Basından Seçmeler |
Korsanlığın analizi...
Gazze’ye yardım konvoyu ile İsrail arasında bir problemin yaşanacağı baştan belliydi; zira İsrail günlerdir bu konvoyun Gazze’ye ulaşmasını engelleyeceğini söylüyor, buna karşılık İHH’nın önderliğindeki milletlerarası yardım teşekkülü de Gazze’ye ulaşıp gemilerdeki insani yardım malzemelerini Gazze yetkililerine teslim etmeye kararlı olduğunu ilan ediyordu. Tavırlar böyle ve iki taraf da kararlı olunca taraflar arasında bir karşılaşmanın olacağı da ortadaydı. Önceden tahmin edilemeyen ise bu karşılaşmanın mahiyetiydi. İsrail bu karşılaşmada ne yapacaktı? Askerî olmayan tedbirlerle gemileri engellemeye mi çalışacaktı, yoksa askerî tedbirlere mi başvuracaktı? Önceden tahmini zor soru buydu. İsrail bu tercihlerden birincisine başvurdu ve büyük bir faciaya yol açtı. Milletlerarası deniz hukuku sözleşmesini ihlal ederek açık denizlerde, İsrail karasularına 77 mil mesafede bulunan Mavi Marmara gemisine sabah 04.30’da helikopter indirmeli bir komando operasyonu düzenledi. Operasyonda en az 10 kişi ölürken onlarcası da yaralandı. Hem bu gemiyi hem de diğerlerini Aşdod Limanı’na zorla götürme yolunu seçti. Başka bir deyişle İsrail operasyonuyla açık denizlerde görülmeyen bir eşkıyalık, zorbalık, korsanlık örneğini açıkça ve fütursuzca ortaya koymuş ve bütün dünyanın tepkisi çekmiş oldu. Başta da söylediğim gibi bu olay adeta ‘geliyorum’ diyen, beklenmesi gereken bir olaydı. Ancak buna ve diğer işaretlere rağmen önlenmesi ve vukuundan sonra yapılması gerekenler konusunda yeterli tedbirlerin ve yapılması gerekenlerin de önceden düşünülmediği, vukuunda devreye sokulacak bir planın olmadığı bir olay olarak da görülmeli ve değerlendirilmelidir son menfur olay bize göre. Buna örnek vermek gerekirse, mesela yardım filosu havadan izlenmeliydi. Herhangi bir olay vukuunda en azından olay derhal ilgilere bildirilmeli, hatta olay havadan kameralarla da tespit edilip izlenmeliydi. İsrail ise önceden herhangi bir askerî operasyon konusunda muhakkak uyarılmalı, bunun yol açabileceği sonuçların çok ağır olacağı kendisine açıkça bildirilmeliydi. Bugün bunlar ve başkaları yapılmış olsaydı, durum çok farklı olabilirdi, Türkiye ‘Ben İsrail’i önceden uyardım; ama o dinlemedi’ diyebilirdi. Hatta İsrail’in muhtemel askerî operasyonu konusunda başta Amerika olmak üzere diğer büyük devletleri de önceden ikaz edebilirdi. Bunlar yapılabilirdi; ama ne yazık ki yapılmadı. Bugüne gelirsek; bugün biz bu menfur saldırıyı tartışıp duruyor, karşılığında ‘İsrail’e hangi tepkiyi gösterelim, ne yapalım, hangi yolu seçelim’ diye düşünüp duruyoruz. Bu çerçevede, haklı olarak BM Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıya çağırmış, İsrail ile planlanan 3 tatbikatı iptal etmiş; özetle diplomatik yoldan tepki göstermeyi tercih etmiş bulunuyoruz. Diplomatik tepki elbette şart; bugünkü şartlarda da başka tercih de ortada görünmüyor. Bu tercihi, olay hakkında BM’nin bağımsız bir araştırma komisyonu kurup hemen devreye sokma teşebbüsleriyle de şimdiden güçlendirebiliriz. Nitekim, böylesi olaylarda bu tür komisyonlar kuruluyor. Buna örnek olarak da Lübnan Başbakanı merhum Refik Hariri, Pakistan Halk Partisi lideri merhum Benazir Butto’nun suikastlarını araştıran komisyonlar zikredilebilir. Türkiye de bu konuda gecikmeden ve deliller taze iken hemen başvurusunu yapmalı bize göre. Diğer yandan, diplomatik bakımdan başka milletlerarası kuruluşlar da devreye sokulmalı elbette. Ayrıca, AB ve İKÖ’ye olay ve vahameti derhal anlatılmalı, tepkileri alınmalı. Bunlar ve başkaları muhtemelen yapılıyor. Bu bakımdan diplomatik yol sonuna kadar kullanılacak anlaşılan. Ne var ki, bunlar yapılsa da İsrail’i şikâyetten öteye gitmeyecek. Şikâyetler ne kadar dinlenecek, ne kadar dikkate alınacak, söylemesi zor. Başkaları da İsrail’i yıllardır şikâyet ediyorlar; ama sonuç alamıyorlar. ‘Bunları söylemesi çok acı ve üzücü; ama söylenmeleri de gerekiyor ki, neyin ne olduğunu bilelim ve ona göre hareket edelim, yeni yollar bulalım.’ diyorum ben. İsrail korsanlığının kısa ve erken analizi bize göre böyle...
