Dizi Yazı |
|
‘Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır’ |
Çözülen Kelepçeler Bediüzzaman Mardin’de bulunduğu günlerde âlim ve talebeler onu münazaraya dâvet ederdi. Münazaralarda hep üstün gelirdi. Bundan dolayı da kendisini çekemeyenler yüzünden (nâhoş) hadiseler meydana geliyordu. Mardin mutasarrıfı halk arasındaki dalgalanmayı önlemek maksadıyla Molla Said’i Mardin’den çıkarmayı düşünür. Ellerine kelepçe vurdurur. Jandarma nezaretinde Bitlis’e sürgün eder. Savur ilçesinin Ahmedi köyü yakınlarından geçerken namaz vakti girer. Molla Said namazını eda etmek için kelepçelerin çözülmesini ister. Jandarmalar şüphelenerek teklifi kabul etmezler. Molla Said kelepçeleri bir mendil gibi yere bırakır. Pınardan abdest alarak namazını kılar ve jandarmalardan kelepçeleri vurmasını ister. Savurlu Mehmet Fatih ve arkadaşı İbrahim ismindeki jandarmalar, bunu kabul etmeyerek şaşkınlık ve hayranlık içinde: “Şimdiye kadar muhafızınız idik. Bundan sonra hizmetkârınız olacağız!” derler. Kayıtsız, kelepçesiz böylece Bitlis’e giderler. Bu hadiseden sonra “Kelepçeleri nasıl çözdün?” diyenlere “Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa, namazın kerâmetidir” diye cevap verir.
Bediüzzaman’ın Siirt hayatından bir kesit Bediüzzaman Siirt’e müteaddit defalar gelir. Bunlardan biri şöyledir: Yıl: 1889 Yer: Kubbe-i Hasiye Yediği çorbanın tanelerini karıncalara verir. Hikmetini soranlara, mukabil der ki: “Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtîf bir vakıa-i müdafaayı beyan ediyorum. Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: ‘Eskişehir Mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. “Hulâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, halî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu; ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular; ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.” (Tarihçe-i Hayat, s. 357)
Bediüzzaman’ın Erzurum hayatından bir kesit Bediüzzaman Birinci Cihan Harbi’nde Erzurum’dadır. Erzurum’un Pasinler ilçesinde Ruslara karşı savaşır. Bu savaş esnasında cephede at üstünde ve siperde İşarâtü’l-İ’câz adlı Kur’ân tefsirini yazar. Adı geçen eserden yazılışıyla ilgili olarak birkaç satır şöyle iktibas edecek olursak: “İşaratü’l-İ’caz tefsiri, eski Harb-i Umuminin birinci senesinde, cephe-i harpte, me’hazsiz ve kitap mevcut olmadığı halde telif edilmiştir. Harp zamanının zaruretinden başka, dört sebebe binâen gayet muhtasar ve icazlı bir tarzda yazılmış; Fatiha ve nısf-ı evvel (ilk yarısı), daha mücmel, daha muhtasar kalmıştır.” (s. 9) Harbin dehşetli safahatı içinde Erzurum’da bir hasta ziyaretine gider. Ona teselli verir. Bu hadise, Risâle-i Nur’da şu şekilde yer alır: “Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi: “‘Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım’ diye acı bir şikâyet etti. “Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: “‘Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîm’in rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir.’” (Lem’alar, s. 17)
Erzurum yolu… Bediüzzaman doğudan Anadolu’ya sürgün edilirken Erzurum’a geçer. Erzurum Esat Paşa Camii ve Kurşunlu Camii avlusundaki medreselerde kaldığı rivâyet edilir.
Erzincan hayatından bir kesit… Bediüzzaman, ordu kumandanı Zeki Paşa’nın dâveti üzerine Erzincan’a gelir.
ESKİ SAİD DÖNEMİNDE KULLANDIĞI İSİM VE İMZALAR Bediüzzaman, “Eski Said” döneminde şu isim ve imzaları kullanmıştır: Said, Meşhur Molla Said, Saidü’l-Meşhur, Ehu’l-acaib, İbni Ammi’l-Garâib, Ebu Lâ Şey, Ceride-i Seyyare, Mirzazâde Bediüzzaman Said Nursî, Garibüzzaman...
