Elif Eki |
|
Said Nursî, hayatını iman kurtatmaya adamış bir mücahit |
Geçtiğimiz aylarda elime bir kitap geçti: “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabını biraz karıştırdıktan sonra yazarının Amerikalı bir profesör olduğunu ve kitabında da İslâmiyetle tanışma hikâyesinin yer aldığını gördüm. Kitabın her sayfasında ayrı bir heyecana sürüklenirken kendisine bir şekilde ulaşıp suâller sormak istedim. İnternette kısa bir araştırma sonrasında kendisine ulaşabildim ve röportaj talebimi ilettim. Kitabında olduğu gibi alçakgönüllü olan Şekur, soruları gönderdiğim takdirde cevapları yollayacağını ifade etti. Soruları göndermemiz akabinde uzun bir süre bekledik. Ki cevapları gönderdiğinde ailesinden bir yakınının vefatı dolayısıyla geciktiğini belirtip özür diliyordu. Bütün Yeni Asya camiası olarak Üç Ayların yüzü suyu hürmetine Şekur’un yakınını Cenâb-ı Allah’ın rahmetiyle kuşatmasını niyaz ediyoruz.
Şu an Amerika’da ne yapıyorsunuz?
Müslüman olduktan sonra kendimi yazmaya adadım. Şu anki hayalim Sufi serisi olarak başlattığım “Su Üstüne Yazı Yazmak”ın devamını getirmektir. Geçen zaman içerisinde üniversitedeki görevimden emekli oldum. Halihazırda psikoterapi ve akıl hastalıkları üzerine çalışan birkaç doktora öğrencim var. Zaman zaman seyahat ediyorum, fakat zamanımın çoğunu ailem ve cemaatimle sessiz, tefekkürî bir hayat şeklinde geçiriyorum.
Psikoloji profesörüsünüz. Yıllarca aile kavramı üzerinde çalıştınız. Sizin için ‘ideal aile’ dendiğinde aklınıza ne geliyor?
Bu sorunun birden çok cevabı var, fakat özetle şunları söyleyebilirim. Dünya genelinde aile kurumunun sarsıntıda olduğunu ifade etmek gerekiyor. Boşanma oranları astronomik rakamlara ulaşmış durumda. Sizin anlayacağınız aile kurumu uçurumun eşiğinde. Aile kurumunun mimarları konumundaki karı ve kocanın her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Allah ile olan bağlantısı ise zayıflamakta. Bu bağ zayıfladıktan sonra da karşılıklı sevgiden, muhabbetten insanlar uzaklaşıyor. Aile kurumunu ayakta tutan bu altın koruyucular sabote edildikten sonra da zaten ‘ben’ merkezli bencillik bunların yerini alıyor. Bazen bu kayıplar telâfi edilebilir olsa da maalesef bunun giderek daha da arttığını söylemek durumundayım.
Said Nursî, eserlerinde aile hayatı ile ilgili şu ifadeyi kullanıyor: “İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.” Bu cümle ile ilgili bir şey söylemek ister misiniz?
Öncelikle belirtmeliyim ki, gerçek mânâdaki güzellikleri çok özlü bir şekilde ifade eden bir cümle. Bunun yanı sıra, bir önceki soruyla birlikte cevaplamak gerekirse başta Müslümanlar olmak üzere yuva kurmak isteyen herkes, bir nevî cennet hayatına ulaşmak için evlenirken niyetlerini yukarıda bahsetmiş olduğumuz değerler çerçevesinde dikkate almalıdırlar.
Said Nursî, eserlerinde aile hayatı ile ilgili şu ifadeyi kullanıyor: “İnsanın, hususan Müslümanın tahassüngâhı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.” Bu cümle ile ilgili bir şey söylemek ister misiniz?
Öncelikle belirtmeliyim ki, gerçek mânâdaki güzellikleri çok özlü bir şekilde ifade eden bir cümle. Bunun yanı sıra, bir önceki soruyla birlikte cevaplamak gerekirse başta Müslümanlar olmak üzere yuva kurmak isteyen herkes, bir nevî cennet hayatına ulaşmak için evlenirken niyetlerini yukarıda bahsetmiş olduğumuz değerler çerçevesinde dikkate almalıdırlar.
Said Nursî hakkında ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle Said Nursî ile alâkalı bilgilerimin oldukça kısıtlı olduğunu söylemeliyim. Eserlerini okuduğumda onun ne kadar parlak bir zekâya sahip olduğuna şahit oldum. Bunun yanı sıra onu tarif ederken, insanların imanlarını kurtarmalarına yardımcı olmak için kendisini sadakatle bu yola adamış bir mücahid sıfatını kullanabilirim.
Bir çok İslâm ülkesini dolaştınız. İslâm âleminin hâlihazırdaki durumu hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Peygamber Efendimiz’in (asm) bize bırakmış olduğu muazzam bir miras var. İslâmiyet Hz. Muhammed’den (asm) önceki tüm peygamberlerin ortaya koymuş olduğu değerleri kucaklıyor. Gittiğim her yerde, bir yolcu olarak her ne ihtiyacım varsa maddî ve manevî olarak yerine getirildi. Sonuç olarak kim ne derse desin, ne söylerse söylesin ben beni yaratan Rabbime ve bize gönderdiği Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (asm) minnettarım.
İslâm âleminin hâlihazırda kaybetmiş değerleri olduğunu söyleyebilir misiniz?
Bu aslında bardağa ne tarafından baktığınızla alâkalı. Bardağın yarısı dolu mu veya bardağın yarısı boş mu? İslâm âlemi ile alâkalı dürüst olmak gerekirse, var olan veya koruyabildiğimiz değerlerin kaybettiğimiz veya unutulan değerlerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. İslâm toplumlarının ne kaybettiği sorusunun cevabını her mü’min kendi kalbine sorduğu zaman rahatlıkla bulabilecektir.
Said Nursî Hazretlerinin eserlerinde geçen fen ve din ilimlerinin birlikte okutulmasını hayal ettiği ve adını da “Medresetüzzehra” dediği bir projesi var. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Böyle bir üniversitenin kurulması fikri kulağa çok hoş geliyor. İslâmiyet, bizi sürekli araştırmaya sevk etmektedir. Din ve fen ilimlerinin birlikte okutulması fikri çok mantıklı. Eğitim sistemi ile ilgili benim düşüncem de İslâmiyetin yaşanılan zamanın en iyi değerlerini kucaklaması yönünde. Bununla birlikte sadece kendi zamanının en iyilerini değil bununla birlikte geleceğin fırsat ve risklerine karşı da insanları hazırlamalı. Yaşanan tüm büyük, küçük güzel şeyler için Allah’a hamd ediyorum.
