Elif Eki |
|
Türkçe ezan laikliğin iflâsı oldu |
Tanrı uludur Tanrı uludur Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed Haydi namaza, haydi namaza Haydi felaha, haydi felaha Tanrı uludur, Tanrı uludur Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
932 yılında bu yabancı ses yankılandı minarelerden… 18 sene boyunca ezan Türkçe okundu. Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ile 16 Haziran 1950'de ezanın Arapça da okunabilmesine izin verildi. Ezana hasret kalan halk, 60 sene önce bu tarihlerde Arapça ezana özlemini giderdi. Ezan minarelerde okunurken halk, bayram havası içinde tekrar tekrar ezanı dinlemek istedi. Araştırmacı Yazar Mustafa Armağan, bu dönemde yaşananları kitaplaştırdı. “Türkçe Ezan ve Menderes” isimli kitabı ile yazılamayan gerçekleri anlattığını belirten Armağan ile, ezanın neden Türkçeleştiğini ve bu yasağın doğurduğu sonuçları konuştuk.
Arapça ezan yasağı nasıl başladı?
Yasak inkılâpların devamıdır. Bildiğiniz gibi 1924’te inkılâplar başlar. Şapka, hilâfetin kaldırılması ve arkasından hukuk inkılâbı gelir. Ardından harf devrimi ve 1932'de Atatürk’ün kendi ifadesiyle dinde reform yapılır. Burada da ‘ibadetin Türkçeleşmesi’ ana çerçevesiyle hareket edilir. O zamana kadar devlet laikliği, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” diye tanımlıyordu. Biz de bugün böyle tanımlıyoruz, böyle öğreniyoruz. Ama 1932’den sonra sınır artık diğer tarafa doğru aşıldı.
Nasıl yani?
Laiklik, din adamlarının devlet işlerine karışmasına engel olmak iken 1932’den sonra devlet, din işlerine karışmaya başladı. Yani laiklik bu defa tersinden, bizzat devlet adına çiğnenmeye başladı. Devletin ezanın nasıl okunacağına karışmaya hakkı var mı? Kur’ân’ın nasıl okunacağını söylemeye hakkı var mı? Bu din adamlarının işi. Madem devletle din işleri ayrıydı, o zaman ezanın, Kur’ân’ın, namazın nasıl olacağını o dinin prosedürü karar vermeliydi. Burada bir yetki aşımı oldu. Yasakla, aslında laiklik çiğnendi, sıkıntı oldu. Halk, her gün duyduğu ezanı bir direnç noktası olarak kabul etti ve direnişler ezan etrafında gelişti. Diyorlar ya “inkılâplara karşı halk tepkisini göstermedi”, hayır gösterdi. Ezan için yapılan 4-5 tane kitlesel eylem biliyoruz. Bursa’da, Diyarbakır’da, Kayseri’de çeşitli yerlerde eylemler yapıldı.
Ezanın Türkçeleşmesinde amaç neydi?
Türkçe ezanın getirilme gerekçesini şöyle açıkladılar: “İnsanlar ezanın ne dediğini anlarlarsa daha çok Müslüman olur, daha çok ibadet etme isteği gelişir ve camiler dolar.” Bu şekilde ambalajlandı. Hâlbuki sonuç ne oldu, camiler boşaldı. Boşalan camiler satıldı, ahır ve depo yapıldı, CHP örgütlerine kiralandı. Amaç, söylenenin tam tersi olarak gerçekleşti. Demek ki plan buydu: Halkın ibadethanelerden uzaklaşması ve dinî duyguların zayıflatılması.
İlk Türkçe ezan nerede okunmuştu?
Türkçe ezan, Fatih Camii'nde 1932’nin 29 Ocak’ında ilk kez okundu. Ama bu bir denemeydi. Asıl aynı yılın Temmuz’unda Diyanet bunu genelge olarak hocalara bildirdi. 1932 Temmuz ayından sonra sistemli bir şekilde uygulandı. Kesin olarak Arapça ezan okuyanın cezalandırılacağı, 1933’ün Şubat’ında genelge olarak yayımlandı.
Ezan sesleri tekrar ne zaman minarelerden Arapça yükseldi?
1950’de Demokrat Parti iktidara geldiği zaman “Biz halka mal olmamış inkılâpları tasfiye edeceğiz” sözünü vermişti. Bunların en başında da ezan geliyordu. Çünkü halka mal olmamıştı. Halk hiçbir zaman ezanın Türkçe okunmasını kabul etmedi. Bunun namazına, ibadetine zarar vereceğini düşündü. Camilerden çekildi. Evlerinde namaz kıldılar. Halk, direncini en çok ezanda gösterdi ve 18 yıl boyunca gerek bireysel, gerekse grup olarak bir takım sivil itaatsizlikler, karşı koymalar gerçekleşti. Menderes bu dalgayı gördü, yakaladı ve dedi ki; “Biz bunu değiştireceğiz. Halka mal olmuş inkılâpları koyacağız, mâl olmamışları tasfiye edeceğiz.” Menderes, 9 Haziran’da Genel Başkan oldu. 16 Haziran’da Ezan Kanununu çıkardı. Dikkat ederseniz bu gün bile hâlâ şu söyleniyor; “Menderes’in yasağı kaldırması inkılâplara karşı hareketin başlangıcıdır. Karşı devrimin başlangıcıdır.” Hâlbuki ben kitabımda da vurguluyorum, ezanın Arapça yapılmasına CHP’liler de o zaman oy verdi. Onlar bile direnemedi. CHP sözcüsü Mecliste konuşma yaptı ‘Biz bu kanuna karşı değiliz’ diye. Tasarı Meclisten geçti. Niye? Çünkü CHP örgütünün tamamı da din düşmanı değil. Onların içinde de namaz kılan, etrafa bu yasağı anlatmakta zorlanan birçok örgüt yetkilisi vardı. Partiye bu şekilde baskı yaptılar. Dolayısıyla bu, ümmetin genel olarak bir başarısıydı. Menderes de bu başarıyı sonuçlandıran kişi oldu. Dalganın üzerinde duran kişi oldu. Bu süreci iyi yönetti. Benim iddiam şudur: Eğer Menderes bunu 1950’de kaldırmasaydı 1955’te hiç kaldıramazdı. Belki 2010’da da kaldıracak biri çıkmazdı. Bugün biz ezanları hâlâ Türkçe okumaya devam ediyor olurduk. Bu çok önemli bir noktadır.
