Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Şüphesiz Cennette gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiç kimsenin hatırına gelmeyen nimetler vardır.
Câmiü's-Sağîr, No: 1307 |
03.07.2010 |
İrtica ile itham Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irticâ ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Ey paşalar, zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmâli: Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim. Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlûmiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zirâ insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir. Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin tâdâdına: Birinci Cinayet: Geçen sene bidayet-i Hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşiretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim. Meâli şu idi: “Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.” Her yerden bu telgrafların cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi. Demek vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim. İkinci Cinayet: Ayasofya’da, Bayezit’te, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulemâ ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla Şeriatın ve müsemmâ-yı Meşrûtiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın Şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” (Keşfü’l-Hafâ, 1:462, No: 1515) hadîsinin sırrıyla, Şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zâlimâne tahakkümü mahvetsin. Herhangi bir nutuk irad ettimse, herbir kelimesine kimsenin bir îtirazı varsa, bürhan-ı kat’î ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl, Şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i Meşrûtiyet-i meşrûadır. Demek Meşrûtiyeti, delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilâf-ı şeriat telâkki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulemâ ve Şeriatı, Avrupa’nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki; bu tarz muâmelenizi gördüm.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 20-23
LÜGATÇE:
setr: Örtmek. mehasin: İyilikler. mütehayyir: Hayrete düşen, şaşıran. hafiye: Casus. cerbeze: Aldatıcı sözlerle kurnazlık, demagoji. efrad-ı kesîre: Çok kişiler. tahallül-ü mehasin: Güzel hallerin bozulması. tâdil: Doğrultma, düzeltme. müteferrik: Ayrı ayrı. cem: Birleştirme, toplama. zaman-ı vahid: Tek bir zaman. şahs-ı vahid: Tek bir şahıs. sudur: Meydana çıkma. tevehhüm: Vehimlenme, kuruntuya kapılma. şedid: Şiddetli. zulm-ü şedîd: Şiddetli zulüm. tâdâd: Sayma. bidayet-i Hürriyet: Hürriyetin başlangıcı; (1908) Hürriyet’in (II. Meşrûtiyet) ilân edildiği zaman. Sadâret: Sadrâzamlık. meşveret-i şer’iye: Dine, şeriata uygun olarak yapılan meşveret. hüsn-ü telâkki: İyi anlayış, iyi kabul ediş, güzel telâkki etmek. istibdat: Baskı. zarardîde: Zarar görmüş. vilâyat-ı şarkiye: Doğu illeri. tenbih: Uyandırma. |
03.07.2010 |
Aziz kardeşim Ahmet Özkan’ın hatırasına