Âyetü’l-Kübra”yı okuduğunuzu söylemiştiniz. Âyetü’l-Kübrâ veya Risâle-i Nur’u ilk okuduğunuzda ne hissettiniz?
Güvendiğim bir Türk arkadaşım vesilesiyle “Âyetü’l-Kübrâ”yı okuma fırsatını elde ettim. Arkadaşımın değerlendirmeleri benim için önemliydi. Kitap İngilizce’ye tercüme edilmişti, fakat anlatımındaki gücü ile üslûbundaki samimiyeti benim için yeterliydi diyebilirim.
Muhyiddin Şekur kimdir?
1973’te ABD Kent Eyalet Üniversitesinde Psikolojik Danışmanlık bilim dalından doktora derecesi aldı. Ohio, Cleveland’da doğan Muhyiddin Şekûr, çeşitli akademik görevlerde bulundu ve geçtiğimiz aylarda emekli oldu. Bireysel terapi ve aile terapisi alanlarında bir öğretmen ve uygulamacı olarak, ABD’de ve diğer ülkelerde akıl sağlığı sorunları üzerine makaleler yazdı ve ders verdi. Hayatın sadece dış anlamını değil iç anlamını da aktif olarak sorgulayan Şekûr, 18 yıl kadar önce Tarikat mesleğine girdi. Doğu’da uzun seyahatlere çıktı ve Mekke ve Medine’yi gerek umre, gerekse hac niyetiyle birkaç kez ziyaret etti. Hüseynî Hayati Rufâî tarikatına mensup olan Şekûr, halen şeyhinin yakınında oturup, ömrünü İslâmı anlamaya adamıştır.
Röportaj ve tercüme: YAVUZ TOPALCI |
“Risale-i Nur Bilgisi” dersine hoş geldiniz!-4 |
Orta öğretim gençliğine yönelik, Risale-i Nur Külliyatı’nın anlaşılması ve benimsenmesi yolunda hazırlanan bir “ders kitabı dizisi.” Önce genel/ortak “kapak yazısı”nı aktaralım: “Öğrenciler, Risale-i Nur’u anlamak/incelemek isteyenler, bu kitap sizler için hazırlandı. Eğitim-öğretim disiplininin gerektirdiği ciddiyet içinde hazırlanmasına rağmen, Risale-i Nur’u, bu kitapla, sıkılmadan daha yakından tanıma ve derinlemesine inceleme imkânı bulacaksınız. O kadar ki, pek çok ilmî ağırlığı olan mevzuyu, bir anda kavradığınızın farkına varacaksınız. Özenle seçilmiş resimlerle bezeli metinleri incelerken, iman esaslarına, İslam’ın şartlarına ait bilgileri ve Risale-i Nur hakkında bilmediklerinizi öğreneceksiniz. Bu arada Bediüzzaman’ın konular hakkındaki orijinal yaklaşımlarına da şahit olacaksınız…” Üsteki kapak yazısını doğrulamamak mümkün mü? Elbette hayır… Hakikaten dizi-kitapta toplam 72 ders (“iman” konuları 26, “İslam” konuları 29, “Risale-i Nur Bilgileri” konuları da 12 kısımda) işlenmiş ki, İman/İslam/Risale-i Nur Bilgileri’nden ibaret üç türün her biri kendi başına, “hedef kitlesi” açısından merak ve şüpheleri giderecek evsafta. (Bu arada hemen belirtelim: Üç ciltte de konular 1’den 72’ye kadar sıra numaralı. Yani cilt 1’de 1-25, cilt 2’de 25-50, cilt 3’te de 51-72 no’lu konular/dersler sıralanmış.) Seriyle ilgili küçük notlarımıza gelince (sırasıyla): *Seri takım hâlinde (aynı ambalaj içinde) satışa sunulmadığından her bir cildi “müstakil bir kitap” muamelesi görüyor, dolayısıyla birinin baskısı yenilenirken diğerleri eskide kalabiliyor. (Aşağıdaki künyede yer alan yayın tarihlerine dikkat lütfen!) *Her üç ciltte de “İçindekiler” kısmı birbiri içinde mütenakız. Örnek 1: Birinci cildin ”İçindekiler”inde konular, içeride olduğu gibi sıra numaralı değil. (Öbür ciltlerde böyle bir problem yok.) Örnek 2: İkinci cildin “İçindekiler”inde orijinal “metin”lerin başlıkları konulmamış. *“Takdim” yazılarında, “serinin, kendi türünde ilk çalışma olduğu” yolunda önemli bir bilgi var ki, doğru. *Birinci cilt-konu 3’te “Bediüzzaman Hazretleri’nin 1925 yılından itibaren başlayan esaret hayatı” ibaresindeki “esaret” kelimesinin (s. 15) doğru kullanımı “sürgün” olsa gerektir. *Bölüm sonlarında yer alan vecizelerden bazıları sehven mükerrer kullanılmış. Örnek 1: cilt 1’de “Hangi şeye dikkat etsen şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir baki var.” vecizesi, iki sayfada birden (124 ve 187) yer alıyor. Örnek 2: c. 1-s. 219’daki “Cesed-i insan havaya, suya ve gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan da namaza muhtaçtır.” vecizesi, c. 2-s. 33’te de bulunuyor. Örnek 3: c. 2-s. 103’teki *”İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.” vecizesi, c. 3-s. 123’te de yer almış. *”Ders kurgusunda olduğu hâlde” bazı kısımlar eklenmemiş. Örnek: cilt 1-konu 5’te “Vecizeler” kısmının muhtevası/kendisi yok. *”Okuma Parçası” adı altındaki bazı metinlerde müellif adı unutulmuş. Örnek 1: cilt 1-konu 14’te “Dünya Ötesi Yolculuk” / aynı cilt-konu 17’de “Meleklere İman” (Başlık “İçindekiler”den alındı; yani söz konusu metin, başlıksız!); cilt 2-konu 31’de “Hz. Musa ve Firavun” / aynı cilt-konu 34’te “İslamiyet’ten Önce Arabistan’ın Durumu” / aynı cilt-konu 47’de “Barla Sıddıkları.” Keza “İçindekiler”de belirtildiği hâlde, bazı okuma parçalarına başlık eklenmemiş. Örnek: cilt 1-konu-17’de “Meleklere İman” / aynı cilt-konu 23’te “Kader ve Kaza Nedir?” Hakeza ikinci cilttekinin aksine, birinci ve üçüncü ciltlerde ders kurgusunda 1’den 6’ya kadarki alt başlıklara “okuma parçası” dâhil edilmemiş. (Yani ikinci ciltte “okuma parçası” olan konularda bu, misal “konu numarası-7” şeklinde belirtilmiş; fakat birinci ve