Elif Eki |
|
Ezanlar okundukça… |
Şeâirin küçüğü büyüğü olmaz. Bazen küçük gördüğümüz şeâir büyük sonuçlar verebilir. Şeâir bir cihette İslâmın zırhıdır, kalesidir. Günümüzde en çok tartışılan şeâirin başında ezan gelmektedir. Bilindiği gibi ülkemizde yıllarca ezanın Türkçe tercümesi zorla okutulmuştur. Türkçesini okumayanlar cezalandırılmıştır. “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir” diyenlere Bediüzzaman şu sözleriyle karşılık vermektedir: “Hâlbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?”1 Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara geldikten sonra yaptığı ilk icraatlardan birisi, on sekiz yıldan beri inananları rahatsız eden ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması olmuştur. Menderes, seçimden 20 gün sonra yayınladığı demecinde; herkesin dinî vecibe ve ibadetlerini yerine getirebilmesini, vicdan hürriyetinin gereği ve laikliğin esası olarak ifade etmiştir. Bu yüzden ezanın asliyetiyle okunması yasağının devamı laikliğin gereği değil aksine, bunun ihlâli olduğunu beyan etmiştir. Ezanın serbestîsine imkân veren kanun teklifinde; Anayasanın, vicdan hürriyetinin dokunulmazlığı ilkesine rağmen, din ve vicdan hürriyetinden vatandaşı herhangi bir sebeple kısmen veya tamamen mahrum etmenin, müeyyide koymanın yanlışlığı ifade edilmiş ve laiklik esasına uygun düşmediği izah edilmiştir. Manevî huzursuzluğa sebebiyet veren yasağın kaldırılması vatandaşlara huzur ve vicdan rahatlığı getireceğine vurgu yapılmıştır. Menderes Hükümeti, bir ayı dahi dolmadan meclise kanun teklifi vererek yasağın kalkmasını sağlamış ve Ramazan ayının başına tevafuk eden serbestiyetin sağlanması, halk nezdinde büyük bir memnuniyete vesile olmuştur. Nitekim Bediüzzaman, Ezan-ı Muhammedi’nin (asm) neşriyle Demokratların on kat güçlendiğini beyan etmiştir.2 1950 yılının 16 Haziran’ı, yakın tarihimizin kırılma anlarından biridir. Türkiye, 1932 yılından beri “Tanrı uludur, Tanrı uludur” şeklinde okunan Türkçe ezanı o gün resmen bırakıp Arapça ezana dönecektir. Demokrat Parti’nin yaptığı değişiklik, halkın gönlünde saklı tuttuğu o asıl ezanı, minarelerin şerefelerine taşımak olmuştu. Kanunun bir an önce çıkması için milletvekilleri üzerinde ağır bir halk baskısı vardı. Hatta milletvekilleri Meclis’in bahçesinde toplanan halk tarafından adeta kuşatılmışlardı. Toplanan halka, belki de Meclis tarihinde ilk defa, dışarıya hoparlör uzatılarak görüşmeler dinletilmiş, konuşmalardan canı sıkılan halk, bir an önce oylamaya geçilmesi yönünde tezahürâta başlamıştı. TBMM’de de heyecan had safhadaydı. Kanun hakkında konuşmak isteyenler ister Cumhuriyet Halk Partili, ister Demokrat Partili olsunlar, kendi partilileri tarafından protesto(!) ediliyorlar, uzun konuşma zamanı olmadığı hatırlatılarak bir an önce oylamaya geçilmesi için sıra kapaklarına vuruluyordu. Sanırım böyle ilginç bir susturma ve “protesto” yöntemi de ilk ve son kez görülüyordu. Nihayet ezanla ilgili madde ittifakla kabul edildi ve ardından Cumhurbaşkanı’nın onayıyla yürürlüğe girdi. Şimdi iş kanunun duyurulmasına gelmiştir. Aynı gün müftülüklere bildirilen Arapça ezan yasağının kalktığına dair bilginin ardından “ilk ezan” beklentisi toplumda giderek yükselmeye başladı. Vakit öğleyi geçmiştir. İkindi ezanı hahişkâr bir şekilde beklenmektedir. Hazırlıklar yapılır. O saatlerde esnaf kendine göre kutlama hazırlıkları bile yapmıştır. Bayrak, süs gibi şeyler asılmıştır çarşıya. Belki de ilk kez vakit girse de bir an önce ezana kavuşsak diye sancılanmaktadır insanlar. Bu çok önemli bir duygudur. Urfa’da o zamanlar müezzinler âmâlardan seçilirmiş. Hasan Padişah Camii’nin müezzinini -ezan şimdiki gibi aşağıdan hoparlörle okunmamaktadır henüz- minareye çıkartırlar. İlk “Allahu Ekber” sesine kulak kabartılmıştır. Pür dikkat beklenmektedir... Bir, üç, beş, derken dakikalar geçer, ama ezan sesi gelmez bir türlü. Müezzini görürler şerefede, ama nedense ezan okumamaktadır. Seslenirler kendisine; cevap alamazlar bir türlü. Bunun üzerine “Git bak bakalım” diye bir genci gönderirler şerefeye. Genç birazdan soluk soluğa iner aşağıya. Hep birlikte merakla sorarlar: “Neden okumuyor müezzin?” Genç cevap verir: “Ağlıyor da ondan!” Âmâ müezzin ağlamaktan okuyamamaktadır. Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde böyle pek çok duygulu sahne yaşanmıştır o 16 Haziran günü. Bursa’da bir camide o gün ikindi ezanının tam 7 defa okunduğu söylenir. Halk bir türlü doyamamıştır Ezan-ı Muhammedî’ye. Genel istek üzerine müezzinler defalarca okumuşlardır ezanı. O gün Sultanahmet Camii imamı Sadettin Kaynak 16 şerefeye, 16 güzel sesli müezzin bulup çıkartmış ve kendisi aşağıda beklemektedir. İşaret verilmesi üzerine müezzinler sırayla (birinin bırakıp öbürünün okumaya başlaması şeklinde) ezanı tam yarım saatte okumuşlar. Camiye toplanmış olan cemaat dışarıya çıkıp ezanı ağlaya ağlaya dinlemişler. Diğer camilerden yükselen ezan sesleriyle o saat, İstanbul’un ufuklarında dalga dalga ezan-ı Muhammedi ile çalkalanmıştır. Sultanahmet Camii’ndeki müezzinler “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diye haykırınca, Beyazıt, Süleymaniye, Fatih derken İstanbul bir anda ezan sesleriyle dalgalanmıştır. Aynı makamda biri bırakmış, öbürü başlamıştır. Herkes heyecandan tir tir titremiş, pür dikkat gözü şerefelerde okunan ezanı dinlemişlerdir. Beyazıt, Sultanahmet ve Yeni Cami üçgeninden yükselen “Allahu Ekber” sedaları ve bu arada etraftaki küçük cami ve mescitlerden yükselen ezan sesleri ile millet hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kimse camiye girmek istemiyordu. Yarım saat süren ezanı iliklerine kadar gözyaşları içinde duymak, yudumlamak istiyorlardı. Ezanlar bitene kadar millet avluda oturdu kaldı, adeta bir şaşkınlık içindeydiler. 1954’te Erzurumlu bir şoförle konuşan Hürriyet Gazetesi Ankara Şefi Emin Karakuş, şu anlamlı cevabı aldığını yazmaktadır: “Değil mi ki bu parti bize ‘Allahu Ekber’ dedirtmiş, minarelerimizde bunu bize duyurmuştur, bu bize yeter. Bunun dışında DP ne yaparsa yapsın, hiçbir değeri yoktur. Bizi dinimize kavuşturan bu parti olmuştur. Şimdi kimseden çekinmeden ‘çok şükür Müslümanım’ diyebiliyorum.” 60 yıl sonra, Ezan-ı Muhammediyeyi aslına çevirerek önemli bir şeair-i İslâmiyeyi ihya edenleri takdir ve rahmetle anıyorum. Ezan okundukça hasenât defterlerine hayırlar yazılmaya devam edecektir diye ümit ediyorum.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 386. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 396.
AHMET ÖZDEMİR [email protected]
**************************** |
Bir anlık düşünce |
Şöyle bırakıp her şeyi bir kenara, bir anlık düşüncenin tahtına çıkmalıyız bir an. Gül mü çağırıyor bahçelerden, başını uzatmış? Biz de başımızı uzatalım. Güllere yakın duralım sabahın dâvetkâr ikliminde. Gökyüzü armağanı şebnemleri seyredelim bir gül yüzünde, bir anlık… Ayna aramaya gerek yok. Aslında her yer ayna. Her şey O’ndan, O’nun san'atından. Aynadarlık ediyor her şey. Yüzümüzü nereye çevirsek, elimizi nereye uzatsak, göreceğimiz bin bir güzellik var. Bir anlık düşünce bu. *** Beş dakikalık bir farz namazın içinde bile ne kadar da zor odaklanıyoruz hedefe. Namaz biter, vesveseler gider. Hayalimizden ne geçerse geçsin, namaz sonrasında hiçbirini bulamazsınız. Bir an farkına varır insan; her daim bir mücadelenin içerisindedir. Yalnız değildir. Melek ilhamı ile şeytan tuzakları arasında insan. Bir anlık düşünceye yelken açar. Açabilirse eğer, kazanır insan. *** Bir anlık düşünce bu. Bir âna ömür sığar da, iki düşünce sığmaz bazen. Gölge, gölgedir işte. Aslı gibi olamaz. Aslı yoksa, gölge de yok zaten. Hayal düşüncenin gölgesidir; yaşamaksa kendisi. Tut ki, bir çeşme başındasın. Elini yıkayıp, yüzüne götürmedikten sonra serinliğin ne faydası var? Gör ki, hayat böyle bir çeşme işte. Bir anlık düşünce, düşünce eline; bir serinlik getiriyor ve sürebiliyorsan ellerini yüzüne, şükredebiliyorsan Rabbine kalan bu temiz duyguların için, çeşme başı hayal; düşünce başı hakikat… Tut bir sarmaşığın elinden. Çıngıraklı eski kapıların üzerinden sarkan, o top top olmuş, yuvarlanmış, zarif duruşuyla taç olmuş bir hanımeli sarmaşığının, gözlerini kapamadan, sakın ola ki çekmeyesin kokusunu içine. Sesler, kokuları keser. Gözler kapanmalı gülleri öperken. Hanımelinin kokusunu içine çekerken kapanmalı gözler hafifçe. Ve sonra ilk defa görüyormuşçasına açılmalı. Eller ne güne duruyor? Lâtif bir çocuk yüzünü okşar gibi okşanmayı bekliyor kadife güller, hanımelleri, hercai menekşeler… *** Bir anlık düşünce … Yaşadığın sokakta kaç ev var? Kaç insan ahirete göçmüş, sayabildin mi? Kaç camın önünde dursan, gerisinden bakanların anlatacağı hikâyeler var? Kaç insan yaşadı o sokaklarda? Kaç insan geçti o taşların üstünden. Kaç insan su içti o çeşmelerden, o sarı kurnalardan? *** Bir anlık düşünce... Hayat böyledir. Sen yaşamayı beklerken, olacak olan olur. Kenarda, bir duvara yaslanmış, küçük bir bisiklet. Binip de gidesin gelir. Kollarda, dizlerde o eski derman, heyecan nerde? Hayal imdada yetişmese bisiklet hâlâ duvarda kalacak, paslanacak. Hayal işletir, çalıştırır düşünceyi. Şükür ki, hayali yaratmış Allah. Şükür ki, hayalin de ibadeti var. Şükür ki, hayalini israf etmeyen insanlar da var. Misal, Üstadlar da var. *** Bir anlık düşünce … Uzaklarda bir ses duyardım çocukluğumda. Tık tık tık tık tık tık… Muttasıl muttasıl ve muttarid muttarid... Aralıksız ve aynı seslerdi bunlar. Nereden geliyordu bu ses, merak ederdim. Masanın altında oynarken de kulağım o sesteydi hep. Yıllar sonra o sesin ne olduğunu fark ettim. Aynı sesi duydum. Meğerse bir tenekenin üzerine düşen yağmur damlasının sesiymiş. Yanına yaklaşınca o güzelliği bulamadım. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” derler ya, damlaların zikri de uzaktan güzelmiş… *** Damlalar, düştüğü yerde tarih yazıyor. Zikrediyor bir düşünceyi uyandırmak için. Sürekli uyarıyor damlalar. Bir zambak nasıl açmayı bekliyorsa, bir fikir de öyle uyanmayı bekliyor içinde insanın. Gelip dürtmesini bekliyor. Bir şey, bir şeye temas edecek de o şey uyanıverecek, zambak gibi açılıverecek. Bekliyor işte heyecanlar. Bir kelebeğin bahçedeki raksını seyrettim sabahların birinde. Çiçek açmış, güzelliğe durmuş, Rahman’ın bin bir güzellikleriyle donanmış, bodur kayısı ağacının beyaz çiçeklerine konsun diye heyecanla bekledim. Kondu da… Bir dalda iki çiçek; iki beyaz çiçek. “Hah!” dedim, “Şimdi yakıştı o oraya, bu buraya…” Düşünce, bir anlık düşünce işte... Kelebek gibi kanatlanır, heyecanla pır pır atar yüreği düşüncenin. Düşünce kelebekte ve çiçekte devam eder düşünmeye. Böyledir işte… Göğü çaprazlamasına yaran, iki ayrı yönden geçen kargaların geçişine de bîgâne kalamaz insan ve sorar: “Evleri nerede bu kargaların? Nerelere sığınırlar? Nerede yaşarlar? Arkadaşları, çocukları kimlerdir? Kim bilir hâllerini Rablerinden başka, kim bilir?...” *** Bir düşünce, bir anlık bir düşünce … Ve yaşlı bir kadın, balkonundaki çiçeği okşar, azar azar suyunu içirir susamış toprağının. Çiçekler bir coşar ki, sormayın… Şapır şapırdır sanki ağızları. *** Yâ Erhamerrâhimîn ve yâ Erhamerrahimin… *** Huzurun sabahında… Uykunun elinden kurtardığınız bir andı bu. Ellerim duâya nasıl da acıkmış. Duâlı bir andı bu. Ve o an Allah’ın katındadır artık. Ah anlar, ah… Bizi anlayan bir an olacak mı hayatımızda böyle? Anlar art arta birdir; yan yana hiç değil. Her an, bir diğer âna kapıdır. Her an işte Allah’a bu kadar yakındır. Bırak ânı yakalamayı, an seni yakalasın. Böyle bir an diliyorum derdimi bilen, hâlimi anlayan Yaratan’dan.
SELİM GÜNDÜZALP
******************** |
Genciniz varsa, lütfen bu yazıyı okuyun! |
Her yaş, kendi şartları içinde değerlendirilmelidir
Yirmili yaşlardan geçenler belki çoktandır unuttular kendi yaşadıklarını, yaşattıklarını. Onlar, şimdilerde olgunlaşmış, yaşadıklarından dersler çıkarmış, bir anlamda hayatın törpülediği, eğittiği, öğrettiği büyükler olmuşlar. Doğrusu, hayat, aklı başa getirmiş gözüküyor. Ağızlarından çıkan cümleler oldukça anlamlı, oldukça akıllıca, oldukça mantıklı. Yani kitabın tam orta yerinden. Ama bu cümlelerin şimdilerdeki sahipleri 20’li yaşlarda bu cümleleri söylemiyorlardı. Bu cümleleri hayatlarında yaşamıyorlardı. Hepsi, feleğin çemberinden geçmiş, bir sürü hatalar yapmış, adeta hadiste geçen şekliyle, gençliği ‘delilikten bir şube’ olarak yaşamış, ‘mantık dışılıklar’ yaşamış, yadırganmış, dışlanmış, terkler yaşamış, çizgi dışılıklar yaşamış derken yıllar gelip geçmişti. Belki de kırklı yaşlar, ellili yaşlar kendine getiriyor insanı. Aslında insanı kendine getiren sadece yaş da değil. O bir sürecin adı. İnsanı olgunlaştıran, kendine getiren, doğru lâflar ettiren, hayatı öğrettiren, pek çok hasarlar bıraktıran ‘yaşananlar’dan başkası değil. Onun için insan, yaşadıkları kadardır. Evet, tabiî ki büyüklerin tecrübeleri, gençler için birer kazanımdır. Dün yaşanan hatalara bugün düşmek, akıllıca bir şey olmayacaktır. Hele bir de biz düşelim demek olmaz. Çünkü insanda akıl var. Kıymetli büyükler! Lütfen siz de, ne olur Allah aşkına, bir kişiyi değerlendirirken, o değerlendirdiğiniz kişinin yaşına bir gidin. Meselâ, siz nasıldınız o yıllarda? Neler yapardınız? Nelerden zevk alırdınız? Bu ve benzeri bazı soruları cesaretlice kendinize bir sorun ve öylece değerlendirin gençleri. Göreceksiniz, çok şeyleri sadece söylemekten vazgeçeceksiniz. Çünkü sadece söylemek yorulmaktan ve yormaktan başka sonuç vermiyor. Oysa bu güne kadar ki yaşantınızla hakkınızda onlara pek çok kayıtlar verdiniz. Onlar baba deyince, anne deyince o kayıtları kullanıyorlar. Kendiniz hakkındaki düşüncelerini çocuklarınıza sorabilir misiniz? Emin olun, soramayacaksınız. Konuşsanız bile onları susturacaksınız ve ses tonuyla, değişik ataklar ve tavırlar kullanarak kendinizi aklayacaksınız. O zavallılar da ‘Babamdır fazlaca üzmeyelim’ diye, bazı şeyleri söylemekten vazgeçecekler, geri adım atacaklar, siz de kendinizi başarılı zannedeceksiniz. Ama bu başarmak içinize sinmeyecek, vicdanınızı rahat bırakmayacaktır. Ortadaki problemle ilgili, ‘Benim bu konudaki dahlim nedir?’ demediğimiz müddetçe, doğru sonuca ulaşamayacağız demektir. Diyeceğim o ki, her şeye kendimizden başlamak gerekiyor. Çocuğundan şikâyete gelenlere Ebu’l-Vefa Hazretleri, hemen evine gidiyor ve hanımına ulaşarak, ‘Hanım bizim çocuktan şikâyetler var. Acaba biz bu çocuk dünyaya gelirken nerede hata yaptık?’ diyerek, çareyi kendi etrafında olan hatalarda arıyorlar.