Ezanın Arapça okunması serbest bırakıldıktan sonra tekrar Türkçeleşmesi istendi mi?
1959’da böyle bir tartışma başladı Türkiye’de, Menderes iktidarının sonunda. Özellikle CHP eğilimli insanlar tarafından Türkçe ezan, Türkçe Kur’ân meselesi tartışıldı. 27 Mayıs darbesinden sonra, özellikle Cemal Gürsel ve Alparslan Türkeş basına açıklamalar yaptılar. Kim dergisine, Cumhuriyet gazetesine “Ezan Türkçe olmalı, Kur’ân Türkçe olmalı” şeklinde. Kitabımda da hepsi yer alıyor. Fakat bu tasarı; halk tarafından tepki göreceği için, bir de Diyanet örgütünün büyük direnişi sayesinde atlatıldı. Gerek Diyanet İşleri Başkanı, gerek İstanbul Müftüsü merhum Bekir Haki Efendi, kendisini ziyaret eden İstanbul Valisi’ne “Ben bu yaştan sonra kendime gâvur dedirtemem” demiştir. Dolayısıyla 27 Mayıs’tan sonra bu varta atlatıldı. Fakat ondan sonraki 28 Şubat sürecinde bunun tekrar gündeme geldiğini görüyoruz. Bugün gazetesinde 1999 yılında jandarmanın bir andıcı manşete çıkmıştı. Ezanın Türkçe okunması için asker bir andıç oluşturmuştu. Yine 2006 yılında zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı Yener Karahanoğlu durduk yerde “Ezanın Türkçe olması lâzım. Ezanı Arapça’ya çevirmek karşı devrimin başlangıcıdır” gibi, üzerine vazife olmayan bir açıklama yaptı. Demek ki hâlâ bu özlemde olanlar var, ama bu halk bir kere böyle bir nimeti ele geçirdikten sonra bir daha bırakmayacak.
Kitabı yazma amacınız nedir?
Kitabı yazmada amacım şuydu; ezanın kıymetini bilelim. Bu noktaya kolay gelinmedi. 18 yıl bu millet hayatını kaybetti, hapislerde yattı, dayak yedi, mahkemelere çıkarılıp sürgün edildi. Bu destansı bir mücadeleydi. Bunu bir şekilde kazandık. Artık bu müktesep hakkımızı elimizden alanlara bundan sonra prim vermeyeceğiz. Bu bilincin yayılması ve ezanın kıymetinin idrak edilmesi lâzım.
Ezan, İslâm şeâiri olduğu için halk değiştirilmesini istemedi, bunun için mücadele etti. Diğer taraftan başörtüsü ve Kur’ân-ı Kerim de şeâir olmasına karşın, ülkemizde başörtüsü hâlâ yasak, Kur’ân öğrenimi ise belli bir yaşla sınırlandırılmış. Sizce insanlar, bu yasaklara, ezanda olduğu gibi tepkisini gösteremedi mi ya da etki etmedi mi?
Felsefe olarak aynı düşüncenin uzantıları bunlar. Üniversiteli genç kızlarımızın çektiği sıkıntılar var, Kur’ân öğretiminde sıkıntılar var. Ama bunları ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Ezanın özelliği şu; her gün 5 kere okunmak durumunda. Namaz kılan kılmayan, bu ülkede yaşayan herkesin ister kültürel Müslüman olsun, ister dindar Müslüman olsun, isterse hiç Müslüman olmasın, bu tepeden tırnağa herkesi ilgilendirir. Bir şekilde musikîsiyle, sözleriyle bu ülkenin Müslümanlığını, her gün 5 kere haykıran bir semboldür. Diğerleri de muhakkak herkesi ilgilendiriyor, ama daha dar çevreler bu problemlerle karşılaşıyorlar. Ezan bir şekilde Cuma’ya giden, Bayram namazına giden, namaz kılan kılmayan herkesin gündeminde olan bir şeydir. Minaredeki yabancı ses, bu halkı her gün duya duya adeta dinden, kutsallıktan, Allah’tan ve mukaddes değerlerden uzaklaştırmıştı. Bu bakımdan bunun sembolik bir önemi var. Herkes tepeden tırnağa bununla kendini ilgili gördü. Böyle görmesi de normaldi. “Arapça ezan okuyanlar 3 aya kadar hapis, 200 liraya kadar para cezasıyla cezalandırılacaktır” hükmünün kanuna koyulması laikliğin iflâsı oldu. Menderes’in 1950’de yaptığı şudur: Arapça ezan okuma yasağı ibaresini kaldırdı sadece. Yoksa “Türkçe ezan okumak yasaktır” diye bir şey koymadı. Dolayısıyla şu anda Türkçe ezan okumak serbest, kanunla yasaklanmış bir şey değil, ama 60 yıldır bir tek camide bir tek vakit Türkçe ezan okunmadıysa, bu alınan kararın ne kadar isabetli olduğunu gösteriyor. Ne devirler geçti, ama insanlar ezan deyince “Allahüekber” sesini duymak istediler. Bu milletin de ortak kararıydı. O karar 60 yıl önce bu tarihlerde gerçekleşti.