üçüncü ciltlerde böyle bir uygulama yok.) *İkinci cilt-konu 34’te “metin” kısmında haşiyenin metni yok (s. 82). *Bazı “ihtar”larda, lügatçelerde ya da resimaltı yazılarında “font/karakter uyuşmazlığı”nın yansımaları var. Şöyle ki, “İ,” “ş,” “ğ,” ”ı” gibi harfler düşmüş (çıkmamış). (Bunlar c. 1-s. 44, 81, 89 ve 97 ile c. 3-s. 89 ve 96’da.) *Üçüncü cilt-konu 72’de, Afyon mahkemesinde muhakeme edilen Nur talebelerinin sayısıyla ilgili çelişkili rakamlar var. Ders kurgusundaki sayı 121 iken, son sayfada bu rakam 120. Yanlış anlaşılmasın! Elbette böylesine büyük/geniş projelerde bu tür hataların olması mümkündür, hattâ normaldir; fakat bunların yeni baskılarda düzel(til)mesi beklenir. Ve serideki sorulara ilâve bir soru da bizden: Serinin birinci cildinde (s. 214) yer alan “Bir zaman sinnen, ismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi. ‘Namaz iyidir; fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur, bitmediğinden usanç veriyor.’” (Yirmi Birinci Söz-İkinci Makam) ibaresindeki meşhur zat kimdir? Düşününüz! Toparlayacak olursak, Nur’larla nurlanmak isteyen her gencin edinmesi gereken, hakikaten orijinal ve faydalı, her daim istifade edilecek bir eser.
*** RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN ÖRNEK METİNLER Yazan: Komisyon Sayfa Sayısı: 640 (3 cilt) Ebatları: 16,5x23 cm Türü: Eğitim Yayınlayan: Yeni Asya Vakfı Risale-i Nur Enstitüsü Yayın Tarihi: Nisan 2002 (c. 1)/Ağustos 1999 (c. 2)/Nisan 2000 (c. 3)
ORHAN GÜLER [email protected] |
HERŞEYİ HALLETTİK |
Doğanlar, hayata henüz gözlerini açanlar, büyümeler, gelişmeler, açmalar, solmalar.. Her şeyi o kadar inceledik ki, hakkında birkaç kelâm söyleyemeyeceğimiz bir şey kalmadı. Bizler her şeyi hallettik... Hayatı anlamaya çalışıyoruz, ancak her şey gözlerimizin önünden kaybolup gidiyor. Biz aklımızı her şey zannediyoruz ve yanılıyoruz. Halbuki, baharın gelişini akılla izah etmek, baharı anlamak mı? Bizi yaratan, bizi akıldan ibaret yaratmamış; binlerce duygu ile de donatmış. Öyle ise hayat bizi her şeyimizle bekliyor. Her şey hissedilmeyi bekliyor, yaşanmayı bekliyor. Hayatın gerçeği yalın akılla yakalanmıyor, çünkü hayat yaşanmayı istiyor. Suat Ünsal
DUÂ
Allah’ım bizi, hepimizi affet. Bütün sevdiklerimizi, seni ömründe bir defa dahi olsun hayalinden kim anmış, kim geçirmişse onları da affet. Sen ki affetmek için bahaneler ararsın, biliyoruz. Ruhumuza öyle bir zenginlik, nimetlerine karşı sonsuz bir şükür hazzı nasip et ki, en küçük bir kareden, bir manzaradan, bir sesten de ulvî bir zevk alıp Sana hamd edebilelim. S. Gündüzalp
KÂİNATIN VEFATI
Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risâlet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefât edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyâreye çarpacak, bir kıyâmeti koparacak.
Bediüzzaman, Sözler, Onuncu Söz
ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ HAZRETLERİ’NDEN
* Allaha güvenen, sağlam bir kulpa tutunmuş demektir. Kendi gibi bir mahlûka güvenen ise suyu avuçlayana benzer. Elini açtığında hiçbir şey bulamaz. * Günahların kötü bir kokusu vardır. Allah’ın nuruyla bakanlar bunu anlar. Fakat halktan gizler, onları rezil etmezler. * Allah, kendi yolunda yorulup çalışan herkesi, kendi yanında dinlendireceğini garanti etmiştir. * Bilgi kabuk, amel ise özdür. Kabuk öze zarar gelmesin diye korunur, öz de içindeki yağ çıkartılsın diye. Kabuğun içinde öz yoksa neye yarar? İçinde yağ yoksa ne işe yarar? * Her nerede olursan ol, sen O’nun emrinde olursan, bütün varlıklar senin emrinde olur.
NASİHAT
Düşme olmayacak iş arkasına Oluruna bağlı hayat gidişi Seni de anlatır bir başkasına Başkasını sana anlatan kişi
Yalancıdan sakın bekleme vefa, İnsanlık arama çekersin cefa Sadık olan dostun sürdürür safa Sabır et, her dar vaktin olur genişi
Haydarî’den al da nasihat bu dem Âdem ol ki Allah eylesin kerem Hemi gördüğünü söylememek hem Gördüğünü örtmek erenler işi Haydarî
ATASÖZÜ At adımına göre değil, adamına göre yürür.
HARP VE SULH Bu dünyayı biz bozduk, Biz tamir edemedik Ya birbirimize bağıracağız, Ya sahibini çağıracağız Gökhan Evliyaoğlu
İYİLİKLERİNİ DE GİZLE Kötülüklerini gizlediğin gibi iyiliklerini de gizle. Bişr-i Hafî
ŞÖHRET ÂFETTİR Kâfi bana bilmek beni, hiç bilmesin âlem Zira büyük afettir o şöhret, neme lâzım! Giridî Sırrı Paşa
DOSTLUK
Dostluk eskidikçe, sevgi artar. Hz. Ali (ra)
İLK VE SON CÜMLE Okuyacağım kitabın ilk cümlesi yol haritamı çizer. Ya devam ya tamam... Bir de son cümlesi. Selçuk Yıldırım
OKUMAYI SEVMEK Okumayı sevmek, hayattaki can sıkıcı saatleri güzel saatlerle değiştirmektir. Monteskiyo
CAN DA, MAL DA EMANET Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsunuz? Hiçbir can sizin değil, niye dövüşüyorsunuz? Mevlânâ Celâleddin Rumî
BİR ERKEK TARİFİ Erkek hanımıyla çocuk gibi olmalı; fakat aile reisliği görevinde adam gibi davranmalıdır. Hz. Ömer (ra)
DİL Dilden daha çetin azap görecek hiçbir aza yoktur. Ramûzu’l-Ehâdîs’ten...
