Görüş |
Ümîdvârız
Geçmişte ekilen kötü tohumların dehşetli meyveleri olacağı aklı eren her kişi tarafından tahmin edilmekteydi. Ancak, tenbel çiftçinin, tarlasındaki zararlı otları daha iyice kök salmadan temizlemesi gerekirken, hep sonraya ertelemesi gibi, göz göre göre bunlar köklendi, güçlendi ve zehirli meyvelerini her tarafa saçtı. Belki de kusûr yalnız çiftçide değildi. Ona bu otların zararlı değil, faydalı olduğu telkîn edilmişti. Bir milleti istedikleri gibi yeni baştan inşâ edebileceklerini sananlar fenâ halde yanıldılar. Yoksa, yanılmadılar mı? Acabâ, bütün yapmak istedikleri, bu milletin bugünki durumuna ulaşmalarını sağlamak olmasındı? Cem’iyyetin bütün mânevî değerlerini bir kalemde silivermeye çalışmak, nasıl bir niyetin sonucudur? Târîhin şâhîd olduğu en âdil ve insânî bir nizâmı beşeriyete takdîm gayretindeki yüce milletimizin, bin yıldan fazla bir zaman içinde mümessili bulunduğu bu medeniyetin temeline dinamit bağlayanların netîceyi tahmîn edemeyeceklerini düşünmek, safdillik olur… Milletin idâresine tâlip olarak iktidâra gelenler, eğer bu zararlı tohumları ekip yayılmasını dileyenler ise, zâten istedikleri buydu. Dağlarda, kuytu köşelerde uyuşturucu yetiştiren çeteler gibi, tarlalarını hassâsiyetle korudular. Kendilerine zararı dokunacak şahısları oralara yaklaştırmadılar. Kazârâ, milletin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarılması için gayret edenler ise çeşitli yollarla engellendiler. Ya vazîfe yapamaz hâle konuldular yâhut yaka-paça iktidârdan indirildiler. Her türlü kötülükle savaşmayı inançlarının îcâbı bilen mâneviyât erleri, tâ başından beri, tehlikenin farkında idiler. Ellerinden geleni yaparak halkı uyarmaya çalıştılar. Karşılarındaki gürûhun kullanmaktan çekinmedikleri usûlleri kullanmaları, nâmeşrû olduğundan, mümkün değildi. Ne inançları, ne halkın menfaati buna elveriyordu. Netîcede devletin, bütün meşrû ve gayr-i meşrû güçlerini kullanarak bu uyarıcıları saf dışı etmesi uzun sürmedi. Tek-tük direnenler ise hayâtları boyu huzûr görmediler. Hakàretler, zulümler, sürgünler, zindanlar vefât edene kadar peşlerini bırakmadı. Hattâ bâzılarının kabirlerini kaybetmek, yerlerini değiştirmek cür’etini gösterdiler. Askerin, polisin, gardiyanın, hâkimin, savcının, resmî görevlilerin hedefi hâlinde yaşadılar. Devâmlı tâciz ve tahkîr edildiler. Halkın gözünden düşürülmek istendiler. Bu mâneviyât kahramanları gerçi sayıca azdı. Fakat onlar ne insanlardan herhangi bir şey bekliyorlardı; ne insanların dünyâsından bir şeye tâlip idiler. Dîn-i İslâmın kendilerini muvazzaf kıldığı îmân ve Kur’ân hizmetinde, Allâhu Teâlâ’nın rızâsı dâiresinde ve Resûlullâh’ın (sas) sünnet-i seniyyesi istikàmetinde hareket etmekten başka bir düşünceleri yoktu. Nefisleri başta olmak üzere, insanlığın kurtuluşu için gayret sarfediyorlardı. Muvaffakiyyet de mağlûbiyyet de onlar için birdi. Hak yolunda gàlip gelmeyi arzû ederler, ancak, çalışmalarının ana hedefi olarak onu görmezlerdi. Bu, enbiyânın tarz-ı hareketi idi. Onlar da öyle yaptılar. Sırf Allâh rızâsı için gösterilen bu gayretler boşa gitmedi. Milletin büyük bir kısmı aslına