u İlâhiyeye muhtaçtır.” İbadetlerin sosyal hayat açısından bir başka faydası ise, bütün Müslümanların birbirlerine karşı münasebet, bağlılık ve irtibatını kuvvetlendirmesidir. Bu ise, uhuvvete ve hakikî muhabbete sebep olur. Ehl-i imanı birbirine bağlayan rabıtaların tahakkukları ibadetle mümkündür. Ehl-i dünyayı bir araya getiren menfaat, ehl-i imanda muhabbet ve uhuvvetle olacaktır. Aksi halde iman ve küfrün şahs-ı mânevî şeklinde mücadelesinde ehl-i iman mağlûp duruma düşebilir. Bu yüzden tesanüdün gücüne ulaşabilmek için, binlerce birlik noktasının farkına varmak gerekecektir. İslâmın ibadet anlayışı, insan duygularını ve hislerini terbiye etmeye yönelik olduğu gibi, kötü his ve duyguların uyarılmasına önceden mani olur. Şeriatlerin söylediği emir ve yasaklar eziyet ve işkence değil, akla uygun emirlerdir. Allah, insanın saadetine sebep olacak şeyleri emretmiştir. Felâketlerine sebep olacakları ise, yasaklamıştır. Dindar olsun veya dinsiz olsun bir kimse bilerek veya bilmeyerek bu emir ve yasaklara uyduğu kadar dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Faydalı ilacı kullanan herkes nasıl dertten kurtulursa, dinsiz kimselerin, milletlerin de birçok işlerinde muvaffak olması bu sebeptendir. Gelinen insanlık manzarasını sorgulamak ve herkesin şikâyet ettiği şahsî ve sosyal problemlerden kurtulmanın çarelerini düşünmek gerekecektir. Çözüm için de, bozulan noktalardan başlamak doğru olacaktır. İnancın tevhide, ibadetlerin ihlâsa ulaştığı zamanlarda insanlık bu problemlerin üstesinden gelecektir. 29.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Düz çizgi |
Akıp giden zaman içerisinde bir noktada başlayan hayat yolculuğu başka bir noktada sona eriyor. İki nokta arasındaki çizgiye ömür çizgisi diyoruz. Bir zerrede, bir lem’ada, bir damlada aniden ve defaten sebepsiz ve vasıtasız olarak verilen hayat ve her gün bir damladan teşekkül ederek büyüyen insan bedeni, gittikçe şekillenen ve iç içe meydana gelen ve değişen harika mu'cizelerin ve mükemmelliklerin sergilendiği bir san'at galerisi olarak düşünmek; insanı gerçeklere ulaştıran pencereler açar. Baktığımız her pencere değişik ufuklardan tefekkür ummanlarına götürür. Binlerce ihtimallerden, şekillerden, süzgeçlerden ve tasavvurlardan geçerek bir insan bedeninin yerli yerince, itina ile en güzel biçimde meydana gelmesinde düşünenler için çok hikmetler ve ibretler var. Daha 2-3 haftalık bir ceninin atmaya başlayan minicik kalbi; insan yaşadığı müddetçe hiç durmadan, ara vermeden, dinlenmeden, nizam intizam içersinde, düzenli olarak çalışması; üzerinde düşünüldüğünde insanlara Allahın varlıklar üzerindeki tasarrufunu göstermeye yeter. Vücudumuzun bütün azalarında her şeyin yerli yerince, ölçülü, kullanışlı, zarif, güzel olması ve çift olanların simetrik ve birbiriyle orantılı olarak yaratılmış olması gibi sayamayacağımız çokluktaki vasıflar, Allah’ın eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanda isimlerinin tecellisini görüp tefekkür etmek ve bu güzellikleri verene şükretmek gerektiğini anlıyor insan. Kâinatta bir toz zerresi kadar cirmi ve cismi bulunan insanı: kâinatın bir hülasası, bir fihristesi, bir numunesi