Yıllar, ne de çabuk bitirdin 35 yıllık beraberliğimizi. 1975–76’lı yıllarda Kırıkkale’nin ana caddesi üzerindeki iki katlı bir binanın ikinci katında küçücük bir daire... Kendi küçük, ama yaptığı hizmetler o kadar büyük ki... Onlarca kişinin imanının kurtulmasına vesile olan, maddeten küçük dershaneye güler yüzlü, dinamik, yerinde duramayan, koltuğunun altında okul kitapları, 16-17 yaşlarında bir genç gelmişti. Hâlâ gözlerimin önünde... Tanıştığımızda adının Ahmet Özkan olduğunu, lise 2. sınıfta okuduğunu öğrendim. Ben de köyümden Kırıkkale’ye yeni gelmiş; meslek lisesine kayıt yaptırmıştım. Dershanede kalıyordum. Ahmet kardeşim, o kadar hareketli idi ki; okuldaki bütün arkadaşlarını derslere getirirdi. 70’li yılların anarşi ve terör ortamında hiç kimseden çekinmeden, korkmadan hizmetlere devam ediyordu. Bir taraftan sol gruplar, diğer taraftan sağ gruplar sıkıştırıyor, ama o hiçbir tarafa taviz vermeden aşkla şevkle hizmetlerini yapmaya çalışıyordu. Hatta cemaatimizin maruz kaldığı 80 yılındaki dahilî sıkıntı içinde çok yakın akrabalarına ve koskoca hocalara bile “Bana Risâle-i Nur’dan iddialarınızı ispat etmezseniz sizinle beraber olmam mümkün değil‘ ’diyerek cemaatimizin birlik ve beraberliği için o genç yaşında sadakat timsâli olarak kale gibi durduğunu çok iyi hatırlıyorum. Cemaatin almış olduğu her türlü karara bütün benliği ile sahip çıkarak, canla başla gecesini gündüzüne katarak istikamet üzere çalıştı. Ama kendi yaptığı hizmetleri söylendiği zaman, o gülen yüzü kızarır, boynunu büker ve başını eğerek ‘’Estağfirullah, biz kim oluyoruz? Üstadımızın ve cemaatin şahs-ı manevisinin himmeti ile hizmetler oluyor’’ derdi. Kendisini hiçbir zaman öne çıkarmazdı. İhlâs havuzunda ene’sini eritmişti. Aziz kardeşim, sen, bu dünyada görevini tamamlayarak ebedî istirahatgâhına, sevdiklerinin bir kısmından önce çekildin. Zaten sen, bu dünya hayatında da hep bizlerden önce hareket ederdin. Bir hizmet olduğunda en önde sendin. Derse en önce sen gelirdin. Geçmişe baktığımda her hizmette, her zaman sen önde idin. Dünyadan da Rabbimin dâveti üzerine yine önden gittin. Rahman’ın rahmetine, Peygamberimizin (asm) şefaatine ve Aziz Üstad’ımızın yanına da ilk önce sen vardın. Bundan zaten zerre kadar şüphe etmiyorum. Cenaze namazını kılarken hoca efendinin “Haklarınızı helâl edin” derken içimden “Ben ona şahidim. Ne hakkımız var da helâl edelim. O bize hakkını helâl etsin’’ feryadımı dişlerimi sıkarak bastırıp, boğazıma düğümlenen sesi susturdum, fakat göz pınarlarımdan akan yaşları durduramadım. Evet, aziz, fedakâr, vefakâr, sıddık, dâvâsına ve Üstadına sadık kardeşim. “Hakkını helâl et. Seni hiç, ama hiç unutmayacağım” demek istiyorum. Fakat ne çare ki, bu fani dünyanın keşmekeşi bizleri nisyana sevk ediyor. Çünkü senin yaptığın hizmetlerin hangisi hatırımda kaldı ki... Ama biliyorum ki, sen bizleri ve hizmetlerimizi hiç, ama hiç unutmayacaksın. Çünkü biliyoruz ki, senin gittiğin yerde hiçbir şey unutulmaz. Çünkü bulunduğun yer cennet bahçesinden bir bahçe ve ebedî âlemin ilk durağı. Unutma yok. Unutulan da yok. Sen, dünyada olduğu gibi bizlere de orada öncülük edersin İnşâallah. Şimdiden aziz Üstad’ımıza, biz tembel, gayretsiz, sebatsız, şevksiz, ama Ashab-ı Kehf’in kelbi gibi sadık bîçareleri anlat. Anlat ki orada çaresiz kalmayalım. Bize öncülük et. Aziz kardeşim! Biliyorum sen orada mutlu ve çok mes’udsun. Yine biliyorum ve inanıyorum ki, sadece hizmetleri ve eş dostlarını düşünüyorsun. Sen düşünme kardeşim! Senin iki tane oğlun, eşin, ağabey ve kardeşlerin senin düşündüklerini—İnşâallah ihmal etmeyerek—kıyamete kadar devam ettirecekler ve senin ruhuna rahmetler yağdıracaklar. Aziz kardeşim! Rabbim sana ve bütün Nur Talebelerine dünyanın yaratılışından bu güne kadar yeryüzüne düşen yağmur taneleri ile hava zerrelerinin çarpımlarının toplamı adedince ebede kadar rahmet, mağfiret etsin. Âmin, elfü elfi âmin. Ahiret kardeşin Süleyman.
SÜLEYMAN ALIÇ |
03.07.2010 |