Faturayı, sonuca odaklamak, doğruyu ıskalamaktır
Üniversiteli hanımefendi 20’li yaşlarda. Aile ortamında konuşuyoruz. Her şeyden şikâyetçi bir hâli var. Sanki dünya yıkılmış da o altında kalmış. Her şeye olumsuz bir yaklaşım geliştiriyor. Bu artık alışkanlığa dönüşmüş. Sahip olduğu hiçbir güzel durum onu mutlu etmiyor. Ailesi, yaşadığı semtleri, komşuları, üçüncü sınıfa geldiği üniversite, beraber kaldıkları arkadaşları, onlardaki zenginlikler, okul hayatında içinde yaşadığı toplum, şehir, hocalar, onu taşıyan minibüsler, taşımadığı hastalıklar, almadığı musîbet, taşıdığı güzellik, üzerinde giydiği marka giysiler, cebinden eksik edilmeyen harçlıkları, sürekli gelen anne baba telefonları, arkadaşların varlığı pek bir anlam ifade etmiyor. Böyle bir kızı olan anne babaya; böyle bir arkadaşı olan arkadaşa, akrabaya; böyle bir talebesi olan öğretmene; böyle bir müşterisi olan minibüse; böyle bir ilgilisi olan mahlûkata Allah sabırlar versin.
İnsanın düşüncesi kirlenince; her şey bir okunmazlığa bürünüyor
Epeyce konuştuk. Anlıyorsunuz ki, konuşmaktan başka da bir çare yok. Konuşmak ve sonuç için duâlar etmek en etkili yol. Ama bilesiniz ki, atılan hiçbir adım boşa gitmiyor. Gençlerle ilgili olanların kullanacağı tek çıkar yol, makul ölçüler içerisinde konuşmak, konuşmak ve defalarca konuşmak. Her bir konuşmak bir basamak daha çıkmak gibi bir şey. Hiçbirisi boşa gitmiyor. Adeta her bir konuşmak, bir merdiven basamağı daha çıkmak gibi bir şey. Her adımda yeni yeni görüntüler, yeni yeni anlamalar gerçekleşiyor. Onun içindir her halde, ‘Ettekrâr ü ahsen, velev kâne yüz seksen’ denilmiş. Yani tekrar çok güzeldir, velev ki yüz seksen defa dahi olsa yine çok güzeldir. Bu da böyle bir şey her halde. Sabır içinde, şükür içinde, dua içinde konuşmak da konuşmak. Ama incitmeden, yormadan, zorlaştırmadan, korkutmadan; yüz kez konuşsan da yine de yüz birinci kez konuşmaya açık bir şekilde olarak, konuşmak. Bıkmadan, usanmadan, bitmeden, tükenmeden; sevmeye, içten ilgiye, samimî beraberliğe, ‘Hayat seninle güzel’ demeye, devam ederek. Hiçbir ilgi boşa gitmiyor. Bambu ağacının hikâyesini bilirsiniz. Japonlar bambu ağacının tohumunu ekiyorlar. İlk yıl sulayıp, bakımını yapıyorlar. İkinci yıl, üçüncü yıl, dördüncü yıl yine aynı işlemler, ama ortada bambu ağacından bir eser yoktur. Beşinci yılda küçük bir belirti, bir filizlenme gözükmüştür bambu ağacından. Ama beşinci yılın içinde bambu ağacı öyle bir büyüme seyri gösterir ki, bambu yirmi yedi metreye kadar uzamıştır. Evet, bambu ağacı sadece beşinci yılda bu sıçramayı yapmamıştır. Dört yıl boyunca yapılan bütün tekrar gibi gözüken işler bambuyu sonuç vermiştir. İnsan da böyledir. Bazen yapılan şeyler tekrarlardan ibaretmiş gibi gözükebilir. Ama her bir tekrar ilerideki muhteşem hayatın basamaklarını çıkmaktır. Hiçbir tekrar, tekrar değildir. Çünkü her an, ne insan, ne de insanın içinde yaşadığı âlem aynıdır. Öyle görenin, bakışları eskimiştir. Oysa Yunus, ‘Her dem yeniden doğmaktayız, bizden kim usanası’ diyor. Tatlı konuşmalarınız bol olsun efendim.