İSTEKSİZLİK Üzümlerinizi istemeye istemeye sıkarsanız, isteksizliğiniz pekmezinize ağu katar. Halil Cibran
ÖNYARGI Bir gün uyanıp da insanoğlunun aynı ırk, renk ve dine ait olduğunu görseydik, öğlene kadar yeni önyargılar bulmak zorunda kalırdık. George Aiken
YERİN YILDIZLARI Yer halkı gökte yıldızları parlak olarak gördükleri gibi, gök halkı da yeryüzünde Allah’ın adının zikredildiği evleri böyle parlak olarak görürler. Ebu Hureyre (ra)
KENDİNİ DİNLEMEK Bir an kendisiyle yalnız kalabilen insanın kemendinden hiçbir av kurtulamaz. Muhammed İkbal
ÜZÜLMELİ, AMA NE İÇİN? Dünya malı için üzülmek kalbe zulmet, ahiret için üzülmek ise kalbe nurdur.
Hz. Osman (ra)
SELİM GÜNDÜZALP |
Peygamber Efendimizde (asm) vefa duygusu |
Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin her türlü güzel duygusu da zirve yapmıştır. İşte onlardan birisi de vefa duygusudur. Vefa sözlükte, dostluk ve sevginin gerektirdiği davranışlarda devamlı olma anlamına gelmektedir. Eski dostluğu korumaya da “vefakârlık” denir. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz’in (asm) babası, Abdullah; annesi ise Vehb’in kızı Âmine’dir. Babası, Kureyş Kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi ise Zühreoğulları kolundandır. Her ikisinin soyu, bir kaç göbek yukarıda, “Kilâb”da birleşmektedir. Her ikisi de Mekke’nin yerlisidir. Peygamber Efendimizin (asm) soyu, çok temiz ve çok şerefli bir soy zinciri ile Hz. İbrahim’e (as) kadar uzanır. Kâinat Hz. Muhammed’in (asm) doğumuyla sevgilisine, efendisine kavuşmuştu. Kâinatın rengi değişmiş, adeta nura bürünmüştü. Mekke ise eşsiz olaylara sahne olmuştu. Hz. Muhammed’in (as.m) doğumundan iki ay kadar önce babası, Suriye seferinden dönerken Medine’de hastalanarak 25 yaşında vefât etmiş ve orada defnedilmişti. Peygamberimize (asm) babasından mirâs olarak beş deve, birkaç koyun, doğduğu ev ve Ümmü Eymen (Bereke) adlı bir câriye kalmıştır. Hz. Âmine, huzurlu ve sevinçli idi. Nur topu yavrusu ona tatlı gülücükleriyle, kocasının acısını bir derece unutturuyordu. O, aynı zamanda geleceğe umutla bakmasına vesile olan bir teselli kaynağı idi. Hayatta en yakını annesinden sonra dedesi Abdülmuttalib ve amcası Ebu Talib olacaktı. Bunlar sırasıyla yetim Muhammed’e (asm) hayatta oldukları sürece kol kanat gereceklerdi. Başlangıçta kısa bir süre onu annesi Âmine emzirdi. Sütü yetmediği için, daha sonra kısa bir süre amcası Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hatun emzirdi. Süveybe Hatun daha önce Hz. Hamza’yı (ra), ondan sonra da Ebu Seleme’yi emzirmişti. Böylece amcası ile sütkardeşi olmuşlardı. Peygamber Efendimiz (as.m) Hz. Hatice (ra) ile evlendikten sonra bu süt anneyi hiç unutmamıştır. Süt anne Süveybe Hatun fırsat buldukça Hz. Hatice’nin evine gelip giderdi. Peygamberimiz de (asm) ona çok hürmet eder ve ikramda bulunarak vefa duygusunu sürdürürdü. Gönlü onun hür ve Müslüman olmasından yanaydı. Vefa duygusu, Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya getirdiği güzel ahlakın temeli idi. Hz. Hatice, Ebu Leheb’e Süveybe’yi ısrarla azat etmek üzere kendisine satmasını teklif etmişti. Ebu Leheb bu teklifi kabul etmemiş ve ancak Resul-i Ekrem’in (asm) Medine’ye hicretinden sonra kendiliğinden azat etmişti. Ebu Leheb ve karısı, onun peygamberliğini tasdik etmemişler, hayatları boyunca da karşısına dikilmekten, ona zulmetmekten geri kalmamışlardı. Bu nedenle de Allah’ın lanetine maruz kalmışlardır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de Tebbet suresinde şöyle açıklanmaktadır: “Kahrolsun Ebu Leheb! Zaten kahrolup gitti ısı da odun taşıyıcısı olarak beraber (ateşe) girecek. Ve boynunda da bükülmüş bir ip olduğu halde.” Ebu Leheb, kölesinin tırnağı kadar bile değer kazanamamıştı. Kaynaklarda sadece, Süveybe Hatun’u azat etmesi nedeniyle bir miktar lutfa mazhar olduğu anlatılmaktadır. Bir rivayette, Ebu Leheb’i ölümünden sonra rüyada Cehennemde susuzluktan feryat ettiği anlatılır. Sebebi sorulduğunda, hiçbir hayra, iyiliğe ermediğini, yalnız Süveybe’yi azat ettiğini, o da Hz. Muhammed’i (asm) emzirdiği için (iki parmağı arasındaki bir deliği göstererek) orayı emerek sulandığını söylemiştir. Dünyada dolaylı yapılan bir iyilik dahi karşılıksız kalmamaktır. Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’de olduğu gibi Medine’de de unutmamıştır. Hicretten sonra Süveybe’ye elbiseler göndermiştir. Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Süveybe’nin vefat ettiğini duyunca üzülmüş ve daha sonra oğlunu sormuştu. Onun da öldüğünü öğrenince, akrabalarından kimlerin yaşadığını araştırmıştır. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) yalnızca ilk süt annesi Süveybe Hatuna değil, daha sonraki süt annesi Halime’ye ve “annemden sonra annem” dediği amcası Ebu Talib’in hanımı Fatıma’ya aynı vefa duygusuyla yaklaşmıştır. Hatta onların akrabalarına bile aynı ilgiyi göstermiştir. Bunu siyer kitaplarında görmek mümkündür. İnsanlar vefalı olmalı, dostlarının eski hukukunu unutmamalıdır. İhtiyar olmuş akrabalara bakmak, hem büyük sevap almakla beraber, o ihtiyarların -ve özellikle baba ve anne ise- dualarını almak ve kalblerini hoşnut etmek ve vefâkârâne hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medar olduğu, sahih rivayetler ile ve çok tarihi olaylar ile sabittir.1 Dayı ve teyze, anne; amca ve hala, baba hükmünde olduğunu düşünürsek dünya ve ahret mutluluğuna gidecek çok güzel yollar var demektir.2 Dinimizde sıla-yı rahimin emredilmesinin hikmetleri ise anlatılmakla bitmez.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 220 2- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 438
AHMET ÖZDEMİR [email protected] |
Her şey on kat büyük olsaydı |
Bir sabah uyandığınızda yeryüzünde bulunan bütün varlıkların on kat büyüdüğünü görseydiniz ne olurdu? Hiç böyle bir soru duydunuz mu? Ben Bilim Teknik dergisinde okumuştum. Bir bulmaca şeklinde soruyordu. Diyordu ki; kendiniz de dâhil olmak üzere dünyadaki her şey on kat büyümüş olsa bunun farkına varabilir misiniz? İsterseniz cevabını bir tefekkür macerası için biraz erteleyelim, zirâ çok önemli bir konuya dikkat çekmek istiyorum: Birçok insan cevap olarak, kimsenin bu değişikliğin farkına varamayacağını söyleyecektir. Çünkü kendimiz de büyüdüğümüz için matematiksel olarak aynı orantı mevcut olduğundan dolayı farkına varılamayacağı iddiâ edilebilir. Fakat kazın ayağı, hiç de öyle değildir. Sadece yerçekimi ve sürtünme ile ilgili kanunlardan yola çıkarsak, bunun böyle olmayacağını anlayabiliriz. Zira her şey, değil on kat, sadece bir kat büyüse bile dünyada her şey çökecek dünyanın altı üstüne dönecektir. Her şeyden önce insanın iskeleti bu kadar ağırlığı kaldıramayacağı için kemikleri kırılmaya başlar ve en basit olarak yolda yürüyemez hâle gelir. Dünyanın en uzun insanı bir Türk’tü. Resmine bakınca elinde bir baston ile yürüdüğünü görmüştüm. Zavallı kardeşimiz sınırların biraz üzerine çıkınca sağlıklı bir hayattan uzaklaşmıştı. Eskiden yaşamış dinozorların ve hâlen yaşamakta olan fil ve gergedan gibi hayvanların neden dolayı büyük ve geniş bacakları bulunduğunu belki şimdi daha iyi anlayabiliriz. Dergide yazan makalede bütün ağaçlar ve binaların yıkılacağından söz edilmektedir. Yerçekimi kuvveti etkisi ile ağaçların üzerinde taşıdığı meyveler, dalları ağırlığı kaldıramayacağı için yere düşecektir. Halatlar ile bağlı bütün maddeler kopacaktır. Sürtünme sayesinde örülmüş ve kendi çekme kapasitesinin çok üstünde ağırlıkları taşıyan bütün ipler zincirler, birdenbire bu güce dayanamayıp kopacaklardır. Kısaca dünya, üzerinde yaşanılmaz bir vaziyet alacaktır. İşte bir sabah uyandığınızda her şey on kat büyürse, ortada dünya kalmayacağı için hemen fark edilecektir. Tabii bütün bu faraziyelerimiz, Allah’ın, hâl-i hazırda hikmeti gereği kâinata koymuş olduğu düzen üzerinden. Yani her şeyi 10 kat büyüten Allah, isterse elbette yerçekimi de dahil olmak üzere kâinattaki bütün kuralları ona göre—insanı şaşırtmayacak şekilde—değiştirebilir. Bu O’nun kudretinden uzak değildir ve gerçekte tüm sebepler birer perdedir, illet-i hakikî Cenâb-ı Hak’tır. Allah, kâinata Kendisinin koymuş olduğu kanunlara asla bağımlı değildir. Fakat bizim burada belirtmek istediğimiz husus, Cenab-ı Hakk’ın kâinata koymuş olduğu düzenin ne kadar uyumlu ve âhenkli olduğudur. Kur’ân-ı Kerîm “Fercii’l-basara helterâ min futûr” yani “Haydi çevir gözünü, en küçük bir kusur görüyor musun?” diyerek Cenab-ı Allah’ın inayet delili olarak kâinatı imkân dahilinde olabilecek en mükemmel şekli ile yarattığını ifade ediyor. Kur’ân’daki “Evelâ ya’lemun, efelâ ya’kılûn” gibi âyetler akla havale ve vicdanımıza danışarak “Bilmiyorlar mı? Hiç düşünmüyorlar mı?” sorularını sormaktadır. İşte bu ve bunun gibi sorularla tefekkür edebilir, düşünce ufkumuzu geliştirebiliriz. Sonuç olarak şöyle söylenebilir: Kâinatta her şey en güzel şekliyle yaratılmıştır. Mevcut durumdan daha iyi hiçbir vaziyet olamaz. Bakın İmam-ı Gazâlî ne diyor: “Daire-i imkânda bu mükevvenâttan daha bedî, daha güzel yoktur” Zamanımızın güzeli Bediüzzaman ise şöyle diyor: “Bütün kâinatta zerrelerden ta yıldızlara kadar her şeyde kusursuz bir intizam-ı ekmel (mükemmel bir intizam) ve noksansız bir insicam-ı ecmel (cemil, yani güzel bir uyumluluk) ve zulümsüz bir mizan-ı âdilin bulunmasıdır”. Eğer Allah bir olmasaydı, intizam da, uyumluluk da, ölçü de kalmaz her şey karışırdı. Evet, kâinat öyle güzel yaratılmıştır ki, her tarafında eşsiz sanat eserleri bulunan adeta bir saray gibidir. Öyle mükemmel işleyen bir devlet veya şehir gibidir ki