26 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

BUGÜNKÜ TABLONUN SORUMLUSU DARBELER

Türkiye askerî yöntemlerle baş edemediği terörün sebep ve çarelerini arıyor. Sivil toplum kuruluşları ve aydınlar, baskıcı ve dayatmacı milliyetçilik anlayışına gösterilen tepkinin etnik milliyetçiliği doğurduğunu belirtiyorlar. Terör uzmanları ve analistler demoratik hayata kilit vuran ihtilâllerin de karşı tarafı yok sayan bir anlayış ve işkenceci uygulamalarla terör bataklığına zemin hazırladığına dikkat çekiyorlar.

DAYATMACI RESMî İDEOLOJİ BU YAPIYI ÜRETTİ

Yazar Ali Bayramoğlu da dünkü köşesinde “Türkiye, köhne bir ideolojik yapının ürettiği, çevresinden endişe eden devlet anlayışının beslediği geleneksel siyasî akıl eksikliği yüzünden yıllardır çift yönlü ciddi bir milliyetçilik dalgasıyla bu yüzden karşı karşıya kaldı. Çatışmacı mantık, çatışmadan beslenir ve insanı, insanî değerleri, talepleri bir hükümranlık arayışının aracı yapar” diye yazdı.

Kürt ve asker...

SİYASİ gelişmelerin hayati nitelik taşıdığı noktalardan birine geldik. İki meselenin altını özellikle çizmek gerek:

Asker meselesi ve Kürt meselesi...

Hayati nitelik tabirinin nedeni açık:

Bunlar sadece Türkiye’nin en önemli sorunları olmakla kalmaz, aynı zamanda birbirini besleyen, tahrik eden sorunlar olarak da karşımıza çıkar.

Çözülmeyen Kürt sorunu askerî vesayet düzenini beslerken, bu düzende de Kürt sorununda çözümsüzlük üretir ve birlikte bir fasit daire oluştururlar.

Kürt meselesi hem siyasal hem toplumsal olarak Türkiye’nin önemli, belki de en önemli sorunu.

Dış politikada devletin askerî ve siyasi bakışını yönlendiren, Kuzey Irak politikasını, bölgesel ve uluslararası ittifakları belirleyen, iç politikada iktidar mekanizması ve değişim adımları üzerindeki askerî ağırlığın süregitmesine yol açan faktörlerden biri...

Aynı sorun toplumsal bütünleşmenin sağlanamamasının, toplumun farklı kesimleri arasındaki ilişkilerin, biri Türk diğeri Kürt milliyetçiliği merkezli olarak örselenmesinin, topluma ve toplumsal kesimlere içe kapanmacı siyasi ruh hâlinin egemen olmasının da itici gücü...

Öcalan’ın yakalanmasından sonra ortalığın süt liman olmadığını acı deneyler eşliğinde gördük...

Silahlı çatışmaların görece olarak sona ermesi, bir isyanın bastırılması, daha da öte bir sorunun ortadan kaldırılması anlamına gelmedi.

Resmî politikaların yıllarca iddia ettiği manzara doğrulanmadı.

Aksine, sorunun, iç ve dış tahrik ve destek meselesinin ötesine taştığı iyice ortaya çıktı.

Gelişmeler toplumsal nitelikli bir Kürt sorununun varlığını kanıtladı.

Bu sorun kim ne derse desin bir kimlik sorunudur ve kimlik talebi olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki kimlik talebi ile milliyetçilik arasındaki geçişler çok güçlü olur. Bu tür toplumsal-siyasal durumlarda madalyonun bir yüzü kimlik sorunu, diğer yüzü milliyetçilik meselesi olarak karşımıza çıkar.

Akışın bu yüzlerden hangisine kayacağı, bu sorunun yönetilmesiyle, kuşatılmasıyla ilgilidir. Demokratik entegrasyon politikaları sıkıntılı ve zor da olsa kimlik bilincini yükseltir; dışlayıcı asayiş politikaları ise milliyetçiliği besler.

Öyle oldu ve oluyor...

Türkiye, köhne bir ideolojik yapının ürettiği, çevresinden endişe eden devlet anlayışının beslediği geleneksel siyasi akıl eksikliği yüzünden yıllardır çift yönlü ciddi bir milliyetçilik dalgasıyla bu yüzden karşı karşıya kaldı. Çatışmacı mantık, çatışmadan beslenir ve insanı, insani değerleri, talepleri bir hükümranlık arayışının aracı yapar.