Ezan yasağı kalktığı gibi diğer yasaklar da kalksın
1932 yılında Arapça ezanın yasaklanmasıyla, Türkiye’de Müslümanlar 18 yıl ezana hasret kaldı. 1950’de kaldırılan yasakla, ezanın orijinal dili olan Arapça okunması serbest bırakıldı. Bugünlerde yasağın kaldırılışının yıldönümü münasebetiyle aynı sevinç yaşanırken, diğer yasaklar da protesto ediliyor. Adem Gerede, Sultanahmet Camii önünde eylem yaptı. Arapça ezan yasağının kaldırılmasının 60. yıldönümünde 18 yıl inananların kulağını mühürleyen zihniyeti kınadı. Gerede, başörtüsüne ve Kur’ân-ı Kerim’e getirilen yasakları da boykot ederek, bir an önce serbestiyet getirilmesi gerektiğini ifade etti. Gerede’nin açtığı pankartta şunlar yazılıydı; “Ezanı Arapça okuma yasağını canları pahasına kaldıranlara rahmet. Kur’ân’ı, başörtüyü yasaklayan darbecilere; insanlığa, TBMM’ye savaş açan cuntaya lânet.” Adem Gerede, ezanın yasaklanma tarihini anlatan kitapları tanıtarak, eylemine son verdi.
ELİF NUR KURTOĞLU |
BABALIK, SORUMLULUK DEMEKTİR |
Ailenin birinci sorumlusu babadır. İslâm ailesi esas itibariyle anne, baba, çocuklardan meydana gelir. Ailenin terbiyevî işlerinden öncelikle baba sorumludur. Bu sorumluluğu yerine getirebilmesi için bir kısım yetkilere sahiptir. Bu sebeple de reis durumundadır baba. (bkz. Nisa Sûresi, 34) Babanın sorumluluğu sadece dünyevî değil, uhrevî bir sorumluluktur. Yani baba, aile fertlerinin hem dünyevî, hem de uhrevî saadetlerinden sorumludur. Aslında terbiye, maddî ve manevî her iki ihtiyacın karşılanmasını ifade eder. Babanın bunlardan sorumluluğu, bilhassa Allah’a karşıdır ve son derece ciddî bir sorumluluktur. Pek çok âyet ve hadis bu hususu kesin ifadelerle tesvik etmiştir. Bir âyette şöyle buyrulmuştur: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun. O ateşin yakıtı insanlar ve taşlardır. Başında ise, Allah’ın emrine karşı gelmeyen ve verilen emri yerine getiren haşin ve şiddetli melekler vardır.” (Tahrim Sûresi, 6) İslâm âlimleri, âyet-i kerimenin emrettiği ateşten koruma işinin terbiye ile olacağını belirtirler. Yani aile halkına İslâmî terbiye verildiği takdirde, onların hem dünyevî hayatları, hem de uhrevî hayatları kurtarılmış, ateşten korunmuş olacaktır. Bir başka âyet, aile halkına İslâmî terbiye vermeyerek ateşe düşmelerine sebep olan aile reislerini insanların en bedbahtı ve hakikî hüsrana, zarara düşenler olarak ilân etmektedir. (bkz. Zümer Sûresi, 15-16) Görüldüğü üzere, bu ve benzeri başka âyetlerde aile reisine terettüp edecek uhrevî bir sorumluluk, en ağır ifadelerle hatırlatılmaktadır. Kişi, İslâm’ı yaşamadığı için kendini hüsrana atmıştır. Terbiyelerini verip İslâmî hayatı yaşatmadığı için ailesini de hüsrana atmıştır. Böylece kendi hüsranını katlayarak gerçek hüsran sahibi olmuştur. İslâm âlimleri şu hususu söylemekte ittifak ederler: Kişi ailesinden sorumludur. Kıyamet günü çocukları ya şefaatçi olacaktır ya da şikâyetçi. İslâmî terbiyeyi verdiği takdirde, onların sevaplarına aynen iştirak edecek, böylece şefaatlerine mazhar olacak; vermediği takdirde de “Bizim terbiyemizi niye ihmal ettin? Niye ateşe girmemize sebep oldun?” diye şikâyetlerine sebep olacaktır. Bir diğer âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Mallarınız ve evlâtlarınız sizin için imtihandır.” (Tegabün Sûresi, 15) Bu imtihan, aile halkının maddî ihtiyaçlarını karşılama hududunda kalmıyor, onların dinî hayatlarını, uhrevî akıbetleri de içine alıyor. Babanın kurtuluşu, aile efradının kurtuluşu için kendine düşeni yapmasına bağlıdır. Allah’ın yüklediği bu vazifeyi hakkıyla yerine getirerek, aile fertlerinin kalbinde ahiretlerini kurtarma endişesini hâkim kılan ve bu sûretle uhrevî kurtuluşa eren bir aile efradının cennette kendi aralarında yapacakları sohbeti aksettiren âyet-i kerimeler de gerçekten çok manidardır. (bkz. Tur Sûresi, 26-28) Öyleyse İslâm’a göre babalık, sorumluluk demektir. Aile fertlerinin dünyevî sorumluluğu sırtında olan kimsedir. Müslüman baba yukarıda zikrettiğimiz âyetlerde dile getirilen sorumluluğun şuurunda olsa, tabiri caizse üzerinde dünyayı taşıyan öküzünki kadar ağır bir yük hisseder. Bu şuur ve bu ağırlık, onun ağzının tadını, uykusunu bir hayli kaçırır. Kahveye, lokale gidecek, sinema ve televizyonun karşısında eğlenecek vakit bulamaz. Çünkü terbiyevî sorumluluk ondan ilim bekler, maddî imkân bekler, gayret bekler, fiilî tatbikat bekler. İlim bekler; çünkü ilimsiz terbiye olmaz. Terbiye için takip edilecek metod da ilim ister. Terbiyede kazandırılması gereken alışkanlık, öğretilmesi gereken şeyler ilim ister. Büyüklerin terbiyesi, küçüklerin terbiyesiyle farklıdır, bunlar da ilim ister. Maddî imkân bekler; çünkü nafaka babanın sırtındadır. Gayret bekler; çünkü kazanmak, öğretmek, alıştırmak, eğlendirmek devamlı gayretle gerçekleşir. Fiilî tatbikat bekler. Sözgelimi, namaz kılmayı, dürüst ve doğru sözlü olmayı çocuk babadan görmelidir. Ailede İslâm yaşanmalıdır.