döndü. Bin yıllık şerefli târîhinin kendisine mîrâs bıraktığı terekeye sâhip çıktı. Bu mânevî deniz fenerlerinin gösterdiği istikamete yönelerek, o zifirî karanlıktan kurtuldu. Tarlaya kötülük ekenlerin istekleri akîm kaldı. Zararlılar bütün memleketi istîlâ edemedi. Eşit şartlarda ve vasatta olmasa bile, son yüzyılda yapılan tahrîbâta karşı bir mukavemet meydana geldi. Dünyâ milletleri de, kendi devletlerinin politikaları yanlış bile olsa, diğer insanlara yapılan kötülüklerin farkına varmaya başladı. Onlardan insaf ve iz’ân sâhibi olanların sesleri duyulmaya başlandı. Haksızlığa ve kötülüğe karşı bir cebhe inşâ etmek için kollar sıvandı. Farklı dîn ve ırklardan insanlar, beşeriyyetin saâdeti için düşünmeye, fikirlerini kuvveden fiile çıkartmaya davrandı. Bir zaman yalnızca söz ile ifâdesini bulan husûslar, harekete dönüşmeye yüz tuttu. Her zaman ve her yerde ma’kes bulmasa dahî zulme, haksızlığa, tecâvüze, şiddete karşı, bu cephede büyüyerek gelişen bir nefret ve hiddet ortaya çıkıyor. Bu, gelecek hakkındaki ümîdlerimizi uyandırıyor. Beşeriyetin ekserîsi, bir gün, adâlet için, hak için, huzûr için bu saftaki yerini alacak. Milliyyeti, dîni, kanâati, felsefesi ne olursa olsun insânî değerleri tehdît eden kuvvetlere karşı gerekli maddî ve mânevî teâvünü, tesânüdü icrâ edecek. O zaman bütün kötü tohumları pazarlayanlar, ekenler, biçenler, yayılması için emek sarf edenler fenâ hâlde pişmân olacaklar. Adâletin ve hukùkun karşısında suçları ortaya çıkacak. Kendilerine lâyık cezânın verilmesi ile yaptıklarının karşılığını bir nebze dünyâda görecekler. Ayrıca, âhiret âlemlerinde uğrayacakları cezânın tasavvuru ve tahmîni bile mümkün olmadığından, o durum saded hâricidir. Bu bakımdan gelecekten ümîdvârız…
EKREM KILIÇ [email protected] |
30.06.2010 |
“Mutluluklar” diyemeden...
-Ahmet Özkan’ın aziz ruhuna…-
Haziran ayının sonlarıydı. Okullar kapanmış, yaz tatili programını yapmaya başlamıştık. Programımızın başında, elbette memlekete gitmek, dost, akraba ve arkadaşları ziyaret etmek vardı. Uzun bir yılın yorgunluğunu, dostların değerli, sevimli ve gönle hoş gelen sohbetleriyle giderecektik. Ziyaret edeceklerimizin başında ise, çok kıymetli Ahmet Özkan Ağabey vardı. Çünkü o, ev almış ve geçen yıl ziyaret etme fırsatımız olmamıştı. Bunun için, ailece, alacağımız hediyeyi de kararlaştırmıştık: Bulunduğumuz yerin meşhur bakır levhalarından alıp, üzerine de “Ahmet Özkan ve ailesine mutluluklar” yazısını yazdıracaktık. Ama olmadı! Sevgili arkadaşım Avukat İsmet Bey, telefonla beni aradığında, hiç âdetim olmadığı halde, telefonumu meşgule almıştım. Belki de bir şeyler hissetmiştim. Bir şeyler söyleyecekti, anlamıştım. Vereceği haberi duymak istemiyordum belki de. Ama ısrarla, ikinci kez aradığında istemeyerek de olsa açmak zorunda kaldım. Verdiği habere inanamadım, inanmak istemedim. Şoka girmiştim. Hiç yalan söylemeyen değerli kardeşimin kalbini de “Şaka yapma, ciddî olamazsın” sözleriyle de kırmıştım. Söyledikleri doğruydu. Ama o sözü şimdi dahi dile getiremiyorum. Sadece o, “Her nefsin tadacağı ölüm hakikatini, bizden daha önce tattı” diyebiliyorum. O, benim Ahmet