Şiddet bir yana, dün Halkalı’da tutuklanan bomba zanlılarının alkışlarla uğurlandığının altını çizmek gerekiyor.

Bugün daha keskin bir noktaya doğru gidiyoruz.

Savaş ruh haline doğru gidiyoruz...

Bu, ayaklanma algısı ve savaş algısı farklı şeylerdir.

Ve toplumsal etkileri de farklı olur...

Bunun önünü almak bu ülke için her şeyden daha önemlidir...

İlk adım bellidir:

Bugün meselenin kimlik yönü ile milliyetçilik merkezli siyasi yönü, ayrı meseleler olarak ayrıştırılmak ve çözüm üzerine Kürtlerle, temsilcileriyle konuşmak...

Şunu unutmamak gerek: Askerî vesayetin örselenmesi, demokratik ve siyasi çözüm ve refleksiyon fikrine özellikle Kürt sorunu açısından imkân verdi, hâlâ veriyor. Kürt sorununda atılan her adım, askerî vesayetin en önemli gerekçelerinden birini elinden aldı, daha da alacaktır...

Aksi adımların sonucu ise ortada...

Bugün o ters sonucu soluyoruz...

Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak, 25 Haziran 2010

******************************************************************************

Terör azgınlaşırken demokratik açılım olur mu?

GÜNLERDİR köşelerde, televizyon programlarında tartışılıyor: Terörle Demokratik Açılım birlikte yürüyebilir miymiş... Ya da yürümeli miymiş...

Terörün yükseldiği dönemlerde demokratik açılımı yürütmek zordur, diyenler var; tam da şimdi, terörün yükseldiği bu dönemde açılım hızlandırılmalıdır, diyenler var.

Bana göre, bu iki görüş birbirinin tersi görünse de aslında aynı yanlıştan kaynaklanan simetrik görüşler.

Çünkü her ikisi de demokratik açılım ile teröristin tutumu arasında ilişki kuruyor. Her ikisi de hükümetin politikasını teröristin politikasına endekslemiş oluyor.

Yani tam da yapılmaması gereken şeyi yapıyor.

Oysa Demokratik Açılım tamamen tek taraflı bir süreçtir, öyle olmalıdır. (...)

Çünkü bu açılımla siz hükümet _ya da devlet_ olarak bir grup vatandaşınızın zaten hak ettiği ve sizin daha baştan tanımanız gereken temel haklarını nihayet veriyorsunuz; yani geçmişte yaptığınız bir hatayı telafi ediyorsunuz. Böyle bir reformun gidişatı teröristin davranışına endekslendiğinde, bundan zımnen de olsa bu demokratik hakların terör örgütüne taviz olarak verildiği anlamı çıkmaz mı?

Eğer demokratikleşme süreci gerçekten de teröristin ne yaptığından bağımsız bir şekilde tek taraflı bir süreç olarak ilerlemezse, yaptığınız reformların terörizmi güçlendirmesi kaçınılmaz hale gelir. Basit bir mantık yürütmesiyle, eğer demokratik açılımı terör olaylarının artışı ile birlikte hızlandırırsanız, “İşte terör sonuç alıyor” derler; eğer yavaşlatırsanız, bu defa da “Teröre taviz vermemek için yavaşlatıyor” derler... Yani her halükarda sizin demokratik açılımınız terör örgütüne yönelik bir politika olarak algılanır.

Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu, demokratik reform paketinizin terör olaylarından hiçbir şartta etkilenmesine izin vermemektir. İster yaprak kıpırdamasın, isterse kan gövdeyi götürsün, sizin hükümet olarak, devlet olarak yapmanız gereken şeyleri sürekli ve istikrarlı bir şekilde gerçekleştirmenizdir.

Evet, biliyorum, bu noktada siyasetçi şunu söyleyecektir: Her gün şu kadar şehit verilirken, nasıl olacak da halkın Açılım’ı desteklemesini sağlayacağız?