üretilen ve tüketilen her mal ve erzak yeteri kadar olacak şekilde ve zamanda ihtiyaç sahiplerine ulaştırılır. Hatta öyle mükemmel bir kitaptır ki, bu kitabın her kelimesinde ince harflerle güzel bir şiir yazılmıştır. Hatta bu şiirin her harfinde daha ince bir hatla manzum eser yazılmıştır. Bediüzzaman, kâinatı tertemiz ve çok güzel elbiselerle süslenmiş bir huriye veya gül goncasına benzetir. Gerçekten de yaratılan her şey rânâdır, hoştur, güzeldir, lâtiftir. Bu arada akla gelen hastalıklar, musibetler ve ölüm gibi olumsuzluklara ise şöyle cevap verir. Eğer dış görünüşüne göre çirkin görünen şeyler olmasaydı güzelliklerin farkına varamayacaktık. Soğukluk olmasa sıcaklığı, hastalık olmasa sağlıklı olmanın kıymetini bilemezdik. Gece olmasa gündüz nasıl bir şeydir, bilemezdik. Eğer yağmurdan zarar gören tedbirsiz bir insan, “Yağmur bana şer ve kötü oldu” diyor ise, bu durum “rahmet” adı verilen yağmurun öyle olduğu anlamına gelmez. Yağmurda binlerce menfaat ve güzellik vardır. İşte bizi terbiye eden Rabbimiz, bu güzellikleri anlayabilmemiz için kâinatı böylesine hikmetli ve anlamlı olarak yaratmıştır, vesselâm…
VEHBİ HORASANLI [email protected] |
Gençler! Kararlılıkla engelleri aşarsınız |
Gençlerde çok ciddî şikâyetler var. Neredeyse hayatı yaşanmaz hale getiren bu şikâyetlerden pek çoğu, omuzlardaki yükü arttırıyor. Onun için gençlerin hayat yüklerini taşımada onlara yardımcı olmak gerekiyor. Onlarda oluşan sorulara karşı ciddî ilgi gösterip, beraber çözüm aramak çok sağlıklıdır. Birlikte yürünecek bu yolda, yardımlaşmak oldukça anlamlıdır. Tecrübe burada anlam kazanıyor. Hayattan, yaşamaktan, insanlardan, olaylardan şikâyeti olan gençlerle konuşmak ne kadar ciddî bir ihtiyaçtır. Ama bu o kadar da kolay olmuyor. Güven sağlandıktan sonraki zeminde yapılan konuşmalar, doğruyu içerisinde taşıyor. Gençler, öyle hile hurda peşinde değildirler. Ne varsa, davranışlarındadır ve dışarıdan da okunur. Hileli tutumlar, güven vermeyen yaklaşımlar, adamına göre muameleler zamanla ortaya çıkan hastalanmalardır. Ve çoğu zaman da çevre etkisidir. Ama gençlerin çevrelerinde olan böyle olumsuz tavır ve tutumları da ortadan kaldırmak gibi bir güçleri de var. Zor da olsa, gençlerin böyle adımları oldukça isabetli oluyor ve sonuca ulaşıyor. Nitekim evlerinde pek çok yeniliklerin mucidi olmuş gençler bulunmaktadır. Kararlıca, sorumluluk alarak gündeme getirilen çalışılmış konulara ebeveynin duyarsız kalması mümkün değildir. Birkaç örnek üzerinde duralım isterseniz: Yakın akrabam Mahmut, 20’li yaşlarda iken bir cemaat camiası ile tanıştı. Bu camia onun dünyasında çok büyük değişimlerin vesilesi oldu. Haliyle lise yıllarında olan bu etkilenme, eğitim esnasında ve sonrasında evine döndüğünde daha bir dikkat çeker hale geldi. Baba, oğuldaki namazlı, niyazlı, kitap odaklı, okumalı bir hayat karşısında şaşkınları oynadı. O zamana kadar evinde böyle namaz gibi, tesettür gibi ciddî bir gündem olmayan baba, çevresindeki okumuş yazmış ve bir güven oluşturmuş akrabalarından yardım ister. Bu sohbet kişilerinin içinde, görüşümüzü almak üzere, bizi de dâvet etti. 65’li yaşlarda olan büyüğümüzün bize danıştığı konu şu: “Yeğenim, bu çocuk yoldan çıkmış. Hastalanmış. Bir değişik namaz kılıyor. Kafasına bir bez sarıyor, upuzun bir entari (cübbe diyecek) giyiyor ve öylece namaz kılıyor. Bunlar pek iyiye âlâmet bir gidişat değil. Öyle değil mi yeğenim?” Tabiî, öyle değil mi diye soru sorunca, aradığı cevap anlaşılıyor. Ama beklediği cümleleri bulamıyor. Cübbe ile namazın, takke ile sarık ile namazın Peygamberimizin (asm) sünnetleri olduğunu ifade ediyoruz. Hatta "Onun böyle namazlı olması, size de pek çok manevî kazançlar sağlayacaktır” diyoruz. Ama asıl aradığını bulamayan büyüğümüz, bizi de aynı yolun yolcusu görünce, zaten sizin de ondan farkınız yok demeye getiriyor ve kendi dünyasına dönüyor. Sonrası mı? Gerçekten dikkat çekici. 7-8 evlâdın bulunduğu evde, kimsecikler pek öyle namaz odaklı bir hayat yaşamıyorlardı. Yani olsa da olur, olmasa da olur kabilinden bir hayat vardı. Ama kıymetli, mübarek gencin kararlı adımları ve önce, düşündüğünü nefsine yaşatması ve bunu kararlılıkla sürdürmesi, elbette zamanla eve de tesir etti. Şimdilerde 70’lik baba, o hayırlı evlât vesilesiyle, namazlarını geçirmiyor. Sonradan felçli de olmasına rağmen, neşe içerisinde namazlarını devam ettiriyor. Bitmedi. Tesettür konusunda çok da duyarlı olmayan aile, bu gencin hayat tarzı vesilesiyle bakış değişikliğine uğradı. Yani genel itibariyle denilebilir ki, bir hayırlı işte kararlı olan gencin, bu kararlılığını yaşamasına ve çevresine olumlu etki de etmesine kimsenin direnmesi mümkün değildir. Bir gün kendisine, “Nasıl oldu böyle muhteşem bir değişim?” dediğimde, “Ben aileme, anne babama, ablalarıma çok duâlar ettim. Allah da dualarımı kabul etti” dedi. Genç isteyince, Rab cevap veriyor. Bir başka örnek ise, çok daha dikkat çekici. 