İLK DÖNEM ESERLERİ Üstad Hazretlerinin Birinci Said döneminde telif ettiği birçok eseri mevcuttur. Bu eserler, İkinci ve Üçüncü Said döneminde telif edilen Risâle-i Nur Külliyatı içine dahil olan eserlerdir. Birinci Said döneminde kaleme aldığı eserlerin toplamı on bir adet olup, isimleriyle birlikte mahiyetlerini şöyle sıralamak mümkündür.
Nurun İlk Kapisi “Risâle-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği olan bu risâle…” (Nurun İlk Kapısı, Yeni Asya Neş., Şubat-2010, s. 20) şeklinde tavsif edilen “Nurun ilk Kapısı”, 1925 yılında Burdur’da telif edilmiş, ilk baskısı tarihsiz olarak basılmıştır.
Nokta Rısâlesı 1337’de (R.1921 - H.1919) telif edilen bu eserin ilk baskısı, İstanbul’da Evkaf-ı İslâmiye matbaasında basılmıştır.
Şuaât (Şuaât-ı Marifetü’n-Nebi sallallahu aleyhi vesellem) 1339’da (R.1923 - H.1921) telif edilmiş. İlk baskısı Evkaf-ı İslâmiye matbaasında basılmıştır. Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz’le alâkalı bir risâledir.
Rumuz Telif tarihi 1339’dur (R.1923-H.1921). İlk baskı, İstanbul Evkaf-ı İslâmiye Matbaasında gerçekleşmiştir. Kur’ân-ı Azimüşşan’la alâkalı konuları hâvîdir.
İşârât Telif tarihi 1339’dur (R.1923-H.1921). İlk baskısı, Evkaf-ı İslâmiye matbaasında basılmıştır. Zamanın fehmine uygun önemli meseleleri izah eder.
Sünûhât 1920 tarihinde telif edilmiştir. İlk baskısı Evkaf-ı İslâmiye Matbaasında basılmıştır. Risâle-i Nur’daki bazı meselelerin hülâsalarını ihtiva etmektedir. Tuluât Telif tarihi 1339’dur (R.1923-H.1921). Girişinde “Telepati nev’înden, ruhumla şiddet-i alâkası olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair, birdenbire kibrit yakmak gibi seri suâller soruyor. Ratb ve yabis karışıyor. İntihap, kâriin arzusuna tâbidir” ifadesi yer alır.
Hutuvat-ı Sitte Bu eser 1920 yılında İstanbul Evkaf-ı İslâmiye Matbaasında basılmıştır. İstanbul’un işgalinde yazılıp, işgalcilere karşı gizlice neşredilmiş ve el altından dağıtılmıştır.
Divan-ı Harbi Örfi 1909 yılında telif edilmiş, 1911 yılında İkbal-i Millet Matbaasında ilk baskısı yapılmıştır. Bediüzzaman’ın, 1909 yılında İstanbul’da kurulan sıkıyönetim mahkemesindeki yüksek müdafaasıdır. Bu müdafaa sonunda verildiği sıkıyönetim mahkemesinden beraat etmiştir.
Münâzarât Şark’taki aşiretlerin suallerine cevap olarak hazırlanıp H.1329-M.1911’de neşredilen bu eser, bilâhare müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri tarafından tekrar gözden geçirilerek neşredilmiştir.
Hutbe-i Şamiye 1911 yılında telif edilerek aynı tarihte ilk baskısı yapılan bu eser, Şam ulemasının ısrarı üzerine Şam’daki Câmi-i Emevi’de verilen bir hutbeden oluşmaktadır.