Bunun zor olduğunu biliyorum ama siyasetçinin terörün alçalış ve yükselişine bağlı olarak kamuoyunun yükselen ya da alçalan tepkilerini göğüslemeyi de bilmesi gerekir. Çünkü bu tepkiler haksızdır, yanlıştır. Politikacı halka, terör azgınlaştı diye Kürtler’i cezalandırmanın adil olmadığını anlatabilir ve anlatmalıdır. Aynı şekilde terör duruldu diye “Artık bir şey vermemize gerek yok” diye düşünenlere de tanınacak hakların terör örgütünün değil, halkın hakları olduğunu kavratması gerekir. Tabii, en başta da kendisinin kavraması...

Eğer böyle bir kavrayış hakim olsaydı, Ocalariın yakalanışını izleyen sakin beş yıl boyunca sanki bizim Kürt sorunu diye bir sorunumuz yokmuş gibi el el üstünde beklenilmezdi. Geçmişte yaşanan 33 erin katli olayının siyasi çözüm çabalarının önünü kesmesine izin verilmezdi. Ya da Erdoğan PKK katliam yaptı diye DTP ile görüşmekten vazgeçmezdi. Ya da bugün terör azdı diye taş atan çocuklarla ilgili yasa tasarısının ertelenmesi diye bir fikir akla bile gelmezdi. Ve bugün, tekmil kanallarda “Demokratik açılım teröre rağmen sürdürülebilir mi” diye bir tartışma yapılmazdı.

Her şey bir yana, bu tartışma koskoca bir halkın temel insan haklarının terör örgütünü yola getirmek için rehin tutulduğu gibi bir tablo yaratır ki bu gerçekten hepimiz için utanılası bir durumdur.

Gülay Göktürk, Bugün, 25 Haziran 2010

******************************************************************************

Baskının hesabını kim verecek?

PKK'NIN Şemdinli-Gediktepe’de bir askerî tümene yaptığı baskının peşinden bildik demeçler tekrarlandı. PKK’nın katlettiği genç askerlerin “kanının yerde kalmayacağı” sivil-asker devlet görevlilerince haykırıldı.

Van’da ve Ankara’da yapılan törenlerde politikacı ve bürokratlar üzgün yüzlerle sahne aldı. Şehirlerde kalabalık kitlelerin katıldığı ve ağıtlarla sloganların göklere yükseldiği cenaze törenleri gerçekleştirildi. Başkentte toplantı üstüne toplantı yapıldı. Televizyonlar ve gazeteler çeyrek asırdır kullandıkları anonslar ve başlıklarla gariban ailelerden gelen er ve erbaşların her birinin acılı ve acıklı hikâyelerini topluma yansıttı. Özellikle televizyon yayınları haber vermekten çok yaraları deşmeye yönelikti; öfkeleri kabartmaktan ve zaten iyice takatsiz kalmış olan rasyonel ve soğukkanlı düşünme melekelerimizi biraz daha budamaktan, körleştirmekten başka bir işe yaramadı.

Ben, bir vatandaş olarak, otuz yıldır aynı sahnelerin defalarca tekrarlanmasından bıktım usandım. Bu ağır, yakıcı problemin çözümü yolunda şimdiye kadar umut verici bir adım atılmamasından bizarım. O kadar ki, neredeyse artık bu konuda hiç konuşmak ve kalem oynatmak istemez hâle geldim. Yine de, gün gibi aşikâr olduğunu düşündüğüm bazı hususları bir insanlık ve vatandaşlık görevi olarak bir kere daha hatırlatmak istiyorum.

Türkiye’de, yaklaşık otuz yıldır, bir tür ilan edilmemiş bir “iç savaş” yaşanmaktadır. Şimdilik “iki tarafın silahlı güçleri” arasında yaşanan bu savaşın toplumlara sirayet etme ihtimali her geçen gün artmaktadır. Daha kötü günler görmek istemiyorsak bu sorunu süratle çözmek zorundayız. Bunun için ise, ezberleri tekrarlamak ve hamaset nutuklarıyla birbirimizi gaza getirmek yerine, aklımızı, sağduyumuzu, mantığımızı kullanarak sorunun köklerini kavramaya ve uygun çözüm yolları geliştirmeye çalışmalıyız. Çeyrek asırlık tecrübe gösteriyor ki, bu, kazananı olmayacak bir sürekli çatışmadır. PKK’nın şiddetle bir şey elde edemeyeceği ortadadır. Buna karşılık TSK’nın da PKK’yı silahla yok edemeyeceği anlaşılmaktadır. Şiddet bir an evvel sona erdirilmelidir. Bunun olması için asıl ve en büyük adımı PKK’nın atması gerektiği aşikâr olmakla beraber, bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuda yapması gereken hiçbir şey yok demek değildir. Uzun vadede en büyük sorumluluk da T.C. devletine düşmektedir.

