Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Benden sonra bazı adamlar idarenizi üstleneceklerdir ki, bunlar size yabancı olan bazı şeyleri öğretecekler ve bildiğimiz şeyleri de ters yüz edip aktaracaklardır. Sizden o zamana kim ulaşırsa, Aziz ve Celîl olan Allah'a isyan eden bu kimselere asla itaat etmesin.
Câmiü's-Sağîr, No: 2405 |
19.06.2010 |
Asya medeniyeti az vakitte galebe edecektir Şimdiye kadar medeniyetin seyyiâtı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez. Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzâtını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak. Biliniz ki: Bizim murâdımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiâtları değil ki, ahmaklar o seyyiâtları, o sefâhetleri mehâsin zannedip, taklid edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiâtı hasenâtına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiâtı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz. Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-î beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek İnşaallah. Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-î beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak İnşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.
Hutbe-i Şâmiye, s. 41-43
LÜGATÇE:
i’lâ-yı kelimetullah: Allah’ın adını yüceltme, dinini yayma. mütevakkıf: Birşeye bağlı olan, onunla iş görecek olan. mehâsin: Güzellikler, iyilikler. seyyiât: Fenalıklar, kötülükler. râcih: Üstün. |
19.06.2010 |
SON ŞAHİTLERDEN ÇANKIRILI CEMİL ÇELİK: Risâle-i Nur’u okudukça, içime Üstadı görme ateşi düştü... Son şahitlerden Çankırılı Cemil Çelik, Risâle-i Nurları tanıması, Bediüzzaman’ı ziyaret etmesi ve Risâle-i Nurları Almanya’ya taşıma hikâyesini anlattı:
Altı yaşlarında bir çocuktum. Babaannem, şefkatle bize kulaktan dolma bilgiler verir, hikâyeler anlatırdı: “Evlâdım bir gün gelecek deccal-meccal çıkacak…” “Nedir babaanne o deccal? Canavar mı?” “Yok oğlum o bizim gibi insan! İnsanları cehenneme götürür. İnananlar ondan kaçacak!” O çocuk halimle içimden duâ ettim: “Ya Rabbi beni deccalin şerrinden kurtar, onun peşine takma!” Sonra “Mehdi gelecek, insanları cennete dâvet edecek” dedi. “Babaanne, Mehdi nedir?” “O insanları Müslümanlığa çağıracak, peşinden takılan Cennete gider!” Yine duâ ettim: “Ya Rabbi, beni Mehdi’nin peşinden gönder!” *** Isparta’ya askere gittim. Arkadaşlar aralarında sohbet ediyor: “Bizim hoca şöyle derin, bizde böyle bir büyük hoca var. Şu hoca daha derin” diye… Bekir Yıldırım dedi ki, “Bizim Emirdağ’da bir âlim var. Onun gibisi yok!” O sözü duyunca sarsıldım ve içimden, “Ya Rabbi, beni onun talebesi yap!” dedim. Bir iki ay sonra Üzeyir Şenler geldi. Elinde kırmızı kaplı bir kitap gösterdi. “Bak” dedi. “Bu kardeş onu okuyacak. Sonra sen de alırsın!” İsmi, “Asa-yı Musa’dan Akan Nur Çeşmesi” idi o zaman. Ona dedim “Kardeş ben okuyayım, o sonra okusun!” Bekir kardeşe gittim. “Bu kitap bahsettiğin o âlim zatın kitabı mı?” “Evet onun” dedi. Kitabı açtım. Okumaya başladım. Beni cezb ediyordu. Daha başka kitaplar da okumuştum. Sabah dokuzda başladım, öğle ezanına kadar okudum. Ezanı dinliyordum. Kitabı göğsüme dayadım. İçimden bir ses bana diyor ki: “Bu asker çamaşırını yıkasın, Cuma günü namaza başlasın.” Bir başka ses “Şimdi yıkasın ve kılsın!” diye muhavere ediyorlar. Hemen abdest alıp namazı kıldım. Daha önce de, tembellik edip arada bir kılıyorduk. Risâle-i Nur’u, Lâhikaları okudukça Üstadı görme ateşi düştü içime. Bir ara Bekir kardeş dedi ki: ”Üstad nerede olsun istersin?” “Bu sözü söyledikten sonra yakında olduğunu hissediyorum!” dedim. “O burada, Isparta’da” dedi. Askerlik yaptığımız yerin 400-500 metre yakınında. Üstada gitmeye karar verdik. Kaldığı yerin kapısına dayandık. Zile bastık, genç bir kardeş indi. Hüsnü Bayram’mış. Üzeyir kardeş yukarıya çıktı, onunla birlikte. Ben de heyecandan duramadım, çıktım arkalarından. Sağ kapı açık, baktım geniş omuzlu biri yazı yazıyor, iri vücutlu. “Üstad bu galiba” dedim. Tahir Ağabeymiş. Sol kapıdan Üzeyir kardeş koşarak geldi, koluma girdi, beni indirdi. Üzeyir Şenler’e: “Hani Üstadı görecektik! İyi adam olsaydım, Üstad