Fikret Ertan, Zaman, 1.6.2010 |
02.06.2010 |
Mavi Marmara’nın akıbeti USS Liberty’e benzer mi?
Bundan 43 yıl önce yine bir haziran günüydü. Bir Amerikan gemisi Gazze açıklarındaki uluslararası sulara kadar gelmişti. Dün Mavi Marmara’nın saldırıya uğradığı yerin yakınlarına. İsrail’in lanetli sularına. Güneş yine doğmak üzereydi. 1967 yılında İsrail ile Araplar arasında süren Altı Gün Savaşları’nda tarafsız kalan ABD yönetimi, bölgede olan biteni izlemek için İspanya’dan yola çıkarmıştı USS Liberty gemisini. İçinde asker ve sivillerin bulunduğu Amerikan ordusuna ait gemi hafif silahlarla donatılmıştı. Saatler sonra geminin üstünden İsrail Ordusu’na (IDF) ait keşif uçakları uçmaya başladı. 3 saat içinde uçaklar geminin üstünde tam sekiz sorti yaptı. Hava çok güzel ve görüş mesafesi çok açıktı. USS Liberty rahatlıkla görülebilecek büyük bir ABD bayrağıyla yola devam ediyordu. Gemideki telsizciler İsrail pilotlarının kendi aralarındaki konuşmalarda geminin Amerikan gemisi olduğunu söylediklerini kaydetmişti. Gemi mürettebatı olan bitenden habersiz güvertede güneşleniyordu. Saat 14.00 sularında çok sayıda İsrail Mirage savaş uçağının sesiyle irkildiler. Ve birden uçaklardan geminin güvertesine makineli, tüfeklerle ateş açılmaya, roketler fırlatılmaya başlandı. İlk saldırıda gemideki makinelilerde etkisiz hale getirilmişti. Mürettebat panikle savrulurken ikinci uçak kafilesi geldi. Bu kez Fransız yapımı Mystere jetleri napalmlar atıyordu gemiye. Aralarında gemideki en yetkili isimlerin de olduğu onlarca sivil ve askeri mürettebat öldürülmüştü. Tıpkı Mavi Marmara’ya yaptığı gibi Liberty’nin radyo sinyallerini de karıştırıcılarla etkisiz hale getirmişti İsrail ordusu. Sonra bir kanal açıldı ve yardım çağrısı USS America uçak gemisine ulaştırıldı. Gemiden iki F-4, nükleer silahlarla yardım için havalandı. Uçakların kalkış haberi Pentagon’a ulaştığında Savunma Bakanı ünlü McNamara çok kızdı ve derhal uçakların geri dönmesi emrini verdi. Uçaklar yoldan geri döndü. Böylece USS Liberty 2 saat 32 dakika boyunca İsrail savaş makinesiyle baş başa kaldı. Sadece 300 mil ileride olan 6. filodan da yardım gelmedi. Bu kez İsrail botlarından atılan torpidolar isabet etti gemiye. Bilanço ağırdı. 34 Amerikan askeri ölmüş, 177’si de yaralanmıştı. Harabeye dönen gemiye ilk yanaşan da bir İsrail gemisi oldu. İsrail gemisinin “Yardıma ihtiyacınız var mı” çağrısına USS Liberty’nin yaralı komutanı bugün olan biten karşısında hepimizin bağırarak söylemek istediği o tarihi cevabı verecekti: Fuck you. Olaydan sonra tıpkı Mavi Marmara katliamından sonra olduğu gibi İsrail propaganda makinesi devreye girdi. USS Liberty’nin yarısı kadar bile etmeyen bir Mısır gemisiyle karıştırıldığını açıkladı İsrail. Bugün Mavi Marmara’nın yolcularına silahlı El -Kaide sempatizanı diyen İsrail yalan makinesi, o günde Liberty’nin sağ kalan denizcilerini yalancılıkla, anti-semitizmle suçladı. Kurtulan 250 denizci dernek kurdu, konuyu 5 kez senato gündemine getirdi, ama hiç sonuç alınamadı. Olayı araştıran uzmanlar “Japonların Pearl Harbour saldırısı ne kadar kazaysa, İsraillerin USS Liberty saldırısı da o kadar kazadır” diyor. Ama dönemin ABD Başkanı Lydon Johnson İsrail ile ilişkileri bozmamak için saldırıyı hasıraltı etmeyi uygun görmüştü. 47 yıl boyunca gelip geçen hiçbir ABD Başkanı da onca delil, fotoğraf ve tanığa rağmen söz konusu İsrail olduğu için 34 Amerikan denizcisi için hiçbir şey yapamadı. Bakalım Mavi Marmara için Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ne yapabilecek? (USS Liberty’nin ayrıntılı hikâyesi için bakınız Ümit Kıvanç’ın www.haysiyet.com’daki yazı dizisi)
Yıldıray Oğur, Taraf, 1.6.2010 |
02.06.2010 |
Bu saldırı zaten tavsiye idi!