şeklinde bir çekirdek hükmünde ve kıymette yaratarak ona verdiği değeri göstermiştir. Kâinatta ne varsa insanın istifadesine sunarak adeta kâinat ağacının nazenin ve nazdar, san'atlı ve zarif bir meyvesi ve neticesi olarak bütün güzellikleri üzerinde toplamış ve Kendi Zat’ına, sıfatlarına ve esmasına muhatap yapmıştır. O muhabbetini gönderdiği Resuller ve kitaplarla izhar etmiş. Verdiği sayısız ve sonsuz nimetler ve lezzetlerle şefkatini, merhametini, keremini, ihsanını, lütfunu ve ikramını göstermiştir. Risâle-i Nurlardan insanla ilgili istifade ederek öğrendiklerimin gözümün önüne bir bir gelmesi: Ural Çetin beyin vefat ânında huzurunda bulunmam ve ölüm gerçeğine bizzat şahit olmam vesile oldu. Doktorun “Düz çizgi” tabir ettiği noktada ölümle yüzleşmek ve kendi iç dünyamda ölüme ne kadar hazır olup olmadığım konusunda vicdan muhasebesi yapmama ve kendimi iyiden iyiye sorgulamama sebep oldu. 112 Acil sağlık ekibini Ural amca için gelmişti. Sedyeler, çantalar ve sağlık malzemeleri ile ekip hızlı bir şekilde Hastanın odasına yöneldi. Biz aşağıda gelmelerini bekledik. Hasta ve sağlık ekibi hastayı götürmek için aşağıya inmeyince, gecikmeyi merak edip odaya yöneldim. Ural amcaya, doktor hanım ve beraberindeki ekibi bütün müdahaleleri yapmış ve sonunda ölüm gelip kapıya dayanmış. Yatağının üzerinde uzanan Hastaya EKG tabir edilen kalp grafik cihazı bağlanmış ve onun ekranını izleniyordu. Doktor Hanım bana dönerek “son düz çizgiyi bekliyoruz” dedi. Gerçekten ekranda bütün çizgiler düz hale gelmiş, üstte bir çizgi düşük bir ritim ile zikzak yapıyordu. Az sonra o zikzaklarda düz çizgiye döndü ve cihazlar çekildi ve boşluğa bakan gözler elle kapatılarak ebedi âleme yolculuk başlamış oldu. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Anne karnında bir nohut tanesi küçüklükte olan bir ceninin vücudunda atmaya başlayan küçücük insan kalbi, seksen senelik bir ömür maratonunun sonunda düz çizgiyle vazifesini tamamlamıştı. İşte böyle, insanoğlu için başlangıç noktası ile bitiş noktası arasında ömür sanki bir çizgi; işte o çizgide ritmik zikzaklarla hayat ve ameller gizli. 29.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Geçti, gitti” mi? |
27 Mayıs’ın yarım asrını doldurduk. Ömrümüz olursa, üç buçuk ay sonra 12 Eylül’ün 30. ve seneye de 12 Mart’ın 40. yılını geride bırakmış olacağız. Çoğumuza daha dün gibi gelen 28 Şubat’ın bile 13. yılındayız. Yıllar çabuk geçiyor. Darbe dönemlerini fiilen yaşayıp sıkıntılarını çekmiş kuşaklar yavaş yavaş sahneden çekilirken 27 Mayıs’ı da, 12 Mart ve 12 Eylül’ü de bilmeyen genç kuşaklar çoğalıyor. Hattâ 28 Şubat’tan da bîhaber bir nesil geliyor. Bilmiyorlar, ama her gelen nesil, bizzat yaşamadıkları, bilmedikleri ve tanımadıkları, tarih olarak da çok eskilerde kalan darbelerin mağduru olmaya devam ediyor. Çünkü önce 27 Mayıs’ın kurduğu, sonra müteakip darbelerle pekiştirilen hukuk dışı ve antidemokratik düzen sürüyor. Güncel örneklerden bir kısmına göz atalım. Son anayasa paketinin en önemli gerekçelerinden biri olan yargı vesayeti, 27 Mayıs’ın ürünü. Zaman zaman Meclisin dahi üstüne çıkabilen Anayasa Mahkemesi, bu darbeden sonra yürürlüğe konulan 1961 Anayasası ile ihdas edildi. Keza, Bayar’ın torunu Prof. Emine Gürsoy Naskali’nin ifadesiyle, MGK yoluyla askeri siyasetin içine, hattâ tepesine yerleştiren de aynı anayasa. 