24 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Dizi Yazı

Seyahat boyunca hep kitap okuduk

Bu yolculuk, gezip görme, bilgilerimi arttırmanın yanı sıra benim için dinî eserleri okumam açısından da büyük bir fırsat olmuştu. Bediüzzaman'ın eserlerinden hayatın bir imtihan olduğunu daha iyi bir şekilde öğrenmiş oldum.

1. Bölüm: Gemide Hayat

Herkesin bildiği hoş bir şarkı var... Sözleri şu şekilde:

“Akdeniz akşamları bir başka oluyor.

Hele bir de aylardan Temmuz ise,

Bambaşka…”

İşte ben de böyle bir akşamda yola çıktım. Ortaokulun son sınıfına geçmiştim. Okul hayatı boyunca derslerden yorulmuş, ailemle birlikte uzunca bir tatil yapmak istiyordum. Babam çalışmak zorundaydı ve bu yüzden bizimle birlikte uzun süre kalamıyordu. Fakat aklıma güzel bir fikir geldi ve bunu babama söyledim: “Tatilimizi senin işyerinde geçiremez miyiz?”

Babam, “Tabiî ki olur hem ben de yalnızlıktan bir parça kurtulurum” dedi. Annem ve ağabeyim de böyle bir yaz tatilinden hoşlanmıştı ve onlar da bu habere çok sevindiler.

Babam gemilerde çalışıyordu ve işi gereği uzun süre evimizden hatta ülkemizden ayrı kalıyordu. İşte şimdi güzel bir fırsat çıkmıştı ve ailece hem tatil yapacak hem de birlikte olacaktık.

Gemiye gideceğimiz günler yaklaşırken çok heyecanlanmıştım. Bırakın yurt içinde bir yere gitmeyi şimdi yurt dışına çıkacaktık. Benim için çok ilginç ve ilginç olduğu kadar da heyecanlı bir yolculuk olacaktı. Çantalarımızı hazırladık. Yaklaşık iki ay birlikte yolculuk yapmayı planlamıştık. Babam bana yolculuk boyunca günlük yazmamı ve bunun daha sonra yazıya dökerek güzel bir seyahat yazısı olabileceğini söylemiş, hatta bunun için bir de ajanda vermişti. İşte bu yazıyı, tutmuş olduğum günlüklerden istifade ederek yazıyorum.

Gemiye gitmeden önce pasaportlarımıza çıkış harcı yatırılması gerekiyordu. Fakat o gün günlerden Pazar olduğu için harcı yatıracağımız yer kapalıydı. Fakat havaalanındaki harç pulu satış gişesinin açık olduğunu söylediler. Bu yüzden gemiden önce havaalanına gittik. Pullarımızı alıp pasaportlarımıza yapıştırdık. Babam daha önceden pasaportlarımızı çıkarmış, böyle bir yolculuk için gerekli evrakları hazırlamıştı. Bizler gemide yolcu (passenger) olarak bulunabiliyorduk. Bunun için gemicilerin kullandıkları gemi adamı cüzdanına ihtiyaç yoktu. Sadece pasaportlarımızın olması yeterli idi...

Yurt dışına çıkabilmek için her şeyimiz tamamlanmıştı. Babamın çalıştığı şirket, ailece gemi yolculuğuna izin veriyor sadece kaptanın onayının gerekli olduğunu söylüyordu. Babam da zaten gemi kaptanı olduğu için önümüzde hiçbir sorun kalmamıştı.

Yolculuk yapacağımız gemi Ambarlı limanındaydı ve konteyner taşıyan bir gemi idi. Gemiye giriş yapmadan önce liman kapısında bazı evraklar vermemiz gerekti. Bunu “gemi acentası” adı verilen kişiler yapıyor, biz sadece bazı evrakları imzalıyorduk. Sonunda bütün işlemler bitti ve gemimize geldik.

Babam biz gelmeden önce hazırlık yapmış hepimize bir kamara hazırlamıştı. Ben kılavuz kaptanların (gemiciler pilot adını vermiş) kaldığı kamarada kalacaktım. Ağabeyim armatör kamarasına yerleşmişti.

Kaldığımız yerler gemi yolculuğu için oldukça geniş ve konforlu idi. Her kamarada çalışma masası, elbise dolabı gibi yolcuların ihtiyaç duyacağı eşyalar da bulunuyordu. Ayrıca dolaplarda can yeleği vardı. Geminin her yerine can yeleklerinin ve ısı koruyucu elbiselerin nasıl kullanılacağına dair kullanma kılavuzları asmışlardı.