NE İskenderun öylesine “terör hedefi”... Ne “insani yardım gemileri”ne saldırı öyle anlık salaklık! Ne Türkiye’nin hedef olması bir kaza kurşunu!.. Ne de kurşun sadece Türkiye’ye! İskenderun kısa süre önce, “İsrail’in Suriye, İran’a karşı hava sahamızı kullanma ihtimaline karşı konan füzeler”le anılmış, İsrail “hoşnutsuzluğu” duyurulmuştu. Belki de, “füze kalkanı” kuranların kendini koruyamadığına dair, herhalde taşeron da oynatılarak düzenlenmiş gözdağı ve gösteri sahnesi.
SALDIRI TEORİSİ İsrail’de bu “saldırı”nın teorisi, tavsiyesi çoktan yapılmıştı. Son günlerin “nükleer süreç”inde, zaten “paranoya” halindeki İsrail’in sıkışması, muhtemelen bu teoriyi patlattı. Ama teori, İsrail devletinin insan hakları örgütlerine saldırısı üstüneydi zaten. (Jerusalem Post, “saldırı ve kamuoyu oluşturma hazırlığı”nı 25’inde duyurdu.)
SALDIRI HEDEFİ Şubat ve Martta, “aşırı sağcı” Reut Enstitüsü, İsrail ordusu ve hükümetine özel rapor sundu: “Gayrimeşrulaştırma tehdidi: Politik bir duvar yaratmak” başlıklı rapor “düşmanlar”ı ikiye ayırdı: 1. Direniş şebekesi: İran, Hizbullah, Hamas... 2. Gayrimeşrulaştırma şebekesi: Batılı solcular, insan hakları grupları, Arap ve Müslümanlar. Gazze ablukasını, işgali protesto edenler; Filistinliye eşit hak isteyenler. Reut, çarpıcı anafikrini şöyle ifade etti: “Barışçı insan hakları savunucularına karşı gizli servisler ve silahlı kuvvetler aracılığıyla sabotaj ve saldırılar düzenlenmeli. (Daha sonra sabotaj ve saldırı sözcükleri sansürlendi!)
İÇTE, DIŞTA Rapor, “insan hakları aktivistleri”ni, “yeni stratejik tehdit” diye tanımladı: “İsrail, bunları ülke dışında da sindirmek için gizli servis kullanmalıydı. Bu tür yabancılar ile İsrailli ya da Yahudi muhaliflere karşı “karakter cinayeti” dahil! “İçeride” ilk kurban “işgal karşıtı askerler” grubu oldu; dışarıda Gazze katliamının adını “Tüm halkı toptan hedef aldı” diye koyan, G. Afrikalı (hem de Siyonist) Yahudi “BM İnsan Hakları Konseyi” yetkilisi Goldstone. Yahudi asıllı Chomsky, İsrail’e (ve Filistin’e) sokulmadı.
NÜKLEER ÖFKE Bu “saldırı”nın taktik, stratejik arka planı var. O kısmı sadece Türkiye’yi, “Müslümanlar”ı değil, “Batılı solcular” ı da kapsıyor; muhalif Yahudileri de.