Prof. Dr. İbrahim Canan, İslâm’da Aile Terbiyesi
BABA NE KADAR HAKSIZ DA OLSA... Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba, şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli. Bediüzzaman Said Nursî
ÇOCUK OLUNCA... Çocuğunuz olduğu zaman, ana – babanıza neler borçlu olduğunuzu anlamaya başlarsınız. Japon Atasözü
ÇOCUĞA EN BÜYÜK HEDİYE Çocuklarınızın, armağanlarınızdan çok, sizin varlığınıza ihtiyaçları vardır. Jesse Jackson
SEVGİ Bir çocuğa biraz sevgi verin; size çok daha fazlasını verecektir. John Ruskin
BABA OLMAK Her halde hiçbir erkek bir çocuğu olana dek, hayatın anlamını, dünyanın anlamını, herhangi bir şeyin anlamını bilmez. Ama çocuğu olunca bütün kâinat değişir ve hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Lafeadio Hearn
“BABALAR ÜSTÜNE SÖZLER”DEN * Benim sevgili babam... Onu hep beni sevmek ve rahatlatmak için kocaman açtığı kollarıyla hatırlıyorum.(Isabelle Field) * İki elindeki kalın nasırlarla ufak tefek bir adamın günde on beş – on altı saat çalışmasını seyrettim. Buraya eğitimsiz, tek başına, dil bilmeden gelmiş olan, bana sırf kendini örnek göstererek inanç ve çok çalışma hakkında bilmem gereken her şeyi öğreten bir adam.(Mario Cuomo) * Ana - babalar eğitimcilerin çocukları için neyin en iyi olduğunu bildiğine o kadar inanmışlardır ki, asıl uzmanın kendileri olduğunu unuturlar. (Marian Wright Edelman) “Babalar üstüne sözler” adlı kitaptan
EBEDÎ HAYAT İSTEYEN... “Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir; Çalış, çalış ki beka, sa’y olursa hak edilir.” (Ebedî hayatı isteyen, çalışmayı bir görev bilir. / Çalış, çalış ki, ebedî hayat çalışmayla elde edilir.) Mehmet Âkif, Safahat
SELİM GÜNDÜZALP |
Attığımız taşlardan sesler bekliyordum, geldi |
Profesör, gencini yeni keşfediyor. Hani bir taş atınca, o taşın nereye vardığına bakarız ya. Ya da attığımız taş hedefe ulaştı mı, ulaşmadı mı merak ederiz. Bu normal bir şeydir. Yani bir başka ifade ile hedefi vurmak ya da ıskalamak. Liselilerle yaptığımız pozitif gençlik programı ne gibi bir amaca hizmet edecek biz biliyorduk da, bu biraz teoride kalıyordu. Acaba somut olarak geri dönüşümlerde neler olacak, bunu merak etmiyor değildim. Geçenlerde bir iş gününün sonunda okuldan servislere doğru adımlarken, biraz şöyle uzaktan bir ses kulağıma geldi. ‘Hocaaaa, hocaaaaa!’ Tabi güzergâhta pek çok hoca olduğu için ben pek oralı olmadım. Ama ikinci sesleniş biraz bizim çalışma alanlarımıza temas edince; yani, hoca seslenirken, ‘Bizim gençlerimiz pozitif gençler’ deyince, artık dönüp bakmak gerekti. Dönüp baktığımda, bizim yıllarca halı saha maçlarımızın vazgeçilmezi olan ve biraz da hızlı forvet Mehmet Hoca. ‘Ooooo hocam, siz misiniz? Nasılsınız, iyisinizdir inşâallah’ derken bir muhabbet. Biraz eski gün hatıralarından sonra başladı anlatmaya: “Yahu hocam bizim liseli bir genç var. Önceki akşam eve geldi. Hanımı ve beni, ‘Sizinle özel bir konu konuşacağım’ diyerek bir odaya çağırdı. Biz de hanımla birlikte ‘Neler oluyor?’ diyerek önce biraz şaşkınları oynadık. Çünkü daha önce hiç böyle bir durum olmamıştı. Geçtik oturma odasına, ‘Hayırdır oğlum! Ne var?’ dedik. O da kararlı bir ses tonu ve tavırla başladı anlatmaya: “‘Bundan böyle bu evde haftalık bir ev toplantısı olacak. Herkes her meselesini oturup bu konuşma saatinde gündeme getirecek. Ben bu konuda sorumluluk alıyorum. Bütün toplantıların günü ve saati gelince hatırlatacağım. Hatta hatıra olsun diye toplantıyı tutanağa aktaracağım. Bu neyi sağlayacak? Evimizde haftalık aile bireyleri bir araya gelmiş olacak. Herkes problemini bu oturumda dile getirecek. Herkesin de çok ciddî söz hakkı olacak. Kimse kimseye baskı uygulamayacak. Kararlarımızı da birlikte alacağız. Çünkü öylesine ayaküstü çözümler çözüm olmuyor. Hem de unutuluyor. Ben bu karar defterini saklayacağım. Böyle bir oturum, evimizde pek çok problemleri aşacak. Emin olun ve bana güvenin.’ “Tabiî çocuk epeyce konuştu. Baktım mantıklı şeylerden bahsediyor. Biz akademisyenlikle uğraşırken durum onu gösteriyorki bazı şeyleri ihmal etmişiz. Çocuk, ‘Ne diyorsunuz böyle bir şeye?’ deyince, ben hemen, ‘Çok güzel olur. Ben kabul ediyorum’ dedim. “O konuşmasını bitirince, merak ettim bu uygulama nereden çıktı diye. Ben de ona bazı şeyler sordum. O da açık yüreklilikle cevap verdi. “‘Baba, bu gün okulumuza bir eğitimci geldi. Bir arkadaşımız, ‘Evimizde bizi adam yerine koymuyorlar, ne yapmalıyız?’ deyince, hoca da, ‘Peki evde adam yerine konmak için neler yapıyorsunuz, hangi sorumluluğu üstleniyorsunuz?’ deyince kimseden bir ses çıkmadı. Ben de tam o sırada, ‘Peki ne yapabiliriz?’ diye sordum. Hoca beni kaldırdı ve bazı sorular sordu. Ve yapabileceklerimizi sıraladı. Meselâ dedi, ‘Evinizde kardeşler arasında meydana çıkan bir problemi nasıl çözüyorsunuz?’ dedi. Ben de, babama, anneme anlatıyoruz. Onlar da bir çözüm buluyorlar. Bazen bu bir ceza vermek şeklinde oluyor. Bazen de, dinliyorlar ve konu kapanıyor. Tabiî bazen de kulaklar çekilmiyor, birkaç tane de tokat şaklamıyor değil’ dedim. Hoca, ‘Peki bu doğru mu?’ dedi. Ben de, ‘Başka ne olabilir?’ dedim. O da, işte benim size anlattığım aile toplantısını anlattı. Benim de kafama yattı ve size getirdim. Hem de bu eğitimci de sizin üniversitenizde öğretim görevlisi imiş.’ dedi. “Ben de, ‘Kimmiş o?’ dedim. Çocuk da, sizin adınızı söyledi. Ben de, ‘O hoca benim maç arkadaşım’ dedim. Hoca, ‘Onların lisesinde bir pozitif gençlik diye bir program yapmışsınız. Çocuk etkilenmiş. Sizi tebrik ediyorum.’” *** Evet, ilk tebriklerimiz ve alkışlarımız kıymetli Enes Can için. Evde yaşanan bir probleme karşı duyarlılık göstermiş ve güçlü bir adım atmış. Bu şimdilerde de olacağı gibi gelecekte çok güçlü sonuçlar taşıyacak. Pek yakınlarda profesör olacak babası ve saygıdeğer annesine ilk kez böyle bir oturumda bir konuşma yapmış Enes Can. Bu babanın ifadeleri. Babası onu çok kararlı görmüş ve etkilenmiş. Onun için de şöyle diyor: “Ben de onun yanında yer alarak bu toplantı oturumunu kabul ettim. Bir baba olarak çocuğumdan böyle bir teklifin gelmesi ise oldukça güzel ve anlamlı oldu.” Kıymetli gençler! Evde, işyerinde, okulda ya da hayatta bulunduğumuz her yerde bir varlık göstermeden, bir yanlışa direnç oluşturmadan, bir doğru adım atılmasına imkân sağlamadan, ‘bizi birilerinin adam yerine koymasını beklemek anlamsızdır.’ Babamız da olsa, annemiz de olsa, bizim kendimizi doğru ve cesaretlice ifade etmemizi isterler. Yani her anne baba, şahsiyetli, karakterli, cesaretli evlâtları olsun ister. Ama belki bu direncin kendilerine gelmelerinden ve karizmayı çizdirmelerinden biraz çekinebilirler, bunu da biraz anlayışla karşılamak lâzım. Onun için de kırmadan, incitmeden bir şeyleri ifade etmek daha sağlıklıdır. Ayaküstü başlayan ve servis saatine kadar süren bu sohbet beni oldukça mutlu etmişti. Çünkü hocanın ifadesi şöyle olmuştu: “Programlarınızda bu konulara çok vurgu yapın, bu bizim ihmâl ettiğimiz tarafımız, çocuklara pek de evlerde söz hakkı tanımıyoruz. Onun için de cesaretsiz kalıyorlar. Hatta bazen eğitimsiz anne babaların çocukları biz gibi eğitimli anne babaların çocuklarından daha cesur, daha özgüvenli ve daha iş bitirici olabiliyorlar.” İşte o zaman kıymetli gençler! Kendimize, ‘bizimkisi adam olmuş’ dedirtmek, biraz da bizimle alâkalı bir durumdur. Yani yaşadığımız yerde, varolduğumuzun bir alâmetinin olması lâzım. Bu öylesine bir adım değil, iyi düşünülmüş, getirisi götürüsü hesap edilmiş bir adım olması lâzımdır. Atılan taşlar hayatın yaşanmışlıklarının içinden gelince, elbette tesiri de yüksek oluyor. Hatta pek çok gencimiz, ‘Lütfen bu konuları daha yoğunluklu ele alın. Biz gençler konuşurken kimseler dikkate almıyorlar’ diyorlar. Ben de diyorum ki: ‘Gençler, lütfen slogancı da olmayın, hayattan da kopmayın. Eğer atabileceğiniz bir adım var ve atmıyorsanız, bedavadan sevilen, sayılan ve adam yerine konulan bir konum arayışında olmayın. Bu içinize sinmez.’ Makul, mantıklı ve çalışılmış gündemler sizi bekliyor.