Ortada çatışan “iki taraf” varsa, bu onların silah kullanma hakkını kendinde gördüğü anlamına gelir. T.C.’nin böyle bir hakkının bulunduğunu izah etmesi ve şiddetini meşrulaştırması daha kolaydır. Ancak, yapılması gereken, sadece, “biz devletiz, silah kullanmaya hakkımız var” diye kestirip atmak ve şiddete başvurması yüzünden PKK’yı kınamak, lanetlemek değildir. Bu zaten yılladır yapılmakta ve bir işe yaramamaktadır. PKK’nın silah kullanması bir sonuçtur. Hayati soru şudur: PKK nasıl olup da yüzlerce insanı onyıllarca dağlarda tutabilmektedir? Bu soru lojistikle değil, zihin dünyasıyla ilgilidir. Evet, nasıl olup da yüzlerce insan biricik olan hayatlarını, normal bir hayatın bütün nimetlerinden uzak kalmayı ve hatta ölümü göze alarak, yalçın dağlarda geçirmeyi istemekte ve geçirmektedir? Bu kimseler, “Türk’e Türk propagandası yapan” medyanın inanmamızı istediği gibi kriminal tipler midir? Kriminallik bu insanların ana müşevviği midir? Buna inanmak zor. Kriminalliğin ardında yatan faktörler bu kadar uzun süreli ve organize bir silahlı hareketi motive edemez; fikir ve his olarak besleyemez, ayakta tutamaz.

PKK için savaşanlar, kendilerini “kriminal” veya “terörist” olarak görmüyor, algılamıyor. Onlar “özgürlük ve bağımsızlık savaşçıları” veya bazı temel hakları gasp edilen, haksızlıklara maruz bırakılan bir toplumun sözcüleri ve temsilcileri olduklarını düşünüyor. PKK’yı ayakta tutan ana faktör bu. Türklerin bu düşünceye katılmaması, medyanın “terör” ve “terörizm” kavramalarını odağa alan yayınlar yapması, bu algıyı değiştirmiyor. İşte asıl düzeltilmesi gereken bu algıdır. Bu yapılmadığı sürece PKK saflarına yeni katılımcılar bulmakta zorluk çekmeyecektir. Bu ise, ilk adımda, Türkiye’nin şimdiye kadarki ilgili politikalarının, özellikle vatandaşlık ve eğitim politikalarının sorgulanmasını ve değiştirilmesini gerektirecektir.

Sorunla ilgili bir iki noktaya daha dikkat çekmekte yarar var. Mevcut çatışma bir nizamî ordu ile, kendini adlandırdığı biçimiyle, bir “gerilla grubu” arasında vuku bulmaktadır. Düzenli orduların gayri nizamî savaşa uygun olmadığını pek çok tecrübe kanıtlamıştır. Düzenli ordular bu tür savaşları yürütemez; yürütmeye kalkarsa çok ağır maliyetlerle karşılaşır. Bu maliyet en iyi oranla 1’e 10’dur. Ortalama oran daha yüksektir. Bunun anlamı şudur: Bir “gerilla”yı etkisiz hâle getirmek en az on askerin hayatına mal olur. Bu yüzden, PKK ile mücadelede ana güç olarak TSK’nın ve özellikle de “amatör” askerlerin “kullanılması” yanlıştır. Ayrıca, yaşanan bunca acı olaya rağmen TSK’nın baskın yemeyi önlemede ve önlenemeyen baskınlara süratli ve etkili müdahalede bu kadar beceriksiz olması hayret vericidir. Bu, istihbaratta, lojistikte, taktik ve stratejide, sevk ve idarede ve elbette motivasyonda büyük sorunlar ve eksiklikler olduğunu göstermektedir.