Geceleyin kendi kamaramda kalıyor gündüz vakti ise babamın kamarasına yani kaptan kamarasına geçiyordum. Babamın kamarası daha genişti ve televizyon, dvd player, buzdolabı gibi ilâve eşyalar vardı. Seyahatimiz boyunca yakınından geçtiğimiz ülkeleri televizyon sayesinde seyredebiliyor, bu ülkeler hakkında bir parça fikir edinebiliyorduk.

Gemimiz biz geldikten 3-4 saat sonra hareket edecekti. Gemimizin lumbuzlarından yapılan işleri seyrediyor, babamın ne derece zor bir iş yaptığını şimdi daha iyi anlıyorduk. Tonlarca ağırlıkta konteynerler sahile boşaltılıyor sonra da yeni gelen konteynerler gemiye yükleniyordu.

Gemide iki tane gemicilerin “kreyn” dedikleri büyük vinç vardı. Bütün yüklemeler bunlarla yapılmıyor bazen sahilde bulunan büyük vinçler bu iş için kullanılıyordu. Sahilde bazen uzay araçlarına benzeyen ve konteynerleri taşıyan acayip arabalar vardı. Bunlara bakmak bile insanı ürkütüyordu. Düşünün bir kere dört tane ince ayaklar üzerine uzanan uzay aracına benzeyen 30-40 metre yüksekliğinde bir araç. Aracın içinde küçücük bir kabinin içinde çalışan bir operatör...

Liman içinde bu araçlar ilerlerken korkutucu oluyordu. Sanki uzaylılar dünyamızı işgal etmiş gibi bir havası vardı. Bir defasında bunlardan kaçarken kullanıcısı bize el salladı. İçindekilerin insan olduğunu anlamıştım, ama yine de bu araçları düşününce hâlâ bana ürkütücü geliyor.

Gemicilik ise gerçekten zor bir işti. Her şeyden önce bu işin gecesi gündüzü yoktu. Bazen gemi gece yarısı limana yanaşıyor biz uykudan uyandığımızda gemimizi limana yanaşmış olarak buluyorduk. Babam dahil herkes görevinin başına gidiyor gemiyi yanaştırıyor veya kaldırıyorlardı.

Gündüz yanaşma ve kalkış manevralarını izleme imkânımız vardı. Gerçi şehir hatları vapurlarından çok farklı değildi, ama gemi onlardan çok daha büyük olduğundan ilâve tedbirler almışlardı. Gemide ve sahilde en az 50 kişi bu iş için görev yapıyordu.

Kalkış ve yanaşma için önce gemiye kılavuz kaptan adı verilen limanı tanıyan bir kaptan geliyordu. Gemi kalkışında ve yanaşmasında bu kaptanlar gemi kaptanına yardımcı oluyorlardı. Fakat bütün sorumluluk gemi kaptanının üzerindeydi. Pilot adı verilen kılavuz kaptanlar sadece danışman olarak vazifeliydiler. Allah korusun bir kaza ve yaralanma olduğunda bütün sorumluluk kaptanın üzerine kalıyordu. Stresten olsa gerek babamın bir miktar mide rahatsızlığı geçirmesinin en büyük sebebinin bu olduğunu zannediyorum.

Kılavuz kaptan ile birlikte geminin yanlarına römorkör adı verilen küçük tekneler yanaşıyor gemiye verdikleri halat ile geminin yanaşmasına ve kalkışına yardımcı oluyorlardı.

Köprüüstü adı verilen geminin kullanıldığı yerde kaptanlardan başka bir de “serdümen” adı verilen gemi dümenine kumanda eden bir gemici bulunuyordu. Kaptanın verdiği talimata göre dümen dolabını çeviriyordu.

Geminin sağ tarafına “sancak” sol tarafına ise “iskele” diyorlardı. Köprüüstünde sancak ve iskele taraflara açılan yerlere “kırlangıç” adı veriliyor ve gemi yanaşma ve kalkış esnasında bu yerlerden idare ediliyordu.

Kırlangıçlarda lolipop şekerlerine benzeyen “joystick”lerle gemi makinalarına kumanda ediliyordu. Bir de gemimizde “bow thruster” denilen geminin başında yer alan bir pervane vardı. Bu pervane gemiyi iten pervaneden farklı olarak sancak ve iskeleye doğru çalışıyordu. Yerine göre geminin yanaşmasına veya kalkışına yardımcı oluyordu.