beni kabul ederdi!” dedim. O da bana, “Üstad dedi ki: ‘Askerlerle temas ediyor’ diye dedikodu yapılıyor. Madem iki ay sonra terhis olacak, o zaman gelir.’” İki ay sonra askerî elbiselerimizi çıkardık, sivilleri giydik, hamamdan sonra Hakkı Uzun’la ziyaretine gittik. Zile bastık, Üstad’dan izin istedik, bekliyoruz. Yalnız bir gül var sehpanın üstünde. “Bu kadar koku oradan gelemez!” diye düşünüyorum. Üstad yaklaştıkça gül kokusu arttı. Başında sarığı, sağ eli cübbesinin içinde, kalbinin üzerinde, sol eliyle cübbenin eteğini kaldırmış. Merdivenlerden yavaş yavaş iniyor. İçimden bir ses, “Dikkat et, bir daha belki göremezsin, dikkat et!” dedi. Üstad bir şeyler söyledi. Anlamadım heyecandan. Yanındaki ağabey “’Hoş geldiniz’ diyor!” dedi. Ben yavaş yavaş ayağımı sürüye sürüye Üstadın yanına gittim, dinleyeyim diye. Elini enseme koydu. Bir sıcaklık hissettim. Bütün vücudumu sardı. Bana, “Allah, deccalın ve bu zamanın fitnesinden muhafaza etsin!” dedi. Elini öptük. Bir daha eline vardım. Gözleri halka gibi dönüyor. Nurlu bir siması var. Saçı kulaklarının üstünde idi. 1959’da Ankara’ya geldiğini duydum. Köydeydim, gidemedim ziyaretine, bin pişman oldum. Vefat ettiği günlerde yine köydeydim. Hava güneşli, ısınmak için cami cemaati avluda oturuyoruz. Mart ayı güneşi, ama soluk. “İçimizdeki yaşlı adam, ‘Yavrum, bu güneş tutulması değil, hava güzel, hayırlı olsun!’” dedi. Biraz sonra biri geldi: “Radyo ilân etti, Bediüzzaman vefat etti!” Dondum kaldım, kendimden geçtim, bir tarafa doğru vurdum gittim, yürüdüm. Şehre gelmişim. Birinin elinde Ulus gazetesi, Üstad’ın aleyhinde haberler vardı. İkindiden sonra bir otobüs geldi. Gayr-i ihtiyârî otobüsün yanına gittim, bir işim de yoktu orada. Bir genç indi. Kıyafeti, saçları düzgün. “Hoş geldin” dedim. Cebindeki gazetesinin sadece “dam” yazısını okuyabiliyorum. Dedim her halde bu “Hür Adam”dır. Gazeteyi istedim, açtım, baktım manşette Üstad. Dünyam yıkıldı. Ağlamaya başladım. O genç de, “Evet” dedi “Dünyamız yıkıldı…” “Üzerinde Türkçe dînî kitabı olan var mı?” 1969’da, trenle Almanya/Disburg’a doğru yola çıktık. Sofya çıkışında mola verildi. Arkadaşlar sohbet ederken bir genç geldi. Ona, “Komünizm nedir?” diye sordum. “Soracak başka bir şey yok mu?” deyip tersledi ve “Ağabey, üzerinizde Türkçe dînî kitap olan var mı?” diye sordu. Üzerimde yoktu, ama bavula Risâle-i Nur’dan üç küçük risâle koymuştum. “Versem mi, vermesem mi?” tereddütte iken, tren hareket etti… Hatırladıkça üzülürüm, keşke çabuk davranıp verseydim... Almanya’ya vardım. Risâleleri kendi kendime okuyorum. Kimse yok. İçimden “Ya Rabbi, bir arkadaş!” diye duâ ediyorum. Bir buçuk sene sonra bayram namazını Heim’in altında kılacağız. Sabah namazı için oturduk. Fevkalâde üzüntülüyüm. Bayram mı, değil mi, belli değil benim için. 5 çocuğu bırakıp gurbete gittim. Arkadaş arayışı devam ediyor. Hoca vaaz ederken son sözleri beni kendime getirdi: “Aziz cemaat, iman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!” Bütün kasvetim gitti, açıldım, kendime geldim ve bayram havası başladı. Bayram namazından sonra hocaya gittik. Ankara Bağlum’dan İhsan Akdağ isimli kardeşle tanıştırdı, sarıldık. Bekir Kara ile tanıştırdı. Bir kişi istiyordum, dört kişi olduk. Çay içerken Burhan Çevik de geldi, kahvaltıya kadar beş olduk. Biri dedi “Abi Taschiem’de Nur Talebeleri var. Çaydan sonra gittik. Zili çaldık. Hasan Karadeniz’le tanıştık. Öğle olmadan sekiz olduk. Dedim ‘Üç elif ayrı ayrı olursa kıymeti üç hükmündedir. İttihat edersek kıymeti yüz on bir olur. Biz sekiz kişiyiz. Darb edin, 11111111 eder, bundan sonra durmak yok, hizmete devam…’” Ve her evde dersler, sohbetler yapmaya başladık. Bir buçuk sene içinde dershaneye sahip olduk. Sami kardeş Almanya’ya geldi, otobandan Hollanda’ya doğru gidiyoruz; sordu: “Ağabey, bunca badireler atlatıldı. Neden Yeni Asya camiasında kaldın?” Dedim ki, “Kardeşim burada çok otoban var. Her otobanda da Ausfahr’lar (çıkışlar, tali yollar) var. Eğer Asufahr’a dalarsan kaç yüz kilometre sonra otobana gireceğin belli değil. Ben hiç Ausfahrlara bakmadım. Otobandan yoluma devam ettim.”
Röportaj: ALİ FERŞADOĞLU |
19.06.2010 |