2. Meşrutiyet döneminde kanun tasarılarını hazırlamak ve idarî ihtilâfları çözüme bağlamak üzere kurulan Şûrâ-yı Devlet’i, cumhuriyetten sonra Danıştay olarak devam ettiği süreçte, seçilmiş hükümetlerin elini kolunu bağlayan bir kurum haline getiren de yine 27 Mayıs Anayasası. Ve seçilmişlerin hiçbir şekilde kontrol altına alıp denetleyemediği özerk, bağımsız kurumlar... Kısaca, Başbakanın sık sık yakındığı “bürokratik oligarşi”nin kapsamına giren herşey, 27 Mayıs’ın eseri. Bunlar 12 Eylül Anayasası ile daha da tahkim edildi. Ve iktidarın Meclisten geçirip referanduma götürmek istediği pakette bu yapı ve sistemin özüne dokunan çok fazla birşey yok. Şu anda Türkiye’de yürürlükte olan ve toplumun her kesimini mağdur eden düzen, tamamen darbelerin ürünü. Bir türlü sonu getirilemeyen terör fitnesinden maden ocaklarındaki trajik ölümlere ve ardı arkası gelmeyen trafik kazalarına, gelir uçurumu ve vergi adaletsizliğine, başörtüsü yasağına, meslek liselerinin katsayı mağduriyetine, din ve vicdan hürriyetini kısıtlayan keyfî uygulamalara, ifade ve basın özgürlüğü üzerindeki baskılara kadar... günlük hayatımızı etkileyen ne kadar olumsuzluk varsa, arkaplanı incelendiği zaman, işin ucu darbelere uzanıyor. Bu örnekleri ilânihaye çoğaltmak mümkün. Milletin büyük ümitlerle rey verdiği partilerin iktidar olduktan sonra sözlerini yerine getiremeyişlerinde, darbe ürünü anayasal ve yasal düzenlemelerle kurulan sistemin onları da kıs kıvrak bağlayıp bilhassa “mayınlı” alanlarda hareket edemez hale getirmelerinin çok önemli payı var. Hal böyle olunca, 27 Mayıs ve 12 Eylül için Cumhurbaşkanı ile Meclis Başkanından sâdır olan “Hepsi geçti, gitti; düne takılıp kalmayalım, geleceğe bakalım” şeklindeki mesajları, özellikle bu örnekleri dikkate alarak tahlil etmek lâzım. Evet, 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da geldi, geçti; ama “deldi, geçti.” Ve yol açtıkları tahribat ve sıkıntı artarak sürüyor. Geleceğe bakabilmek için, bunların izalesi ve güven içinde ilerleyebileceğimiz bir yolun açılması şart. Üç kez açıktan ve klasik yöntemlerle rafa kaldırılıp kesintiye uğratılan 60 yıllık demokrasimizi, dördüncüsünde de önceki darbelerin verdiği anayasal ve yasal imkânlar kullanılarak, sürece yayılan bir müdahale ile daraltmak suretiyle bugünü ve geleceği karartan ihtilâllerin iz, tortu ve kalıntılarını bir an önce temizlemek gerekiyor. 27 Mayıs’ın kurup 12 Eylül’ün tahkim ettiği ve 28 Şubat’ın sürdürdüğü düzen yürürlükte kalmaya devam ettiği müddetçe, bu müdahaleleri “Geçti, gitti” diye geçiştirme lüksümüz olamaz. Ve bu düzen, darbe anayasasında yapılacak mütevazi rötuşlarla değil, AB kriterlerini esas alan topyekûn bir anayasa reformu ile aşılabilir. 29.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yassıada yolunda |