SEBAHATTİN YAŞAR [email protected] |
Yaz göçleri |
Göçebe hayâtı yaşamak güçtür. Ama, kendine mahsûs bir lezzeti olduğu da açıktır. Özellikle, çocukluğundan beri böyle yaşamaya alışmış olan kişiler için terki mümkin olmayan bir alışkanlıktır. Hem de kim bilir, insanların daha yerleşik hayâta başlamalarından önce geçirdikleri, binlerce yıl sürmüş olması muhtemel îtiyadlarından arta kalan bir seciye olarak dem ve damarlarına yerleşmiş hâldir. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk, Kureyş kabîlesine verdiği ni’metlerden bir kısmını sayar ve kışın Yemen, yazın da Şam tarafına emniyet içinde seyâhat ederek ticâret yaptıklarını hâtırlatır: “1) Kureyş’e verdiği emniyet ve kolaylıklar için, 2) Onları kış ve yaz seyâhatlerine emniyet ve kolaylık içinde muvaffak ettiği için, 3) Onlar bu Beyt’in Rabbi’ne kulluk etsinler. 4) O Rab ki, kendilerini açlıktan kurtarıp doyurmuş ve korkulardan emîn kılmıştır.” [Kureyş Sûresi] Bendeniz de çocukluğumun geçtiği ilçede, her yaz bağ evlerine taşınmak ve orada 4-5 ay kalmak sûretiyle edindiğim alışkanlığı, kırk yıla yakın süren iş hayâtı dolayısı ile hep bir hayâl olarak hâfızamda sakladığımdan mıdır, nedir; emeklilikten sonra sâkin bir köyde kirâladığım evde yazları geçirmek şeklinde bu göç işini devâm ettirmekteyim. İşin bu tarafı iyi olmasına rağmen, kışı geçirdiğimiz yerde toparlanıp evi bir düzen içinde bırakmak; gidilen yerde yeni mevsime hazırlık yapmak filan derken, yazma işini aksatmaktayım. Yaşlılıktan ileri gelen zihin ve beden yorgunluğu, gençler gibi her işi bir arada yapma imkânı da vermeyince, ister-istemez gazete ve bâzı sitelerdeki yazılarımı ihmâl etmeme sebep oldu. Ne ise ki, sonunda bilgisayar başına geçecek kuvvet ve fırsatı bulabildim. Bunun için Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükür etsem azdır. Geçen zaman zarfında memleket ve dünyâda pek çok hâdise cereyân etti. Maalesef, bunların arasında kötüler, iyilerden daha çoktu. Bendeniz, günlük olayları tahlîl ile görüş beyân eden yazar tâifesinden olmadığımdan, gündemi tâkip edememekten ileri gelen bir kaybım yok. Ancak, dostları ile sohbete alışmış çayhâne müdâvimlerinin hissettikleri cinsten bir eksiklik duymadığımı söylemek kàbil değil… Kimlerin yazılarımla göz temâsında bulunduğunu, kimlerin fikirlerimi paylaştığını, kimlerin hissiyâtımla mütehassis olduğunu bilemem. Ancak, gazetemizi okurken, gözden geçirirken kendim yaşadığım şekilde, diğer yazarlarımızla olan hissiyât alış verişimin, okuyucularım tarafından da yaşandığını farzediyorum. Bu bakımdan, şu satırlar aynı zamanda dostlara bir özür beyânı sayılabilir… Yeryüzündeki bu geçici konuş-göçüşlerin sonunda bir gün, gerçek vatana doğru son bir göç daha yaşanacaktır. Ancak, bu son göçün zamânı ve başlangıç noktası insanın elinde olmayacaktır. Hiç beklenmedik bir anda, daha yapılacak pek çok iş arkada bırakılarak; ne hesapları tasfiyeye, ne ortalığı düzeltmeye, ne gidilecek mahalli hazırlamaya fırsat kalmadan mecbûrî bir sevkiyât olacaktır. Dostların kimi: “Daha dün görüşmüştük!”, kimi: “Yâ Hû, adam sapasağlamdı!”, kimi de: “Ben zâten seziyordum, durumu iyi görünmüyordu” dese de, sonunda kadere rızâ ile: “İnna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn!”dan başka söyleyecek söz bulamayacaklar… Hayât tarzını Risâle-i Nurların verdiği derslerle tanzîme çalışan insanlar olarak, bizim dünyâya bakışımız başkalarından daha değişiktir. Günlük olaylardan ziyâde, ileriye müteveccih, bilhassa ebedî hayâtı alâkadar eden mevzûlara ehemmiyet vermeye gayret ederiz. Yaşadığımız âna ve güne bakan vazîfelerin hakkıyla yapılması; kendi âlemimizde bize düşenin îfâsı ile netîceyi Hakk Teâlâ’ya bırakmanın İslâmî bir tavır olduğunu bilir, ona göre davranırız. Kendi âlemimizi düzeltip yoluna koymakla, bütün âlemin de ıslâhına vesîle olabileceğimizi düşünürüz. Nefsimizde ve özel hayâtımızda hakka uyamadıktan sonra başkalarına söyleyebileceğimiz bir şey olmadığını biliriz. Her hâdisede rahmetin izini görmek ve kâinâtta hiçbir şeyin kendi kendine meydana gelmediğini idrâk etmek, insana derin bir iç huzûru ve râhatı sağlar. Tenbellik ve terk sûretinde olmamak şartıyla, usûlüne uygun tevekkülün iktizâsını yerine getiren her mü’min bu huzûru hisseder. Kul kendisine düşeni bütün şartları ile yerine getirdikten sonrasında olacaklardan ne mes’ûldür; ne de böyle bir salâhiyeti vardır. Allâhu Teâlâ’ya hakkıyla kul olanın daha dünyâda iken âhiret saâdetine erişmesine vesîle olan dîn-i İslâm’dan ötürü ne kadar şükretsek azdır!