SEBAHATTİN YAŞAR [email protected] |
Hayat “Arayış”larla doludur |
Hayat bir arayışlar zinciridir. Kur’ân-ı Kerim’de peygamber kıssalarında arayışların en güzel örneklerini görmek mümkündür. Meselâ onlardan birisi Hz. İbrahim’in Rabb’ini arayışıdır. Hz. İbrahim’in (as) mağaradan çıkışı, güneşin batışından sonra idi. Başını göklere doğru kaldırıp baktığı zaman, bir yıldız gördü. “İşte, Rabbim budur!” dedi. Yıldız battığında ise “Ben öyle batıp gidenleri sevmem!” dedi. Sonra ayı, dolunay hâlinde görünce “İşte Rabbim budur!” dedi. Sonra o da batıp gidince, “Rabbim beni doğru yola eriştirmeseydi, muhakkak ben sapmışlardan olurdum!” dedi. Daha sonra güneşi doğarken görünce “Rabbim, her halde budur, bu hepsinden daha büyüktür!” dedi. O da batıp gidince, “Ey kavmim!” dedi. “Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben batıl dinlerden uzaklaşarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Rabbülâlemin’e yönelttim, ben asla sizin gibi müşrik değilim!”1 Hz. İbrahim’in (as) yıldıza, aya ve güneşe “İşte Rabbim” deyişi kavmine karşı onların inançlarının yanlışlığını göstermek içindir. Yoksa İbrahim (as), yaratıcısını yıldızlar arasında aramış değildir. Bu sûretle o, kavmiyle olan tartışmasında, onlara kademeli bir şekilde ders verir: Âlemde gördüğümüz her şey fanidir. Erişemeyeceğimiz yüksekliklerde ve hayal edemeyeceğimiz büyüklüklerde olan varlıklar da böyledir. En büyük olarak gördüğümüz şeyin de daha büyüğü vardır ve sonunda onların hepsi gözümüzün önünde kaybolup giderler. İnsanların putlarından çok daha büyük varlıklar böyle olursa, ellerinizle yaptığınız putlardan medet ummanızın ne kadar batıl bir şey olduğunu anlamaz mısınız? Kısacası fani olanlar rab olamazlar. Rabbiniz ancak bâkî olan Allah’tır. Siz de benim gibi ona yönelin ve ona ibadet edin. Hz. İbrahim’in “Batıp gidenleri sevmem” sözünden ilhamla Bediüzzaman şöyle der: “Güzel değil batmakla gàib olan bir mahbub. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. “Bir matlûb ki, gurûbda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor, âmâle mercî olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın. “Bir maksud ki, fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fânîyim, fânî olanı istemem; neyleyeyim? Bir ma’bud ki, zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona ilticâ etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Aciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan, nasıl ma’bud olur? “Mâdem ufûl edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti, kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti, vicdan dahi fânîlerden yüzünü çevirdi; sen dahi bîçare nefsim, İbrâhimvârî, ‘Lâ uhibbülâfilîn’ gıyâsını çek, kurtul. “Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umumen isterim.”2 *** Hayat arayışlarla doludur. Dünya bir imtihan dünyasıdır. İnsan hakkı ararken bazen eline batıl geçiyor. Bir süre onunla oyalanıyor. Sonra batıl olduğunu anlıyor, onu bırakıyor. Yeni bir arayışa başlıyor. Bir süre de onunla oyalanıyor. Ömür bazen bâtıllar arasında bitip gidiyor. Allah, insanlara akıl vermekle bırakmamış, aynı zamanda peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Tâ ki, doğru yolu bulabilsin; hak ile bâtılı ayırt edebilsin. Çocukken okumayı çok sevdiğimden olsa gerek, elime ne geçse merakla okurdum. Eskiden bugünkü poşet yerine kullanılan “kese kâğıtları” vardı. Onlar da günü geçmiş gazete kâğıtlarından yapılırdı. Merhum babam çarşıdan kese kâğıdıyla bir şey getirdiğinde içinden çok, dışını merak ederdim. Hatta daha sonraki yıllarda okuduğum gazetelerden biriktirdiğim “kupürleri” yıllarca demirbaş eşyalarım gibi yanımda taşıdım. Bazen onları açıp tarihe yolculuk yapıyorum. Okuma-yazması olmayan akrabalarımız mektup okuma ve yazma işlerini de bana yaptırırlardı. Bu mektupların çoğunu asker mektupları oluştururdu. Bazen mektuplarda yazılan şeyler de hep aynı olurdu. Nereden bilebilirdim ki, hazır “asker mektupları” olduğunu. Bunlarda daha çok tarihle isim değişirdi. Köyümüzde kütüphane de yoktu ki, benim bu okuma ihtiyacımı karşılayabilsin. İlkokulda benim bu okuma merakım karşısında akrabalar “Bu çocuk okuyacak” diyerek babamı sıkıştırıp “Gidebildiği yere kadar okut” derlerdi. Biraz da bunun etkisi olsa gerek babam ve annem, aile çevremden uzak eskilerin deyişiyle “dışarıda” okumama razı oldular. Annem her ayrılışımda arkamdan—gözden kayboluncaya kadar—bakıp daha sonra annelik şefkatiyle ağlarmış. 