Yassıada mı demek lâzım yoksa ‘Yaslıada’ mı bilemiyoruz, ama 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında Yassıada’da yaşananların Türkiye tarihi açısından yüz karası bir dönem olduğu her halde tartışılmaz. Bunu ifade etmekle birlikte hemen şunu da ilâve edelim ki, Yassıada’da tam olarak nasıl zulümler ve işkenceler yaşandığını hâlâ kayıt altına alabilmiş değiliz. Yassıada ‘küçük bir ada’ ama orada atılan yanlış imzalar Türkiye demokrasisini katleden imzalar olmuş. Yassıada, İstanbul’da (Burgaz adasının batı yönünde) bulunan kayalık; 170 metre genişliğinde, 280 metre uzunluğunda, en yüksek tepesi 47 metre olan ‘küçük’ bir ada. İstanbul’a yaklaşık olarak bir saat mesafede ve şu anda terk edilmiş vaziyette, insanların yaşamadığı ‘askerî bölge’ konumunda bir yer. 27 Mayıs’ın yıldönümü vesilesiyle önceki gün bu ‘küçük’ adaya gitme imkânı bulduk. Organizasyonu Genç Siviller yapmıştı. Kabataş’dan kalkarak Kadıköy’e uğrayan teknede yerli ve yabancı çok sayıda gazeteci ile 27 Mayıs darbesini kınayan çok sayıda genç vardı. Davetliler arasında 27 Mayıs’ın doğrudan ve dolaylı olarak mağdur ettiği kişilerin yakınları da vardı. Bunların başında Celal Bayar’ın iki kızını ve Fatin Rüştü Zorlu’nun aynı ismi taşıyan torununu da saymak lâzım. Yassıada’da yaşananlarla ilgili olarak şahitlerden dinlediğimiz ya da kitaplardan okuduğumuz bilgilerimiz elbette vardı. Ama bugüne kadar Yassıada’ya gitme imkânı bulamamış olmaktan dolayı kendime de ‘kırık not’ verdim. Ziyaret esnasında gördük ki, şimdiye kadar çok defa Yassıada’ya gitmiş olması gereken çok sayıda ‘Demokrat’ da Yassıada’ya ilk defa gidiyordu. “Boş bir adaya, tahrip olmuş ve ‘çöplüğe dönmüş’ bir mahkeme salonuna gitmenin ne anlamı var?” diye sorulabilir. Faydası var, çünkü hadiseleri iyi değerlendirmek için mekânları da bilmek ve görmek gerek. Darbecilerin kanunsuz yargılama için Yassıada’yı seçmesi her halde tesadüf değil. Milletin helâl reyleriyle iktidara gelenleri millete unutturmak için bir adayı tercih etmişler... Ama herkes gördü ki millet kendisine hizmet edeni değil, yanlış ve haksız kararlara imza atanları unuttu! Mahkeme başkanının “Sizi buraya tıkan kuvvet öyle istiyor” demesiyle tanınan eski spor salonu ve 27 Mayıs’ın ‘mahkeme salonu’nda yapılan konuşmalar da çok duygu yüklüydü. Hem konuşmacılar, hem de dinleyenlerin gözleri nemlendi. Celal Bayar’ın torunu Emine Gürsoy Naskali ve DP eski Genel Başkanı Süleyman Soylu yaptıkları kısa konuşmaları esnasında ağlamamak için kendilerini zor tuttular. Aynı şekilde Fatin Rüstü Zorlu’nun torunu da duygulu bir konuşma yaptı. “Asla 27 Mayıs’lar bir daha olmasın” temennisiyle yapılan Yassıada ziyareti, dönemin mahkeme salonunun dışına asılan “Biz buradaydık / 27 Mayıs darbesinin 50. yılında / Hiç bir favori darbesi olmayanlar olarak buradaydık” tablosunun altına atılan imzalarla sona erdi. Yassıada’da yaşananların şahitleri hâlâ hayattayken, hadiseler kayıt altına alınmalıdır. Üniversitelerimizin bu hususta sessiz kalmaları, yeterli çalışmalar yapmamaları ayrı bir eksiklik. Tabiî ki ilk adımı ‘demokrat misyon’un temsilcileri atmalı. Daha ne zamana kadar “Tarihimizde Yassıada yılları, günleri ve kararları olmadı” diye davranabiliriz? 29.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
27 Mayıs ve Demokrasi mânâsı... (2) |