HIZLANAN TARİH Tarihe bakın: 1960’larda İsrail nükleer kapasite elde ederken önemli aktör Şimon Peres’ti; bugün ortaya çıkan “1975’te ırkçı G. Afrika’ya nükleer bomba teklifi”ndeki isim Peres’ti; “one minute”te yine Peres, bir hafta sonra Viyana’da İsrail “Atom Enerjisi Ajansı”nda sorgulanacak; Devlet Başkanı Peres. Bu tarih 50 yıl ne yavaş akmış ve son günlerde amma hızlanmış! ŞAŞIRMIŞ KALPLER İsterseniz “Gitmeselerdi, provoke ettiler, devleti zor duruma soktular, onlar zaten İslamcı” diye düşünün... Öldürülenler, “tarihin ikiyüzlülüğüne karşı cesaret ve fedakârlık gemileri”ne binmişti. Bizimkiler de ötekiler de. 14 askere karşı 1400 Gazzeli katleden ve buna “terörle savaş” diyen saldırgan ikiyüzlülük varken; tarihte yaşadığı büyük acıları başka insanlara reva gören vicdansızlık varken, kalbiniz yolunu şaşırmasın! Şimdi en çok, İsrail’e tank ihalesi verenleri, eleştirene “Yahudi düşmanı” diyen komutanı, ortak tatbikata yumulanları, mayınlı arazi peşkeşçilerini merak ediyorum. İsrail’le cicim zamanları, kimimize “Sermaye ırkçısı” diyen bir başbakan da dahil!
Umur Talu, Habertürk, 1.6.2010 |
02.06.2010 |
‘Haydut devlet’ İsrail’e ceza kesilmelidir...
İsraİl’İn karadan 70 mil uzaklıkta, ‘uluslararası sular’da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kanını döken saldırısına, ‘resmi ağızlar’dan ilk tepki ‘korsanlık’ olarak geldi. İsrail’in yaptığı ‘korsanlık’ mı? Şüphe yok. Nasıl bir devlet İsrail devleti? ‘Haydut devlet’. Amerikan siyasetinin bazı Arap ve İslam ülkeleri için bir vakitler uygun gördüğü ‘rogue state’ yani ‘haydut devlet’ tanımlaması bugün İsrail için tümüyle geçerli. Gazze ablukasını aşmak ve Gazze’ye insani yardım götüren konvoya sabaha karşı 04:30’da ‘silahlı baskın’ı hem de ‘uluslararası sular’da- gerçekleştiren bir devlet için ‘haydut devlet’ten başka hangi sıfat uygun düşer? İsrailliler, ‘saldırı’ konusunda hangi gerekçeye başvururlarsa başvursunlar, ‘yatacak yerleri yok’; 33 değişik ülkeden 600 kişilik bir yardım konvoyuna başka hiçbir yöntem yokmuş gibi, sabaha karşı ‘silahlı baskın’ yapıp, konvoydakilerin onda birini öldürmenin ve yaralamanın sığınacağı hangi kabul edilebilir gerekçe olabilir? O 600 kişinin ve kanı dökülenlerin 350-400 dolayında olanı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. Geri kalanlar arasında Kuzey İrlandalı 1976 Nobel Barış Ödülü sahibi Mairead Corrigan-Maguire ve 85 yaşında, Holocaust’ı yaşamış Hedy Epstein da vardı. İsrail askerleri, ‘uluslararası sular’da bu gibi insanlardan oluşan bir insani yardım konvoyuna saldırdılar ve kan döktüler. İsrail’in ‘vicdan sahibi’, Haaretz köşe yazarı Gideon Levy, saldırıdan önce ‘saldırgan askeri birliğin’ yapısını ‘içerden bilgi’ aktarımı ile şöyle yazmıştı: “...Operasyon hazırlıkları da özellikle eğlenceli bir maskaralığa benziyor: Yedi bakan arasında hararetli bir tartışma yaşandı; hapishane hücrelerine sızmakta uzmanlaşmış komando birliği Masada’nın yanı sıra polisin özel anti-terör birliğinden ve ordudan destek almış donanma komandoları konuşlandırıldı; Aşdod limanında özel bir gözaltı merkezi kuruldu ve geminin ele geçirilip güvertediklerin gözaltına alınmasının yayımlanmasını engelleyeceği düşünülen bir elektronik kalkan oluşturuldu.” Yani, İsrail, ‘saldırı’ya her yönüyle hazırlanmış. Şimdi gelinen nokta, bunun ‘hesabını vermesi’nde. ‘Haydut devlet’ haydutluğunun