EKREM KILIÇ [email protected]
-***************************** |
Türkiye’nin adası: Gökçeada |
Sizi, Çanakkale boğazından geçirip, Ege Denizinde süzülerek adaya getiren deniz otobüsünü veya feribotu arkada bırakıp şehir istikametine yöneldiğinizde, yamaçlardaki kekiklerin mis gibi kokusu, sizi taşıyan vasıtanın camından yol bulup burnunuza, oradan da beyninize yürür. Alabildiğince ciğerlerinize çekersiniz bu hazzı. Ardından da, hayretinizi açığa vurur: “Aman Yâ Rabbi! Ne hoş yaratmışsın bu şahane kokuyu!” demekten kendinizi alamazsınız. Kuzulimanı’ndan ayrılıp şehir merkezine yaklaşıncaya kadar devam eder bu râyihâ. Şirin bir çehreyle sizi karşılayan adaya ulaşım şimdilik sadece denizyoluyla sağlanıyor. Yaklaşık beş yüz yıl Osmanlı Devletinin idaresinde kalan adanın eski ismi “İmroz”, 1970 yılında “Gökçeada” olarak değiştirilmiş. Saroz Körfezi girişinde bulunan adanın batısında yer alan İnci Burnu, Türkiye’nin de en batı noktasıdır. Bunun içindir ki ada, “güneşin son battığı yer” olarak vasıflandırılıyor. Ege Denizinde bulunan irili ufaklı yüzlerce ada bulunmaktadır. Bunlardan sadece ikisi yani Kuzey Ege’deki iki ada Türkiye’ye ait. Bunlardan biri Gökçeada, diğeri ise Bozcaada. Gökçeada 286.84 kilometrekare yüzölçümüyle Bozcaada’nın sekiz katı toprağa sahip. Kuzey-güney mesafesi 13, doğu-batı mesafesi ise 29.5 km olan ada, 91 km kıyı uzunluğuna sahip bulunmakta. Temiz deniz, ince kum, taze balık, bol miktarda kaynak suyu, ucuz tatil imkânı ve rüzgâr; adanın sayılabilecek özelliklerinden bazıları. Son yıllarda, ailece kalınabilecek vasıfta otel, motel, pansiyon gibi konaklama tesislerinin yanı sıra çok sayıda lokanta, şehre gelen misafirlerine hizmet verebilecek kapasiteye ulaşma gayretinde. Adanın hâkim iklimi olan rüzgâr, hep, buranın makûs talihi gibi yorumlanırken, bu, son yıllarda dezavantaj olmaktan çıkıp, aksine, avantaja dönüşmüş. Bu özelliğiyle yani rüzgârıyla, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın “sörf” merkezi olma yolunda önemli bir mesafe almış. Topraklarında 4 gölet ve 1 baraj gölü bulunan Gökçeada, içme suyu kendine yeten nâdir yerlerden biri. Tatlı su kaynaklarının çokluğu ile Ege Denizindeki adalar arasında birinci, dünya adaları arasında ise dördüncü sıraya oturmuş. Şehir merkezindeki en uzun cadde, belediye civarından başlayıp, Kaleköy’e kadar uzanan ana arter. Çeşitli iş kollarındaki dükkânların ve devlet dairelerine ait binaların çoğu bu cadde üstünde. Ayrıca, adanın kültür dokusunu oluşturan ve çeşitliliği simgeleyen cami ve kiliselerden önemlileri de bu caddeye nazırlar. Metropolitenlik Binası ve hemen yanı başında Metropoliten Kilisesi; yüz elli-iki yüz metre ilerisinde ise, mevcutlarının en büyüğü ve en ihtişamlısı olan Fâtih Camii bu cadde üstünde yer almaktadır. Gökçeada Müftülüğü ise, Fâtih Camii’nin avlusuna bitişik konumda. Bir tarafta çan sesleri, vakti geldiğinde Hıristiyanları kiliseye çağırıyor; bir tarafta Ezan-ı Muhammedî, minareden semaya uzanarak, beş vakit, Müslümanları Rablerine secdeye; O’na, “tekbir”, “tehlil” ve “hamd” ile ibadet etmeye davet ediyor. Fâtih Camii, adadaki bir alem, bir işaret bir sembol; ilk varılan yerlerden. Mü’minlerin mâbedi. Fatih’in İstanbul’u fethedişi gibi, adını taşıyan cami de gönüller fethediyor, ruha huzur veriyor. Camiye girip çıkan çocukları görmek, başka bir âlem… Sıcak yaz günlerinde serin cami avlusu, güllerin hoş kokusu, mükemmel dinlendirici. Caminin bahçesinde yok yok. Ihlamurdan zeytine, çamdan akasyaya, iğdeden bademe kadar birçok ağaç çeşidiyle birlikte; renk renk güllerin, asmadaki yaprakların kıpırdanıp duruşu, zikrediyor âdeta, Sübhan’ına amade. Caminin içinde de canlı yeşil objeler, saksı saksı çiçekler… Ne de çok seviyorlar burada, renklerin yeşilini! Kültürler arası diyalog Gökçeada’da çoktan halledilmiş bile. Yıllardan beri Türkler, Kürtler, Lazlar ve diğer unsurlarla, Rum vatandaşlar dünyalarını paylaşarak kardeş kardeş yaşıyor. Demek, dinleri, dilleri, gelenekleri ne kadar farklı olursa olsun dostluklar kuruluyor, birlikte olunuyor. Ada, bunun en görkemli örneği. Gökçeada’nın ilk çağlardan beri yerleşim alanı olduğu tarihî kaynaklardan anlaşılmaktadır. Atinalılar, Romalılar ve Bizans imparatorluklarının hâkimiyetinde de bulunan ada, İstanbul’un fethinden sonra 1456’da Amiral Hamza Bey tarafından fethedilerek Osmanlı devletinin topraklarına katılmış. Bu tarihten sonra zaman zaman kısa süreli el değişikliği olsa da, akabinde tekrar Osmanlı idarine girmiş. Tâ Balkan Savaşlarına kadar. Balkan savaşları patlak verdikten sonra, 18 Ekim 1912’de Yunanlılar tarafından işgal edilmiş. Gökçeada, Bozcaada ve Meis adalarının Osmanlı’lara; geri kalan Ege Adalarının tümünün de, Yunanlılara verilmesini ön gören 1913 Atina Antlaşması yapılmış fakat, Birinci Dünya Savaşının çıkması sebebiyle Gökçeada’daki Yunan hakimiyeti devam etmiş. Türkiye, 24 Temmuz 1923’te yapılan Lozan Antlaşmasıyla Gökçeada