Üzerinden yarım asır geçtiği halde tıpkı hâlâ “emir ve komuta zinciri içinde olmayan bir cunta” olduğu gerekçesiyle 27 Mayıs’ın “darbe” değil, “devrim” olduğunu söyleyecek kadar gerçekleri tersyüz eden nâdânlar var… Hâlâ millet irâdesinin temsilcisi Meclisi ve meşru hükûmeti uyduruk bahanelerle alaşağı eden “darbenin gereği”nden dem vuran iflâholmaz menhus darbeci zihniyetin kırıntıları duruyor. Kılıçdaroğlu’nun “Utanıyorlar!” sözüne karşı, bütün belgeleriyle “CHP-ordu el ele” sloganıyla dayatılan kanlı ihtilâlde İnönü’nün idamlara karşı olduğu yalanına sarılanlar var. “Bir hakikatin bir harman yalanı yakması” misali bütün bunlara karşı, bu konudaki gerçek, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in oğlu Arda Gedik’in sorduğu “İnönü gerçekten idamları istemiyor idiyse, neden çıkıp ‘Bunlar benim hasmım ama idama karşıyım’ diye bir basın toplantısı düzenlemedi ve açıkça ilân etmedi?” çarpıcı sorusunda okunuyor. İnönü, Başvekil Adnan Menderes’e, “Ben dahi sizi kurtaramam!” diye tehdit etmişti. Öyle de oldu; İnönü açık açık bir demokrasi kıtaline karşı bir şey yapmadı; sözünü tuttu, “kendisi (bile) kurtarmadı. Görünürde idamlara karşı olduğu propagandası yapıldı, ama alttan alta ellerini kana bulayan darbecilerle ortak olup darbe sürecini yönetti…
DARBELERİN HEDEFİ DP’Yİ TASFİYE VE DAĞITMA… “Bebek davası”-“köpek davası” benzeri komediler ortada. Örtülü ödenek harcamalarına karşı her şeyi tek tek kaydeden ve ülkeyi on yıl içinde maddî kalkınmanın şâhikasına ulaştıran Başbakan Menderes ve Mâliye Bakanı Hasan Polatkan’ın yanısıra, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun idam edilmesi, darbenin topyekûn Demokratları katletmeyi ve dağıtmayı hedeflediğini bâriz bir biçimde gösteriyor. Tıpkı 12 Eylül darbesinde olduğu gibi yabancıların “bizim çocuklar” dediği yerli işbirlikçilerle kotardığı 27 Mayıs’ın da peşinden gelen darbeler gibi bir “ecnebî projesi” olduğunu deşifre ediyor. Bu hususta, fevkalâde özellikleri olan, basiretli öngörüsü ve belağatıyla BM’de ve uluslararası zeminlerde ülkenin haklarını savunan, Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Kıbrıs’ı İngiltere’nin kursağından çekip alarak Türkiye’ye “garantörlük” hakkını sağlayan, Bağdat Paktı’yla İslâm âlemine yakınlaşmanın ardından NATO’da müttefik Amerika’nın tavrına karşı başta ekonomik anlaşmaların yapıldığı Rusya olmak üzere dünyaya açılan dış politikadan sözde “stratejik ortaklar” İngiltere ve ABD’nin rahatsızlığı, şüphesiz en baş etkenlerden. Tespit şu ki dış politikadaki asil ve tâvizsiz duruşu, basiretli ve başarılı hizmetleriyle birlikte Gedik’in ifâdesiyle, “Zorlu’yu, -darbe sonrası- Demokrat Parti’yi devam ettirecek bir güç olarak gördükleri için idam ettiler.” Keza Bediüzzaman’ın “İslâmiyetin kahramanı” olarak vasıflandırdığı Menderes ve “İslâmiyete ciddî taraftar Nâmık Gedik”le birlikte “mühim zatlar”dan saydığı “Tevfik İleri’den de ileride Demokratları derleyip toparlayacağı için korktular. Ancak ağır hasta olduğu için idam etmeyip ismini “müebbetler” arasına alıp hasta haliyle hapishanede ölüme terk ettiler…” (Emirdağ Lâhikası, 449)