hesabını vermezse, verdirilmezse, ne uluslararası hukuktan, ne Ortadoğu’da ya da dünyanın herhangi bir köşesinde sorunların ‘barışçıl çözümü’nden söz edilemez. ««« İsrail’in Türkiye’ye yönelik olarak algılanması gereken ‘kanlı saldırısı’ üzerine ilk Amerikan açıklamasının ne olacağı haliyle merak konusuydu. Beyaz Saray sözcüsü ‘Ölenler ve yaralananlar için derin üzüntü duyuyoruz’ basmakalıp cümlesiyle yaptığı açıklamanın üstünde durulması gereken bölümü şöyle: “ABD... bu trajediye neden olan koşulları anlamak için çalışmalar yürütmektedir.” İsrail kanlı saldırısına ‘trajedi’ nitelemesini yaptığınız anda, buna ‘neden olan koşulları anlamak için’ ne kadar çalışsanız, bir sonuca ulaşamazsınız. İsrail’in giderek bir ‘haydut devlet’e dönüşmesine yol açan pervasızlığı, adeta koşulsuz ‘Amerikan güvenlik şemsiyesi’nin bunca yıldır sürmesinin yol açtığı ‘şımarıklığın’ doğal sonucudur. Amerika, ‘küresel ve bölgesel çıkarları’na ‘en optimal’ biçimde uygun düşecek biçimde, iki ‘bölgesel müttefiki’ Türkiye ile İsrail arasında ‘tercih yapmak’ ile karşı karşıya bulunmalıdır. Amerika’yı böyle bir ‘tercih’e itmek, Türkiye’nin İsrail’e yönelik tepkisinin ölçüsünü, biçimini ve yöntemini de belirlemelidir. Türkiye’nin silahsız insanları, 35 aydır gayri ahlaki bir abluka altında tutulan ve Uluslararası Af Örgütü’nün son raporuna göre her beş kişiden dördünün ‘insani yardıma ihtiyacı olduğunun’ belirlendiği Gazze’ye ‘insani yardım’ götürürken, İsrail’in ‘silahlı baskını’na uğramışlardır. Bir ülke, bir diğer ülkenin vatandaşlarını bu şekilde katlediyorsa, uluslararası ilişkilerde bu, genel olarak, ‘savaş ilanı’ bile sayılabilir. Elbette, Türkiye, İsrail’e karşı savaş ilan edecek değil. Ancak, bir savaş halinin altında ne tür önlemler, nasıl bir karşılık söz konusu olursa; İsrail’e o ağırlıkta bir tepki verilmelidir. ‘Haydut devlet’in cezası ağır olmak durumundadır. ««« Doğu Akdeniz’deki ‘saldırı’nın iki yönü var: 1. Türkiye-İsrail ilişkilerini ilgilendiren ‘ikili yönü’; 2. Uluslararası boyutu yani ‘çoklu’ yönü. Türkiye ile İsrail ilişkileri, mevcut İsrail hükümeti işbaşında kaldığı sürece ve Türkiye’den ‘özür dilenmedikçe’ ve can kayıplarının ‘hesabı verilmedikçe’ tamir edilemez şekilde bozulmuştur ve düzelemez. 72 milyonluk büyük bir bölge ülkesi ve uluslararası ilişkilerde ‘yükselen güç’ olarak Türkiye, kendisini hedef almış olan böyle bir saldırganlığını geçiştiremez; geçiştirirse, günümüz dünyasında sahip olduğu yer koruyamaz, almaz istediği yeri alamaz. Uluslararası boyutu ise, İsrail’in uluslararası hukuku açık niteliğindeki ‘Doğu Akdeniz korsanlığı’ ve Ortadoğu’da bir ‘haydut devlet’e dönüşmesiyle ilgilidir. İsrail, Gazze işgalini kaldıralı yıllar oldu. Gazze üzerinde abluka uygulamasının geçerli hiçbir hukuki gerekçesi olamaz. Bu saldırganlığın asgari fiyatı, ‘uluslararası camia’nın İsrail’in ‘Gazze ablukası’nı kaldırması olmalıdır. ‘Şer’den bir ‘hayır’ doğmalıdır. Türkiye, ortaya çıkan ‘uluslararası kriz’i, İsrail’e büyük bir öfke ve tepki patlaması yaşayan ‘uluslararası camia’ ile birlikte ustaca yönetebildiği takdirde, Gazze ablukasının kaldırılmasında rol oynayabilir. Ortadoğu, bu dünyanın, İsrail adındaki bir ‘haydut devlet’in Türkiye’ye dahi uzanabilen ‘saldırı özgürlüğü’ne izin verilemeyecek kadar hassas ve önemli bir bölgesi.
Cengiz Çandar Radikal, 1.6.2010 |
02.06.2010 |