Babam diğer gemilerde “torna telgrafı” adı verilen cihazlar olduğunu ve gemi makinesinin bu cihazlarla kumanda edildiğini söylemişti. Torna telgrafı joysticklerden farklı olarak önce makineye bildiriliyor makinedeki çarkçıbaşı ve yardımcı mühendisler aracılığı ile makineye yol veriliyordu. Fakat konteyner gemileri gibi sık sık yanaşıp kalkan gemiler makinede kumanda gecikmesi yaşanmaması için direkt olarak köprüüstünden kullanılıyordu.

İşte anlattığım bu kadar işin sonunda gemimiz limandan kalktı. Küçük bir bot gemimize sancak taraftan yanaşarak kılavuz kaptanı gemiden aldı ve sahile götürdü. Artık deniz yolculuğumuz başlamıştı. Tarih 25 Haziran Pazartesini gününü gösteriyordu.

2. Bölüm: Marmara, Ege ve Akdeniz

Gemimizle beraber ilk varacağımız nokta Çanakkale Boğazı idi. Yaklaşık on saatlik yolculuktan sonra 26 Haziran Salı sabahı Gelibolu önlerine geldik. Babam sadece kalkış ve yanaşma zamanlarında köprüüstünde bulunuyor diğer zamanlarda bizimle birlikte kalabiliyordu. Fakat boğazlardan ve tehlikeli bölgelerden geçerken köprüüstüne çıkıyor ve gemiyi idare ediyordu. Yine köprüüstüne çıkmıştı. Biz ise kamaralarımızdan ve verandadan (gemideki bir çeşit balkondan) Çanakkale’yi ve boğazı seyrediyorduk.

Yolculuğumuz yaz mevsiminde olmuştu ve yaz aylarında Akdeniz oldukça sakin geçiyordu. Halbuki kışın Akdeniz, Ege hatta Marmara denizleri oldukça sert fırtınalara maruz kalır. Tatilimiz boyunca fırtına denilebilecek bir havaya hiç rastlamadık.

Bazı insanları fırtınalı havalarda deniz tutarmış. Gerçi deniz tutmasına karşı bazı ilâçlar bulunsa da benim için hiç böyle bir şeye ihtiyacım olmadı, gayet güzel bir deniz yolculuğu yapıyorduk. Fakat gemideki makine sesine tam olarak alışamamıştım. İlk gece uyumakta bir hayli zorluk çektim.

O günlerde Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanıyordum. Bu sebeple bazı test kitaplarını yanımda getirmiştim. Ağabeyim henüz sınavlardan çıkmış sadece okumak için kitaplar getirmişti. Ben bazı dinî kitapları ve özellikle Nur Risâlelerini yanıma almıştım. Yolculuğumuz boyunca hem ders çalıştım hem de bol bol kitap okudum. Bu arada gemide çalışırken babam da bir yandan okula gidiyor, izinlerinde doktora tezi yazıyordu. Annemle birlikte kendisine yardım ettik.

Denizcilik mesleği ağabeyimin çok hoşuna gitmişti. Özellikle 4. Kaptan kendisine denizcilik sevgisini aşılamış, ona bu mesleği sevdirmişti. Fakat annem bu duruma çok karşı çıkmıştı. Öncelikle üniversiteye hazırlanmasını istiyordu. Babam da aynı şekilde öncelikle üniversitede okumasını, okulu bitirince de isterse denizci olabileceğini söylüyordu.

Seyahatimiz birçok bakımdan çok eğlenceli olmuştu. Her şeyden önce ailemiz bir araya gelmiş, hem sohbet ediyor hem de anne ve babamdan özellikle dinî konularda bilgi alıyorduk.

Evet, dinî konular çok önemlidir. Çünkü biz insanlar bu dünyaya boşuna gelmemiştik. Hayatımızın bir anlamı olmalıydı. Nereden geliyorduk? Nereye gidecektik? Bu sorularımızın cevaplarını ise sadece dinî eserlerde bulabiliyorduk. Bediüzzaman gibi büyük din âlimleri Kur’ân’dan istifade ederek yazmış oldukları tefsirlerinde bize hayatın anlamını öğretiyor, nerden gelip nereye gittiğimizi anlamamıza yardımcı oluyordu. İşte hem bu ve buna benzer konuları okuyor hem de anne ve babama sorular sorarak daha geniş bir biçimde öğrenme fırsatım oluyordu.