YÜZBİNLERE CEZA VE YASAK… 27 Mayıs gecesinden itibaren Yassıada ve Kayseri cezaevlerinde sürdürülen bühtanlar, amansız işkenceler, baskılar, zulümler; DP yöneticilerine “kuyruk” ve “düşük” hakaretleri... Bakanlardan ilçe başkanlarına, milletvekillerinden yurdun en ücra köşesindeki mahallî yöneticilere kadar bütün DP’lilerin evlerinin didik didik aranıp kaşık, çanak ve tabağa kadar bütün eşyalarının tek sayılmasına, mallarının, paralarının bloke edilmesine rağmen tek kuruş bir yolsuzluk ve usûlsuzluk bulamadıkları halde, vicdansızca atılan resmî iftira şâyiaları… 14 Ekim 1960’ta başlayan ve 15 Eylül 1961’de sona eren “Yassıada komedisi”nde onbir ayda içinde ölüm ve müebbet ceza davalarının bulunduğu yüzlerce Demokrat Partili hakkında “kararlar” verilmesi! Üçü iki gün içinde bekletmeden infaz edilen ve aralarında dönemin Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanına kadar 14 “idamlığın” cezâsının müebbet hapis cezasına çevrilmesine ilâveten, 30 DP’li müebbet hapse mahkûm edilmesi… Ayrıca biri 20 yıl, üçü 15 yıl, onyedisi 10 yıl, ikisi 8 yıl, altısı 7 yıl, onbeşi 6 yıl, 117’si 5 yıl ve 143’ü 4 yıl 2 ay olmak üzere yüzlerce Demokrat Partiliye cezalar yağdırılması. Halk Partililerin ve darbe işbirlikçilerinin jurnalleriyle DP’nin mahalle temsilcilerine kadar topyekûn bir tenkil ve kovuşturma hareketi başlatılması. Ülke çapında 150 bini aşan Demokrat Parti mensubunun tutuklanması, soruşturmaya tabi tutulması, tartaklanması… Olup bitenler, millet irâdesini hançerleyen darbelerin sadece hükûmetleri silâh zoruyla devirmekle ve Meclis’in kapısına kilit vurmakla kalmadığını, asıl amacın milletin duasını ve teveccühünü kazanan DP ve devamı partileri tasfiye etmek olduğunu göstermekte. 27 Mayıs’tan sonra 12 Mart muhtırasının, 12 Eylül darbesinin, tanklarla sokaklarda “demokrasiye balans ayarı veren” 28 Şubat postmodern darbesinin DP’nin devamı AP ve DYP’ye karşı yapılması, hep oyunun ilk perdesi olarak karşımıza çıkmakta. Peşinden “ikinci perde”de, DP-AP-DYP iktidarlarını alaşağı eden demokrasi inkıtaının akabinde yüzbinlere getirilen siyasî yasaklar, Demokratların siyasî tapulu arsasında darbe ve ara dönem ürünü “izinli”, “transformasyon”cu ve “yenilikçi”, nevzuhur muvazaa partilerin kurulup-kurdurulması, “sahte demokratlar”ın sahneye sürülüp kısa zamanda iktidara getirilmesi, darbelerin asıl amacını deşifre ediyor. Ve Demokratlık mânâsını bâriz bir biçimde ortaya koyuyor. 29.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Esas olan milletin dizaynıdır |
Anayasa değişiklik teklifinin 7 Mayıs 2010 tarihinde görüşmelerinin bitip, paketin tümünün 336 oyla Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildiği saatlere kadar siyasette bu kadar hızlı gelişmelerin yaşanacağı kimsenin aklına gelmezdi. Hele hele Baykal’ın istifa edip, Kılıçdaroğlu’na aklının ucundan bile geçmeyen genel başkanlığa giden yolun açılacağını hiç kimse düşünemiyordu. O zamana kadar hükümetin getirdiği anayasa değişiklik teklifinin Meclis’ten geçmemesi için aslanlar gibi mücadele eden CHP grubu ve Genel Başkanı Deniz Baykal, teklifin artık tamamının oylanacağı günün gecesinde internete düşen bir kaç dakikalık görüntünün CHP’de bu kadar depreme ve değişikliğe neden olacağını da kimse kestiremezdi. Hatta, Kılıçdaroğlu’nun