Baskınların ve yüksek sayıda ölümlerin sorumluluğu kime aittir? Elbette, her kademedeki ordu komutanlarına. Hiç kimse, karakolların kolayca basılabilmesinden ve askerlerin zahmetsizce öldürülebilmesinden dolayı politikacıları suçlamaya kalkmasın. Dünyanın her yerinde, politikacılar ordulara genel talimatlar verir ve ihtiyaç duyulan malî ve maddî desteği sağlar; gerisi orduların işi ve sorumluluğudur. Ordusuna her şeyin en iyisini sağlayan Türkiye’de politikacıların ordu kumandanlarına genel talimat verebildiği bile şüphelidir. Bu yüzden, sorumluluk tamamıyla orduya aittir. Ağır kayıplara yol açan baskınlarda bir görevi ihmal veya beceriksizlik, yetersizlik olup olmadığı, ordu dışından uzmanların da katılacağı heyetlerce objektif biçimde soruşturulmalı ve varsa sorumlular cezalandırılmalıdır. Ne yazık ki, facia mahiyetinde olaylara rağmen şimdiye kadar bunun bir örneğini görmedik. Bu değişmesi gereken bir tavırdır; yoksa hem orduyu içinden çürütebilir hem de onun toplumdaki itibarını yerle bir edebilir.

Bu anlamsız ve sonuçsuz kavga artık bitmeli, bitirilmelidir. Bunun olması için herkes, her kesim, diğer taraf(lar)ı suçlamak yerine kendi özeleştirisini yaparak bir adım atmalıdır. Aksi takdirde Gediktepe’dekine benzer yeni acıların yaşanması çok muhtemel görünmektedir.

Atilla Yayla, Zaman 25 Haziran 2010

******************************************************************************

Başörtüsü yasağı isyan ettiriyor

TESEV'İN “Birlikte Yaşamak Mümkün mü?” başlıklı sempozyumu dün başladı. İlk günün konuları arasında, “başörtüsü takan eğitimli kadınların iş hayatındaki durumları”, Kürt sorununun yasal, anayasal ve toplumsal boyutları yer alıyordu.

Bilkent Üniversitesi’nden sosyolog Dilek Cindoğlu’nun sunumu gerçekten çok etkileyiciydi.

Türbanlı kadınların iş piyasasında nasıl ağır bir ayrımcılıkla karşı karşıya kaldığını anlattı Cindoğlu.

***

Avukatlık, bankacılık, mühendislik, doktorluk, bankacılık, eczacılık, gazetecilik, mali müşavirlik gibi alanlarda üniversite eğitimi alan örtülü kadınlar, iş hayatında insanı isyan ettiren bir aşağılanma ve ötekileştirme ile karşılaşıyorlar.

Cindoğlu, kamudaki türban yasağının, dalga dalga yayılarak, özel sektörü de etkilediğini ortaya çıkarmış.

Bu durumun özel sektördeki yansımalarından biri, “dindar” olanlar da dahil, patronların, fırsattan istifade, kalifiye türbanlıları ağır bir sömürüye tabi tutması oluyor.

Türbanlı uzmanlara, daha az ücret veriyor ve daha uzun saatler çalışmaya zorluyorlar.

Kadın itiraz etmeye kalkıştığında da, ona iş vermelerini bir “lütuf” gibi sunuyorlar.

***

Cindoğlu’nun bir başka saptaması da şöyle... Örneğin ben, dindar kızların, türbanı, bir özgürlük aracı gibi kullandıklarını düşündüm.

Yani, faraza abisi (veya babası) “Niye okuyorsun, niye çalışmak istiyorsun, iffetini tehlikeye atıyorsun” dediğinde...

Kız, dindarlığını ve ahlakını ispatlamak için türbanı kullanıyordu.

Bunu biliyoruz...

Cindoğlu mekanizmanın tam tersi bir biçimde de işlediğini saptamış:

Birçok aile “Kızım, türban takma, okulunu bitir, işe gir, evlen, sonra başını örtersin” diyor...

Kız ise “Hayır, şimdi örtüneceğim, toplum da, siz de beni böyle kabul edin” diye mücadele ediyor.

Cindoğlu’nun yaptığı değerlendirmenin son cümlesi ise çok çarpıcıydı:

“Sanılanın aksine, başörtüsü yasağı, modernliği değil, ataerkil değerleri güçlendiriyor!”

Emre Aköz, Sabah, 25 Haziran 2010

26.06.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.