Özkan Ağabeyimdi. Alacağım hediyeyi dahi tesbit etmiştim. Kısa bir süre sonra, onunla görüşecektik. Hediyemi takdim edecektim. Hasret giderecektik. Mutluluklar dileyecektim. Sohbet edecektik. Ders dinleyecektim. Evine gidecektim. Üniversiteye uğrayacaktım. Çayını içecektim. Yemeğini yiyecektim. “Buyur Zübeyir kardeş” sözlerini duyacaktım. “Sana inanıyorum, sen yaparsın” sözleriyle şevk alacaktım. Artık bunların hiçbiri olmayacaktı. Zira o, aramızdan ayrılmıştı. Elden ne gelirdi? Ağlamaktan başka. Ağlamak... Ağlamak… Hüngür hüngür gözyaşı dökmekten başka ne yapılabilirdi? Göz pınarları kuruyuncaya kadar… Gözyaşları sel olup akıncaya kadar… Karalar, denizlere dönüşünceye kadar… Bu cümleler çok görülmesin! İsyan ifadesi sayılmasın! İlâhî kadere karşı gelinme zannedilmesin! Duygular kelimelere dökülemiyor. Cümleler, hislere tercüman olamıyor. Hem Hazret-i Peygamber de (asm) sevgili yavrusu ebedî âleme irtihal edince hüzünlenip gözyaşı dökmemiş miydi? O da, hüznünü gözyaşlarıyla teskin etmeye çalışmamış mıydı? Bundan dolayı, bizler de Ahmet Özkan Ağabey için döktüğümüz gözyaşlarından dolayı kınanmayalım, olmaz mı? Duygularımı kelimelere dökemiyor; ancak gözyaşlarıyla ifade etmeye çalışıyorum. Ahmet Özkan Ağabey, kemal yaşındaydı. Olgunluk dönemindeydi. Bilgiliydi, kültürlüydü, tecrübeliydi, olgundu, ağırbaşlıydı, nazikti, hassastı, yardımseverdi, güler yüzlüydü, sevecendi, ciddiydi. Gönül kırmazdı. Kalp incitmezdi. Nümûne-i imtisâldi. Örnek şahsiyetti. Kırıkkale’nin sembol kişilerindendi. Gayretliydi, çalışkandı ve demokrasi aşığıydı. Bürokrattı, başkandı. Tam bir idareciydi. İnsan sarrafıydı. İnsan psikolojisinden anlardı. İnsanları, devletini, milletini severdi. Nurun yılmaz savunucusuydu. Talebeydi, sadıktı ve sırat-ı müstakîm üzereydi. İnandığı yoldan hiç ayrılmamıştı. İyi bir eşti. İyi bir babaydı. Hemen bütün iyi özelliklere sahipti. İyi, güzel ve temiz insan olmasından dolayı, yüce Allah, onu kendi yanına aldı. Her fırsatta, Ankara’ya daha yüksek makamlara gitmesi gerektiğini söylediğim Ahmet Ağabeyi, Cenâb-ı Allah, kendi huzuruna ve cennetin yüksek makamlarına lâyık görmüş. İnanıyorum ki o, şimdi mutlak varlığın yanında, huzur-u İlâhîde duruyor. Cennet-i A’lâda geziniyor. Has bahçede dolaşıyor. Sevgililer sevgilisi Hazret-i Peygamber’in (asm) makamında bulunuyor. Üstadın ders halkasında sohbet dinliyor. Aile büyükleriyle hasret gideriyor. Bizlerle, sevdikleriyle kavuşacağı anı bekliyor. Sevgili Ahmet Özkan Ağabey! Sana “mutluluklar” diyemeden bizden ayrıldın. Hakkını helâl et. Mekânın Cennetin en yüksek tabakası olsun. Hazret-i Peygamberin (asm) şefaatine nâil olasın. İlâhî cemâl ile müşerref olasın. Duâlarımız seninledir. Bizler ebedî olarak ayrılmadık. Bizimki geçici bir ayrılıktır. Yerlerimiz farklı da olsa bizler yine beraberiz. Yine kavuşacağız. Birlikte Cennet köşklerinde oturacağız; Kevser şarabı içeceğiz; Kur’ân-ı Kerim dinleyeceğiz ve ders yapacağız İnşâallah. Ahmet Özkan Ağabeyin kıymetli eşine, sevgili çocuklarına, akrabalarına, dostlarına ve bütün sevenlerine başsağlığı diliyor, taziyelerimi sunuyorum.
ZÜBEYİR ÜSTÜNER |
30.06.2010 |