üst üste “aday olmayacağım” demesine rağmen tek aday olarak kurultaya girip genel başkan olacağını kendisi dahi tahmin edemezdi. Çünkü o zamana kadar bütün teşkilat ayaklanmış, evinin önünde Baykal’ı kararından vazgeçirmeye çalışırken, “Kurultay salonuna gelmese de onu evinde genel başkan yaparız” diyenler bile vardı. Ama hiç öyle olmadı. Ağlayanlar, sızlayanlar, evinin önüne kamp kurup onu vazgeçirmeye çalışanlar ne olduysa oldu, adeta Baykal’ın üzerine bir çizgi çizip Kılıçdaroğlu’na yöneldiler ve onu “kurtarıcı” olarak lanse etmeye çalıştılar. Tabiî bunda medyadaki bir grubun manşetlerinin etkisinin büyük olduğunu da unutmamak lâzım. * * * Elbette siyasette bir gün bile uzun bir süredir. Böyle hızlı gelişmeler, elbette siyasette olabilir. Ancak üç haftalık bu gelişmeleri görünce insanın aklına değişik şeyler gelebiliyor. Siyasete dizayn ve yeni proje ilk akla gelenlerden oldu. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklamasının ardından yaşananlar da bu düşünceyi pekiştiriyor. İstanbul Büyükşehir belediye başkan adayı olduğu dönemde de, yırtık ve çamurlu ayakkabısı ile “halkın içinden gelen birisi” denilerek pompalanan, bu süreçte de “sinirleri alınmış, halkın içinden çıkmış” denilerek günlerce yapılan propagandanın, kendi parasıyla aldığını söylese de 350-700 milyonluk gömleği ortaya çıkınca, bu propaganda boşa çıktı. Buraya şunu da not etmek lâzım. Mal varlığı açıklandığında görüldüğü gibi, hiç de halkın büyük çoğunluğunun yaşantısı gibi bir yaşantısının olmadığı da görüldü. Ayrıca mütevazı denilen evinin de Ankara’nın zengin semtlerinden birisinde olduğunu da hatırlatmak lâzım. * * * Adına ne derseniz deyin, ister önceden düşünülmüş, plânlanmış, tezgahlanmış, ister dizayn, proje. (Bunlar tabiî önümüzdeki dönemde açıklığa kavuşacaktır.) Ancak basının bir bölümünün birden bire Baykal’ı bırakıp Kılıçdaroğlu’nu seçtirmek için manşetler atması, var güçleriyle delegeyi yönlendirmek için yazılar yazması hiç de normal karşılanmadı, karşılanmıyor. Tabiî siyasette böyle ani gelişmeler de olabilir. Ancak bu gelişmeleri görünce de insan bunları düşünmeden edemiyor. Ancak, siyasete dizayn yapmak, yeni bir tezgah düşünenler varsa, unutmasınlar ki, halkın dizaynı farklı oluyor. Bu tezgâhlar, ya da dizaynlar geçmişte çok kere denenmiş, ama neticesi alınamamıştır. Yakın geçmişte, İsmail Cem de bu şekilde ortaya çıkarılmış, neticesi ise görülmüştür. Öyle plazalarda yapılan dizayn çalışmaları milletin sandığında gömülüp gidiyor. Bunun örnekleri yakın tarihte çokça var. Yani, siyaseti yeniden dizayn etmek isteyen insanlar, esas dizaynın millet tarafından yapıldığını akıllarının bir kenarına yazsınlar. Sonra sükût-ı hayale uğruyorlar. Bütün bunlar önümüzdeki günlerde açıklığa kavuşacaktır. Önümüzdeki günlerde CHP’de yaşanacak olaylar bunların işaretlerini verecektir. Şunu da söyleyelim, siyasetin bu kadar vefasız olduğu bir dönem de yaşanmamıştır! Bu zihniyete göre, bugün Baykal’a yapılanlar gün gelir Kılıçdaroğlu’na da yapılabilecektir. Bugün arkasında olanlar, yarın terk edip gidebilirler. Bir ayın CHP için özeti de bu oldu. Ders çıkarabilirlerse… 29.05.2010 E-Posta: [email protected] |