18 yaşındaki gencim anlatıyor: “Köyde, on yıllardır kapı komşumuzla anne ve babam görüşmüyor, konuşmuyor. Biz çocuklar zaman zaman aşikâr, zaman zaman da gizli gizli konuşuyoruz. Anne, babamıza, ‘Neden komşu ile konuşmuyorsunuz?’ dediğimizde, bizi birkaç aleyhte cümle söyleyip geçiştiriyorlar. Ben bir gün bu konuyu aşmaya karar verdim. Komşumuzun oğlu ile iş birliği içerisinde, ‘Bu probleme bir son verelim’ diye karar aldık. Bir akşam komşunun oğlu ile birlikte iki aileyi, çok zor şartlar altında ve rahatsız edici tavır ve tutumlar içerisinde bir araya getirdik. Aslında kendimizce bir oyun da sergiledik. Niyetimiz güzel olunca, Allah yardım etti. Derken, oturuverdiler, konuşuverdiler. Dargınlığın nereden başladığına, neden başladığına ve bu günlere kadar niye geldiğine dair herşey konuşuldu. Ertesi gün yine program içerisinde olarak birer kurban kesildi ve dillere destan bir barış sahnesi yaşandı.” İşte böyle bir sahneyi ancak gençler yapabilir. Gençlerden gelen tekliflere, -kararlılık derecesine göre- hiç kimse sürekli bir karşı duruş koyamaz. Onun için nice problemleri, nice kavgaları, nice kırgınlıkları gençler aşmışlardır. O zaman gençlerimizin pozitif enerjilerini, sorumluluk ve inisiyatif alarak ailedeki, toplumdaki problemleri aşmaya dönük kullanabilmelidir. *** Gençler! Gerçekten size çok işler düşüyor. Önce kendinizden başlayın bir şeylerin değişmesine ve sonrasında ise, dalga dalga bu samimî hareket dairesel etkisini sürdürecektir. Emin olun, sizde olan bir olumlu değişime hiç kimse duyarsız kalamayacaktır. Bütün şikâyetler, problemler çözüm için düşünmemekten kaynaklanıyor. Üzerinde inançla düşünüldüğünde, çözülemeyecek bir problem yoktur. Derdi veren Allah, devâyı da vermiştir. Küçücük bir konuda deneyin isterseniz. Yeter ki kararlı olun. Emin olun, Allah, o kararlılığınızı boşa çıkartmayacaktır.
SEBAHATTİN YAŞAR [email protected] |
Üstadım, konuşalım dersem, konuşur muyuz? |
Yine uykuya daldı gözlerim… Derin bir uykuda idi… Bir dalın üstünde boynu büküğüm, seni bekler gözlerim. Sadece seninle konuşmaktı arzum, hayalen yanında olduğum vakitlerdendi. Rüyalarımda kapalı gözlerim… Konuş ne olur… Suskun durma öyle. Sen konuşunca belki alevler söner “Canım Üstadım”… Dedim ya sadece seninle konuşmaktı arzum. Neden konuşmuyorsun ki? Yine sükûta mı büründün? Sen konuşmayınca rüyalarımla yıkılıyorum. Her rüyanın kastı mı var bana Üstadım? Hiç olmasa bir tepki… Kara bağrıma taş toprak atıp da gitsen razıydım. Bir tepkiydi hayalim. Hasretiz cemaline, nurunla hâlleniriz… Firakınla yanan şu bîçarelere nazar kıl… Ben kendi acılarıma dönüyorum Üstadım; yaralıyım, acizim diyorum, yaramı sana gösteriyorum. Ve yine uyanış… Ve yine firak. Belki de her uyanış ayrı bir infilâk… Hasretinle kavrulan bu gönül her gün ayrı bir sancı ile uyanır ve gün boyu boynu omuzlarında dolaşır. Ama bir gün farklıydı benim için, tepki yok deyişimle tepkinin gelişi bir oldu. Elime lâhikalardan ‘Kastamonu Lâhikası’nı aldım. Oturdum, kanepeme yayıldım… Kitabımla tefeül ettim. Başlığı okuyunca yerimde kalakaldım. “Manevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum…” “Allah-u Ekber” diyerek donakaldım. Bir müddet sonra çabucak yazılanlara dalmak istedim. “Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risâleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur’ân olan Üstad’ıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.” (Kastamonu Lâhikası) “Benimle görüşmek isteyen Risâle-i Nurları açsın okusun” diyorsun. Demek her şey bir vakitte tayin edilmiş. Ahh kafam! Rüyalarda seni arıyormuşum. Ey Üstadım! Ruhumu öyle bir demliyorsun ki, hiç olayım derken hep ediyorsun. Ruhum seninle besleniyor canım Üstadım. Şeytan galip gelmeye mi başlamış? Sevaplar şehrinizi terk mi ediyor? Mühimmât az gibi mi gözüküyor? Hayır! Elimizde 14 parça top güllesi var. Her sahifesi, her kelimesi kurşun gibi. Sıktıkça bitmeyen bir kurşun… Hani diyordun ya “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” Ey aziz Üstad! Ahirette seni kurtaracak bir eserin var: Risâle-i Nurlar. Ve o eserler, bizi de kurtaracak İnşâallah. Bir de Zübeyir’in vardı, kâinata değişmediğin. Üç yaşında mânen himayene aldığın... Şöyle der o: “Kendini ıslâha, derse muhtaç görmeyen, gafletten uyansın! Uyarıcı eserlere sarılsın.” Adeta manevî impuls gibi; uyarıcı eserler…
MUHAMMED ZORLU [email protected] |
Bir yıldız kaydı tarih sahnesinden |