ve Bozcaada’nın hâkimiyetini tekrar ele alırken, diğer adalar üzerindeki tüm haklarından vazgeçmiş veya vazgeçirilmiş. Ada, 1717 yılında cereyan eden Osmanlı-Venedik savaşını görmüş, ona şahit olmuş. Bu savaşta Osmanlı kuvvetleri, Venediklilerin 36 parçalık donanmasını yok etmiş. Tarih boyunca birçok git-gel’e, birçok işgale sahne olan; göç veren, göç alan adanın şahit olduğu bir diğer hadise de, Çanakkale Savaşı sırasında, donanmamıza ait “Yavuz” zırhlısının bugünkü Kuzulimanı’na kadar sokulan “Raglan” ve “U 28” adındaki iki İngiliz savaş gemisini limanın derin sularına gömüşüdür. Gökçeada, devletin mülkî-idarî her kurumunun bulunduğu bir ilçe. Çanakkale’nin ilçelerinden biri. Çoğunluğu Türk nüfusa sahip Gökçeada’nın son nüfus sayımına göre, merkez ve on köyünün toplam nüfusu 8875. Ada halkının belli başlı geçim kaynağı zeytincilik, zeytinyağı üretimi, hayvancılık, balıkçılık ve turizm. Bu yöreye ait bir ırk olan “İmroz koyunu” en çok beslenen hayvan türüdür. Bunlar, yaz-kış yıl boyu açık arazide çobansız olarak dolaşır, doğar, büyür, çoğalır; kimileri de ölürler. Tüyleri renkli boyalarla işaretlenen koyunlar, yaz aylarında sahipleri tarafından toplanırlar ve değerlendirilirler. Son yıllarda, profesyonelce yapılan uluslararası sertifikalı organik tarım, buna bağlı olarak “organik tarım ürünleri”, adanın geleceği açısından ümit verici ciddiyette görülmektedir. Yaz mevsiminde ada, İstanbul’un sayfiyesi gibidir. Her taraf dolar taşar çeşit çeşit araçlarla ve bunların getirdiği insanlarla. Birçok kurumun dinlenme tesisinin bulunduğu ada, bu kurumlara mensup misafirlerin ve Türkiye’nin her tarafından gelen yerli yabancı turistlerin oluşturduğu bir renk armonisidir âdeta. Zeytinliköy’de “dibek kahvesi” içmeye, Kaleköy’de de “gün batımı” izlenmeye değer, doğrusu. Fıtrî dokusu, samimi havası; yurdumuzun Gökçeada’sı… Meraklı gönüllere uzaklar yakın olur…
ALİ RIZA AYDIN [email protected]
***************************** |
Şehitlik makamı |
Rabbimizin kullarına sunduğu en yüksek makam şehitliktir. Peygamberimizin (asm) ellerini açıp beklediği insan olmak, hiçbir zaman öldüğünün farkına varmamak... Ne yüksek bir makam... “İşte onlar, Allah’ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler.” (Nisâ Sûresi: 69) Bediüzzaman der ki: “Bir dakikada şehit olan bir adam, bir velâyet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimâd etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir.” (Mektubat, s. 450) Birçok şehidimizin arkasından hepimiz hüzünlendik, ağladık... Hiç tanımadığımız halde artık onlar bizim ve vatanımızın kahramanları oldu. Duâ ederken, onlar ve aileleri için de duâlar ettik. Adlarını bilmesek de... O “Mehmetçik”lere, Cennetin en güzel yerlerini ver Rabbim… “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler, Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan kendilerine erişen büyük bir nimetle, pek ziyade bir mükâfatla ve mü’minlerin mükâfatını Allah’ın zayi etmediğini görmekle sevinirler.” (Âl-i İmran: 171) Vatanımız bizlere Osmanlı’dan mirastır. Üzerinde milyonlarca şehidin kanı vardır. Coğrafyamız bu yüzden çok farklıdır. Çünkü Allah yolunda cihad ederek şehid oldular ve makamları en yüksek makamlardan birisidir. Geride kalanlar ise, o makama erişmek için duâ ediyorlar… “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab Sûresi: 23) Allah’ım! Vatanımızı, milletimizi, bütün insanları kötü niyetli kişilerden ve onların kurduğu tuzaklardan koru. Bütün şehitlerimize rahmet diliyor, ailelerine sabr-ı cemil vermesini Rabbimden niyaz ediyorum.
“Asım’ın nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar... Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pak alnı değer…” Mehmet Âkif Ersoy
MERVE İRİYARI
****************************** |
Sevgili’nin (asm) ardından yürümek |
Her kalp sahibi insan güzel bir eseri, mükemmel özellikleri bulunan bir şeyi sever. Bir de, kendisine elde etmek istediği şeyleri sunan kişiyi de sever. Dolayısıyla güzellik ve mükemmellik gibi sıfat-ı masumelerin yanı sıra, kendisine ikramda bulunma vasıflarını taşıyan kişileri daha da sever. Sevgiyi tanımak. Sevmek ve sevilmek... Hz. Resûlullah (asm) ile kendimiz arasında bir muhabbet rabıtası kurmak. Ama sadece Allah rızası için.. Kalbimizi onun hadsiz şefkatine açıp, sâir Müslüman kardeşlerimizi de, Allah ve Resûlünü (asm) sevdiğimiz için sevmek... Yüce Rabbimizin de, biz mü’minleri, Hz. Resûlullah’a (asm) sevip ona tâbi olduğumuz için seveceğine kanaat getirelim. Kur’ân-ı Kerim’de geçen ’’De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin’’ âyet-i azimesi gösteriyor ki, Habibullah’a (asm) ittibâ edilmeli. Kaldı ki bize sadece yürümek düşer Sevgili’nin (asm) ardından. Yürürken ayağımız birçok cam parçacıklarına batabilir. Peygamberimizin (asm) sünnetlerine tâbi olacağız yine. Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmek, zulmetler içerisinde bir nur vazifesini üstlenmeyi ifade ettiğinden dolayı Sevgili’nin (asm) ardından yürümek ilelebet devam eder. Güzeldir hayranı olmak Nebî’nin (asm). Ama sadece hayranlık yetmez. Onun (asm) gibi yaşayamadıktan sonra bu yol ilelebet bitmez. Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği üzere ‘’Allah’a itaat yolları içinde en makbulü, en müstakimi ve en kısası bilâşüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur’’ gibi sözler, Peygamberimizin (asm) mesleğine teşvik buyurmaktadır. Biliyoruz ki, ne kadar çalışıp çabalasak ve himmet göstersek Hz. Resûlullah (asm) gibi olamayız, ama maksadımız ve maksudumuz onun (asm) takip ettiği yol dairesi içerisinde olmak. Nurlu elleriyle, yaşlı gözleriyle bize kucak açan ey Nebî (asm)! Güneş güzel yüzünden parlaklık aldı. Acep hayran olmadan hangi göz bakar sana (asm). Şefkatinin esiriyiz, ne göl, ne de dağ tanırız. Bu sevdalı gönüllerde daima devam edecek olan muhabbetimizin medârısın. Eli kalem tutanlar sana övgüler yazar ve yazacaktır da. Sen derdin ki sahabelerine: “Kardeşlerimi özledim! Kardeşlerimi özledim! Onlar, beni görmeden bana inanan ve itaat edenlerdir.” İnşâallah, kardeş olarak telâkki ettiğin bizleri sevdiğini ve hasret kaldığını tâ 1400 sene öncesinden ifade ettin. Ey “Ümmetim Cennet’e girmeden ben girmem” diyen ve Medine minberinde “Ümmetî, ümmetî” diye hüznü giyen Sevgili (asm)! Sana çok hasret kaldık. Gerçekten bize Allah’ın sevgisini ve bildirdiklerini, duâyı ve kulluğu öğrettin. Diz çöktük, biât ettik. “Âmenna ve saddaknâ” dedik. Hz. Ömer (ra) senden (asm) umre için izin isteyince ‘’Kardeşcik, kardeşcik!’’ dedin ona, “Duânda bana da yer ayırır mısın?” Bizler Ömer (ra) değiliz, ama bütün duâlarımız seninle. Ya Rabbi, bize, Senin ve Habibinin (asm) sevgisini, onu (asm) sevenlerin sevgisini nasib eyle. Ve kendisini anışımızdan onu (asm) haberdar et. Binler salât ve selâm olsun sana ya Resûlallah (asm)...
MURAT CEMİL [email protected]
********************************************************* |
İstikbalin ağabeyleri |
İstanbul Avrupa yakasında bu dönem yeni açılan şirin bir mekân Sefaköy hizmet merkezimiz. Yakın zamana kadar hizmet mahalli olmayan bu bölgede yeni hizmetler ve güzel sonuçlar elde edildi Elhamdülillah. İlerideki meyvelerini toplamak için yeni Nur tohumları atıldı… Çok şükür, “Nasıl olacak?” derken yirmiyi aşkın talebeye ulaşıldı. Başlangıçta bize soğuk davrananların çocukları ve torunları dahi aramıza katıldı. Önyargının kırılması en zor şeylerden biri olmasına rağmen Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla onun da üstesinden geldik ve dediğim gibi bizlere soğuk davrananlar şu an bizlere destek çıkıyorlar. Ve bu hizmet merkezimiz, bulunduğumuz binanın hizmet mahalli diyebileceğimiz hâle geldi çok şükür. Bu senenin kapanış programında, sene içersindeki performansıyla ve sene sonundaki Risâle-i Nur Bilgi Yarışmasından aldığı sonuçla dereceye giren bütün kardeşlerimizin hediyesi de vardı elbet çam sakızı çoban armağanı. İlk üçü giren kardeşimiz Taha Said, Enes ve Anıl Cüneyt oldu. Kardeşlerimize tekrar başarılar diler. Geleceğin ağabeyleri olmalarını ümit ederiz. Kapanış programını yaptıktan sonra kardeşlerimizle birlikte, sene içerisinde vermiş olduğumuz sözü tutmak üzere pikniğe gittik. Avcılar sahilinde yapmış olduğumuz piknik sonrası kardeşlerimiz memnuniyetlerini belirttiler. İnşâallah kardeşlerimizle yazın ve sene içerisinde faaliyetlerimizi sürdüreceğiz.
ZÜBEYİR MENTEŞE
********************************************** |
İçimde bir yabancı |
Bu gelen kim? Koşuyor durmadan bana doğru Elleri ve bakışları, sanki ben Ay, karanlık Sokak lambası loş Sesler korkutuyor Biri bağırıyor, boş Koşmaya çalışıyorum Ayaklarım Çelme takıyor Tökezliyorum Sus Ne olur sus diyorum Konuşalım mı biraz? Konuşamıyorum Bakıyor suratıma Ben ağlıyorum O gülüyor… Yere düştüm Tokat atıyor Birden Koşmaya başladım Kaçıyorum Kurtuldum sanıyorum Köşeyi döndüm önümde duruyor Tanıyamıyorum seni, git ne olur Gidemem diyor Ve sarılıyor Karanlıktan korkarım Karanlıkta korkarım yabancı Kayboldu yabancı Kendimi yabanda buluyorum İki dünya Hayal dünyamda yaşıyorum Yaban düşlerde Yabancıyla tanışıyorum Aman Allah’ım Kendimle yüzleşiyorum!
OSMAN KANAT
************************ |
Taş yerinde ağırdır |
Nadide bir motiftir, bir desende nirengi Bir tabloya can verir, gizemli bir göz rengi
Güneş gibi yerinde, bir çekim merkezi ol! Kuşların, damlaların, güllerin gönlüne dol
Sebat et acılara, takılma engellere! Aldırma yolundaki, o dikenli tellere
Kişi asıl işinde, uzun soluklu gerek Sen kendi mevkiini, zirve yap yücelterek
Çok cazip tekliflerle, yerinden kıpırdama Uzmanı olmadığın ekiplerde oynama
Öyle yerler vardır ki, özdeşleşir kişiyle Bir boşluk doğar hemen, ayrılıp gidişiyle
Muhkem bir kubbe için, dayanır binlerce baş Dedemin sözü gerçek, yerinde ağırdır taş!....
Dr. Hıkmet Erbiyik
********************************************* |
27.06.2010 |