BEDİÜZZAMAN’IN BAZI TEMEL MEFHUMLARA BAKIŞI
Maarif (ilim / eğitim) Bulunduğumuz zaman ve çağ itibariyle ilmin oldukça tevessü ettiği (genişlediği) hakikatini dile getiren Said Nursî, maarifle alâkalı genel bir tesbitini “Mahiyet itibariyle her şey ilme bağlıdır” sözüyle ifade eder. Maarifte akılcılığın yanı sıra ruhu kemâle erdiren bir anlayışın hâkim olması gereğine dikkat çeken Said Nursî, maarife temel yaklaşımını şu sözleriyle dile getirir: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir (din ilimleri). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (medeniyet fenleri). İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (Münâzarât) Maarifte esas bir unsur olarak telâkki ettiği öğretmenlere de önem verir ve “Muallimin iyisi, minare başında; kötüsü, kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur. Ya âlâ-i illiyyinde (yüksek mertebede) veya esfel-i sâfilîndedir (aşağıların aşağısı)” (Son Şahitler: 1:13) der.
Medeniyet, hürriyet ve demokrasi Bediüzzaman “Hakikî medeniyet, nev-i insanın terakkî ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir” der.(Divan-ı Harb-i Örfi, s. 55) Hürriyeti ise şu sözleriyle tarif eder: “Hürriyet, umum efrâdın zerrat-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.” Yine hürriyetin nasıl olması gerektiğine de şu sözleriyle işaret eder: “..nazenin hürriyet, adâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.”(Münâzarât, s. 55) Bu tarifler, şimdiki özgürlük anlayışının daha ilerisini ve mükemmelini ifade eder. Bediüzzaman, hürriyet mefhumuna verdiği değeri ise “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözüyle ifade eder.
Asayiş Bediüzzaman, asayişe bakış tarzını “Bizim vazifemiz müsbet harekettir, menfî hareket değildir” diyerek anahatlarıyla çizer. Bu yaklaşıma günümüzde hâlâ ne kadar çok ihtiyaç olduğunu hadiseler göstermektedir. Yukarıdaki sözünün devamında sarf ettiği şu cümleler de, onun asayişle ilgili yaklaşımını ortaya koyar: “Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” Asayişle alâkalı olarak Müslümanın tavrının nasıl olması gerektiğini ise şu cümleleriyle ifade eder: “Hakîki bir Müslüman, samîmi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dînin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 566)
Milliyetçilik Çağımızda kendisini kuvvetlice hissettiren unsurların başında milliyetçilik mefhumu gelmiştir. Said Nursî de bu konuya kayıtsız kalmamış; Kur’ânî yaklaşımını ortaya koymuştur. Mektubât isimli eserinin 26. Mektub 3. Mebhas’ını hususiyetle bu konuya ayıran Said Nursî’nin, konuyla ilgili bazı temel yaklaşımları şöyledir: “Din, milliyetin hayatı ve ruhudur.” (Hutbe-i Şamiye, s. 69) “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır.” (Münazarat, s. 99)
İstibdat Lûgatte “Kanuna ve nizâma tâbî olmayan, keyfî, baskıcı yönetim; zulüm ve tahakküm” manalarına gelen “istibdat”ı Said Nursî’nin tasvip etmesi mümkün değildir. Ömrü boyunca istibdatla mücadele eden Said Nursî, bu menfî unsuru şu sözleriyle değerlendirir: “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23)
Vatan ve Millet Sevgisi Vatanı “millî bir ailenin hanesi” (Şuâlar, s. 205) şeklinde değerlendiren Said Nursî, aileyi ayakta tutan unsurların vatan mefhumu için de geçerli olduğunu söyler. Bu ifadeler, Said Nursî’nin vatan muhabbetinin simgesi olması açısından manidârdır. Cihan Harbi, Milli Mücadele yılları ve hayatı boyunca gösterdiği gayretlerde de vatan ve millet sevgisinin varlığı apaçık görülür. Birleştiriciliği, milletin birlik ve beraberliği hususunda verdiği gayretler, yaptığı faaliyetler Said Nursî’nin vatan ve millet sevgisini açık ve net bir biçimde ortaya koymaktadır. Eserlerine de yansıyan üstün vasıflarıyla Said Nursî, aynı zamanda bir millî kahraman, örnek ve dehâ bir şahsiyettir.
—SON— |
05.07.2010 |