“Onu anlamak, 21. yüzyıl dünyasını anlamak; onun gibi yaşayabilmekse çağa ayak uydurmak değil, çağı aşmaktır. Bütün önyargılardan sıyrılıp ona bakabilmekle başlar onu anlamak ve yaşamak. Sonrası ise çorap söküğü gibi gelecektir zaten.” Bu tanımın sahibi kim mi? Cevap çok uzaklarda değil hemen yanı başımızda. Cevap bu topraklarda, bu topraklarda bırakılan izlerde. Cevap Fatih’i yargılayan kadı (hâkim) Sarı Hızır Çelebi’de, cevap Yavuz’a kafa tutan Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali Efendi’de. Kıt'alara hükmeder, basit ama etkin yöntemlerle dize getirirdi insanları kabile kabile. Formül ise çok basit. Tek kelimenin içinde saklı. Yalnızca “hoşgörü” ile insanları kendine hayran eder, toplumda huzuru ve barışı sağlardı. Din, vicdan ve düşünce hürriyeti… Bunlar ise temel taşlarıydı formülün. 29 Mayıs 1453 Salı… Fatih’in İstanbul‘a girişi… O gün yalnız İstanbul fethedilmemiş, İstanbul’daki gayrimüslimlerin gönlü de fethedilmişti. Bizans imparatorunun zevk ve sefasına düşkünlüğüyle harabeye dönen İstanbul, hak ettiği kimliğine kavuşmuştu fetihle beraber. Ayasofya ve bazı kiliseler hariç hiçbir mabede dokunulmamış, halka din ve vicdan hürriyeti sağlanmıştı. Derhal şehrin imar ve inşasına başlanmış, Müslüman gayrimüslim ayrımı gözetilmeksizin şehre âlimler dâvet edilmişti. Zamanın ünlü âlimlerinin hocalık ettiği medreseler açılmıştı. Bir şehre yakıp yıkmak, sömürmek, asimile etmek için değil, ilmine ilim, zenginliğine zenginlik katmak için, sararmış çehresine hoş bir tebessüm kazandırmak için girmişti. Osmanlı’da adil olanlar yalnız padişahlar değildi hiç şüphesiz. Devlet ileri gelenleri de hiçbir şeyi adaletten üstün tutmaz, gerekirse padişahı tenkit ve tehdit edebilirdi. Tıpkı Zembilli Ali Cemali Efendi’de olduğu gibi... İstanbul’da sık sık karışıklık çıkaran azınlıklar Yavuz’u çileden çıkarmış ve “Ya Müslüman olsunlar ya da hepsi kılıçtan geçirilsin” emrini vermişti. Bu durumu öğrenen Zembilli Ali Cemali Efendi, Yavuz’un huzuruna çıkarak ona yaptığının uygunsuzluğunu anlattı. Geri adım atmayan Padişah, bu yanlışta ısrar edeceği takdirde görevden azledileceğini söyledi. Dinde zorlamanın olamayacağı savunmasını yapan Zembilli, nitekim emrin geri alınmasını sağladı. Canı pahasına İstanbul’daki gayrimüslimlerin haklarını savunan Şeyhülislam Zembilli Ali Cemali Efendi, bu hakperest ve cesur meziyetleri içindir ki görevine son verilmesi bir yana yıllarca Osmanlı’ya hizmet etti. O Osmanlı’ya, Osmanlı ona sahip çıktı. Milleti, adalet ve hoşgörüyü, canından, canının parçası ana, baba, kardeşinden üstün gören padişah ve devlet adamlarıyla asırlara meydan okudu Osmanlı. Kıt'alara hükmetti, denizleri dize getirdi, insanlara hizmet etti. Asya, Afrika, Balkanlar huzur buldu onunla. Gün geldi zayıfladı, güçten kuvvetten düştü. Hasta oldu, oldu ama son nefesini yatakta değil, savaş meydanlarında verdi. Bir zamanlar onunla huzur bulan milletler, ona dirsek çevirdi. Osmanlı’ya karşı bağımsızlıklarını devrin süper güçlerine ise bağlılıklarını ilân etti. Nitekim Osmanlı elini eteğini çekti tarih sahnesinden… Her hayat gibi, o da son buldu nihayetinde. Fakat bir yıldız misâli arkasında pırıltılar bırakarak kaydı semalardan… Şimdi Asya’da savaş, Afrika‘da açlık, Balkanlar’da karışıklıklar dinmiyor…
ESRA NUR CİNALİ |
Leyletü’l-Mi’râc |
Seyyid-i Kâinatın, o küllî seyeranı, Oldu bütün cihanın; nuru, müjde-resanı, Hikmeti, hakikati, maden-i esrar Mi’rac, Bizlere Rabbimizin, en muhteşem ihsanı.
Döndü nuranî gece, yol ‘Mescid-i Aksa’ya, Erdi Zat-ı Ahmedi, ‘Mecma-ı Enbiyâ’ya, Serdar-ı Ekrem olup, o mübarek meclise, Vardı yolculuğunda, ‘Sidretü’l-Münteha’ya.
Mebde-i Mi’rac olan, ‘Mescid-i Haremeyn’e, Bir hayt-ı nurânî var, bu muhteşem seyrâne, Bu küllî uruc ile, erdi Resûl-i Ekrem, ‘Sidretü’l-Münteha’dan, tâ ki ‘Kab-ı Kavseyn’e.
Kudretle fetholundu, zulmetleri âlemin, Değiştiği geceydi; kâinatın renginin, Yerde gökte mührü var, nurun yed-i levninin, Göründü kapıları, ‘Dar-ı Ebediyye’nin.
Bizlere lütfederek, sünnetiyle minhacı, Orda Fahr-i Kâinat, taktı nurefşan tacı, Bütün ‘Emraz-ı Kalb’in, bu geceydi ilâcı, Cümle tazim edelim, şu ‘Leyletü’l-Mi’rac’ı.
DR. HİKMET ERBIYIK |
Tövbe kapısı ardına kadar açık |
Oysa söz vermişti Rabbim, Bana güven demişti. Her bir şey ama her bir şey; Güneşin tan vaktiyle firakı gibiydi. “Nereden bileydim?” diye haykıramıyorum bile, Nereden bileyim, Fısıltı hâlini aldı dudaklarım. Kendine pay çıkartan, kendini avutan bir fısıltı. Ya Rab! Gözlerim uçsuz bucaksız nehirlere gebe, Yanaklarımdaki kırışıklar kurumuş nehir yatakları mı yoksa? Yoksa damla damla intihar uçurumları mı? Oysa “Sabret!” demişti Rabbim, “Kaldır ellerini, yalnızca sabret!” Evet nankördüm, Can verene, beni benden çok sevene sırtımı dönmüştüm. Evet haindim, Nefsimdi galiba yenik düştüğüm. Oysa ne kadar sade idi her şey, “Uzat!” diyordu Ezel ve Ebed Sultanı, “Uzat ellerini;” “Ben sana ve umum mevcudata umumen yeterim. “Yeter ki ver ellerini ver.”
ERSİN ACAR |
03.07.2010 |