5 yıllık ilkokuldan sonra 11 yaşımda başladığım eğitim-öğretim maratonum “gurbet illerde” devam etti. Sonra çalışma hayatıyla sürdü. Şimdi ben gurbette miyim, gurbet bende mi? Gurbet insanlara bazı alışkanlıkları kazandırıyor. Benim alışkanlıklarımın başında her halde okumak gelir. Dinî muhtevalı çeşitli gazeteleri ve kitapları okudum. Ama bana en samimî, en yakını iki gazeteyle Risâle-i Nurlar geldi. Risâle-i Nurları tanıdıktan sonra haftalık İttihad Gazetesiyle karşılaştım. İttihad hatırladığım kadarıyla elden veya belirli bayilerden dağıtılırdı. O günlerde aldığım İttihad gazetelerini okuduktan sonra itina ile sakladım. Taşındığım yerlere “demirbaş eşyalar” gibi taşıdım. Ara sıra çıkarıp onları okumaktan büyük zevk ve keyif alırım. Yeni Asya Gazetesi yayına başladığı yıllarda henüz lise öğrencisiydim. O yıllarda gazetemizin genel yayın yönetmeni ve başyazarı olup bir trafik kazasında ahirete uğurladığımız merhum N. Mustafa Polat adına düzenlenen Liselerarası Makale Yarışmalarına katıldım. “Ehl-i Kalem” kabul edildik. O yıllarda çeşitli yazılar yazdım. Birçoğu gazetemizin değişik köşelerinde yayınlandı. Çünkü o tarihlerde “naşir-i efkâr” olarak gazete ve yayınevinden başka bir şeyimiz yoktu. Bir süre, görev icabı yazmaya ara verdim. Ama gazete almaya ve okumaya hiç ara vermedim. “Tavizsiz istikrar çizgisi”nden-–Allah’ın inayetiyle—hiç ayrılmadım. Geçen bunca yıl içinde pek çok şeye şahit oldum. Gördüklerimin ve bildiklerimin sadırlarda kalmasını istemedim. Bunları sadırlardan satırlara dökmek istedim. Bir yerden başlamak gerekiyordu. Ama nereden?.. Sonra… “Al kalemi eline, yaz başına geleni” deyip önce hatıralardan başladım yazmaya. Bir kısmını yazdım. Birkaç yıldır—çok düzenli olmasa da—bu köşede sizinle buluşup gördüklerimizi, bildiklerimizi ve düşündüklerimizi birlikte paylaşmaya çalışıyoruz. Yazılar yayınlandıkça bazı dost ve kardeşlerimiz-–takdir ve teşviklerini ifade ederek—bunların toplanmasını ve kitap olarak yayınlanmasını arzu ettiler. Onlara hak verip bir kısım yazıları kitabî hâle getirip Yeni Asya Neşriyat’ın takdirlerine havale ettim. Yeni Asya Neşriyat da takdirlerini kitap hâline çevirip “ARAYIŞLAR” adıyla okurlarına sundu. Kitabı okuyanlar duygularını ifade ederek, “Şimdiye kadar neredeydin? Biz bunları bilmiyormuşuz…” demeye başladılar. (Hâzâ min fadli Rabbî) Aslında herkesin kendisine göre arayışları vardır. Arayışlar biter mi? Hayat devam ettiği sürece arayışlar da devam eder.
Dipnotlar: 1- En’am Sûresi, 76-79. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 344-353.
AHMET ÖZDEMİR [email protected] |
Hangisi güzel? |
Her kapısına gidişinizde boş dönmediğiniz, bir adımına karşılık yüz adım atan, affeden; bir hatayı bin kez işlemişsen dahi af dileyince affedip unutan bir dostunuz olsun ister misiniz? Bir an dahi “Müsait değilim” deyip sizi engellemeyen, sürekli dinleyen... Kapısına gitmek için bir zil çalmaya bile ihtiyaç duymadığınız bir dostunuz oldu mu? Kalp telefonuyla her an görüşebileceğiniz, her an kapsama alanı içerisinde, şah damarınızdan daha yakın bir dostunuz olsun ister misiniz? Biri gelse ve dese ki; böyle biri var ve dinliyor. Ve her şeyi işitir. En gizli mahlûkun en gizli ihtiyacını dahi bilen biri var. Ve her şeye gücü yeter. “Ol” der, oluverir… Bu cevabı duyduktan sonra ne yapardık? O dostun kapısına mı giderdik? Yoksa kâinata dilencilik etmeye devam mı ederdik? Aciz, kırılmaya mahkûm vasıtalara el açıp zillete mi düşmek güzel? Yoksa, her şeye gücü yeten Rabbine yalvarıp istemek mi güzel? Kapısından kovmayan, çevirmeyen, bir milyon günah işlemişsen dahi “Ümidinizi kesmeyin” diyen Sadıku'l-Va’di’l-Emîn’e güvenmek mi güzel? Yoksa yeis zulmetinde, atalet karanlığında kaybolmak mı güzel? İçinize binlerce put koysanız dahi, İbrahimvârî kırarsanız eğer, size kapısını açık tutan Vahid’e yalvarmak mı güzel? Yoksa kula kul olmak mı güzel? “Seviyorum Allah’ım” deyip haykırmak mı güzel? Yoksa mâsivâya tutunup, bağlanıp çile türkülerini mırıldanmak mı güzel? Evet bir yanda; milyon günah işlemişse dahi kuluna kapı kapamayan Settar, Gaffar, Rahim var… Diğer tarafta hatayı yüze çarpan kullar var. Çoğu zaman affetmeyen, sırtını çevirenler var… Bir yanda Semî' var. Hep dinleyen, en haksız anında dahi sıkılmadan dinleyen Semî'… Diğer yanda, bir kere bile dinlemeyen kullar… Değmiyor, değmiyor, değmiyor… Allah dışında hiçbir şey alâka-ı kalbe değmiyor… Geç de olsa fark ettiren Vedud’a minnetlerimi sunuyorum. Ve haykırıyorum: Ben Seni seviyorum. Sen de beni sev… “Allah’ım, bize sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle.” 1 Ve dosdoğru yolda dümdüz gitmeyi nasip et….
Dipnot: 1- Said Nursî, Sözler, 32. Söz.
HATİCE DURAK |
Çiçek |
Ben yoktum, senin gözlerin vardı beni bekleyen. Hadsiz lezzetlerle mütelezzizken aklın vardı şeklimi dahi aklıma getirmeyen. Can verdi Cânân, san'atına alkış tutturmak için. Tohumdum belki; belki daha da ‘ötesi’. Çatlayıverdi, O’nun izni ile karanlık, kesif toprakta biricik ‘sandukçam’. Bana geldi bütün ihtiyaçlarım, ben istemeyi bilmesem de. İhtiyacım vardı suya; su vardı yanı başımda damla damla. İhtiyacım vardı ışığa; ışık vardı bedenimle birlikte dört bir yanımda parıl parıl. Henüz yüzümü açamadığım bir yüzüm ve yapraklarım varmış beni o âna saklayan. Rengim vardı içler okşayan gönüllere sürûr olan. Renk mi? Bir şey bilmediğim, ihtiyacım olan her şey vardı. Ne olur koparma beni! Zira daha çoook gözler vardır bana hasret, dur yapma. Benim sonum… ERSİN ACAR |
Affın makamı Üç Aylar |
Üç mübarek ayların ilk güzel ayı “Recep” ayına girdik. Önümüzde koskoca doksan gün; bu güzel günlerin içerisinde de günahlarımızın bağışlanması için bolca af kapılarının sonuna kadar açıldığı merhamet fırsatları bizim için sunuluyor… “Recep ayının ilk Cuma gecesi olan Regaip Kandili de, Rabbimizin bize olan ecridir” diye tâbir edilir. Üç ay ve mübarek geceler bizlere hediye olarak sunulmuştur. Önemli olan bu güzel hediyelerin değerini iyi bilmektir. Bire bin sevap verilir, her duâya tüm kâinat âmin der adeta… Bu aylarda bir duâ, içten kılınan bir namaz, içimizdekileri tüm saflığıyla Yaratıcımıza yöneltmek ne güzeldir. Herkes için ayrı bir değer taşıyan, bizi biz yapan tüm değerlerin hatırlandığı Recep ayı, bu manaların daha da yoğunlaştığı Şaban ve nihayet tüm güzelliklerin bir çocuk sevinciyle karşılandığı Ramazan ve akabindeki bayram ne mübarek zaman dilimleri... Yetime uzanan el olmak için yarışılır, camiler dolup taşar... Bu aylarda başlayacak Kur’an Kursları ile camilerde çocuk sesleri de yankılanmaya başlayacak inşâallah… “Çok konuşuyor” diyerek susturulmaya çalışan o güzel sesli çocukların, Peygamberimizin (asm) sabrını örnek alarak, muhabbetlerine katılalım. Çünkü bu aylarda kırılan bir kalbin üzerimizdeki vebâli iki katıdır… Bu güzel ayların kıymetini bilenlerden olalım inşallah, “Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin.” (İsra Suresi) Tüm dünya Onu tesbih ederken bu kervana biz de katılalım. Duâ kervanı, salâvat kervanı, Kur’ân-ı Kerim kervanı, namaz kervanı… Hep beraber “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek bu kapıdan girelim ve af makamında affolunmayı isteyelim… İçten ve sade olanlardan, duâsı kabul olanlardan, Peygamberimize (asm) lâyık bir ümmet, Üstada iyi bir talebe, yardım bekleyenlere uzanan el olalım inşallah… Duâ ile; “Bu üç ayların dakikalarının âşireleri adedince Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.” O’na emanet olunuz.
MERVE İRİYARI |
Garibim babacığım! |
—Yurd-u bâkîdeki babama... Babalara birer Fatiha vesileliği için...—
Dikkat et gözün önüne bak derdin, Orada burnum var deyince, gülerdin İçten içe belli etmez çok severdin, Sensiz şimdi yetim, garibim babacığım!
En kötü sözün bana iltifattı, İntizamlı olmak sende açık sıfattı, Ölçülüydü gidişinde şu çileli hayatta, Sensiz her yerde viraneyim, garibim babacığım!
Namaz kılışımı seyreder sevinirdin Ardım sıra benle gururlanır övünürdün Yanlışım olsa yanar, kavrulurdun Sensiz her an hatadayım, garibim babacığım!
Yufka yürekliydin çabuk dolardı gözlerin K imseye edemezdim yalnız sanaydı nazlarım Şimdi bal oldu bir zaman ki acı sözlerin Sensiz hep gözü yaşlı, garibim babacığım!
EŞREF MERT |
ÜÇ AYLARIN FEYZİYLE |
Rahmet hazinesinden bahşedilerek bize Receb, Şaban, Ramazan; erdi iklimimize Kevseri yudumladık, bir İlâhî kâseden Menba-ı feyiz olan, şuhur-u selâseden Affeyle günahımız, eyleme bizi tedip İlâhî! Rahmetini, şu aylarda lütfedip Her gece arayalım, maden-i envarını, Seksen yıl âbidlikle geçirmenin sırrını Vaktimiz değerlensin, bu aylar tilâvetle Kelâm-ı İlâhî‘nin, kudsî hecelerini Gelin agâh olarak, ihya edelim biz de Nurefşan yıldız gibi, kandil gecelerini Mânâ âlemindeki nice köşkler, saraylar Mü'minlere sunulmuş, o mübarek Üç Aylar
Dr. HİKMET ERBIYIK |
HOŞÇAKAL BARLA |
Yol öyle bir zamana vardı ki... Sanki başka bir dünya Yeşili yeşilden yeşil Her yer gül, çayır, çimen Güneş endamıyla bize bakarken Hoşgeldiniz der yağmur Bir anda üzerimize
Cennet bahçesi, Üstadımızın evi, Çam dağı Sanki hepsi haberli bizi bekler gibi. Hiç kaygısız alevsiz, yangınsız sokakları Selâmünaleyküm, Aleykümselâm der hep insanları HAK AŞKINA GELDİK MUHAMMED AŞKINA GELDİK ÜSTADIMIZIN YANINA GELDİK
Sabah namazıyla koştuk Kahramanların yanına Ard arda dizilmişler hepsi el ele Ve yine omuz omuza Toprak muhasebe yaptırırcasına baktı yüzümüze Kuşların zikri ile Açtık ellerimizi Rabbimize
BEN BİR YANIMI O IRAK DAĞ BAŞINDA BIRAKTIM BAHAR YAĞMURLARIYLA ISLANMIŞ BOZKIR YAYLALARA UZAKLAR UZAĞINDAYIM ŞİMDİ HOŞÇAKAL BARLA...
Yüksel Seymen |
19.06.2010 |