Biz şimdi İstanbul’dan Tunus’a gidiyorduk. Peki, hayatımız süresince nereye gidiyorduk? Milyarlarca insan sadece üç beş kuruş para kazanmak için mi bu dünyaya gelmişti? Ölüm denilen ve her insanın başına gelen, belki de hayatın en önemli gerçeği olan son, ne anlama geliyordu?

Elbette bu soruların cevaplarını fen ve matematik kitaplarında bulamazdık. Gerçi din derslerinde öğretmenlerimiz bize bu soruların cevaplarını kısmen de olsa verebiliyorlardı, ama onca dersin arasında bu önemli gerçekler kaynayıp gidiyor bir ders saati bunun için yeterli olmuyordu.

İşte bu yolculuk, gezip görme, bilgilerimi arttırmanın yanı sıra benim için dinî eserleri okumam açısından da büyük bir fırsat olmuştu. Bediüzzaman’ın eserlerinden hayatın bir imtihan olduğunu daha iyi bir şekilde öğrenmiş oldum. Allah bizleri bu dünyaya kendisini tanımamız ve ona ibadet etmemiz için göndermişti. Eğer Kur’ân-ı Kerim’de onun emrettiği gibi yaşar isek bizleri sonsuz bir hayatın olduğu cennetine gönderecek idi. Yok eğer ona isyan eder emir ve yasaklarından çıkar isek sonsuz bir ceza ile karşı karşıya kalacaktık.

O güne kadar dehşetle baktığım ve çok korktuğum ölümü bu eserler sayesinde daha iyi anlamaya başlamıştım. Ölüm bizler için bir yok oluş veya bir son değil, tam tersine sonsuz bir hayatın başlangıcı idi. Nasıl ki bitkiler ve hayvanlar bir şekilde öldükten sonra yiyecek olarak soframıza geliyor. İnsanlar bu yiyecekleri yedikten sonra bitki ve hayvan derecesinden insan olma derecesine yükseliyorlar bizler de öldükten sonra sonsuz bir hayata geçmek ve daha yüksek bir hayata sahip olabilmek yani sonsuzluk ülkesine gidebilmek için, bu ölüm kapısını çalmamız gerekiyordu.

Aynen bu yaz tatili boyunca yaptığımız yolculuğa benzer şekilde bir hayat yolculuğumuz vardı. Burada Tunus, Cezayir, İspanya, İtalya ve Yunanistan’a uğradığımız gibi insanlar olarak ruhlar âleminden, anne karnından, dünyadan, kabir ve berzah âleminden ve haşir meydanından ve Sırat Köprüsünden geçecektik. Eğer Allah’a iman etmiş isek bu yolculuğumuz aynı yaz güneşinin parlaklığı gibi aydınlıklar içinde geçecek. Yok eğer Allah’ı tanımamış isek fırtınalı ve karanlıklar içinde yapayalnız kalacaktık. Fakat eninde sonunda bu yolculuğu bütün insanlar gibi biz de geçirmek zorundaydık.

Kur’ân’da “emaneti kübra” adı verilen ve hiçbir varlığın kabul edemediği sadece insanoğlunun yüklendiği imtihan ile karşı karşıya kalmıştık. Bu imtihan aynı okul sınavlarındaki gibi bir şeydi. Doğru cevabı yani Allah’ın var ve bir olduğunu söylersek cennete, onu inkâr edersek cehenneme gidecektik. Allah öyle bir felâketten hepimizi saklasın…

Bediüzzaman’ın eserleri sadece âyet tefsirleri değil aynı zamanda Peygamber Efendimizin (asm) hadisleri, sözleri ile doluydu. Bütün kâinatın iftihar ettiği, insanların en şereflisi olan Peygamberimiz, bize hayatın anlamını öğretiyor, nereden gelip nereye gittiğimize dair en ikna edici cevapları veriyordu. Eğer onu dinlemez isek hem bu dünyada hem de bizleri bekleyen sonsuz ahiret ülkesinde çok kötü bir duruma düşeceğiz demektir.

Çaresiz her insanın gittiği mezar kuyusunda bize kim ışık verecektir. İnsanlar ortalama 70-80 yıl yaşıyor, ama mezardaki insanlar belki bin yıldır oradalar. Bu dünya hayatından kat kat daha uzun bir süre kalınacak olan mezar hayatına bir şekilde hazırlanmamız gerekiyor. Peygamberimiz (asm) “Dinin direği namazdır” demektedir. Mezarımızda da bizi aydınlatacak olan en önemli şeyin kılmış olduğumuz namazlarımız olacağı anlaşılıyor. O halde dünya yolculuğunun en önemli meşgalesi olan namazımızı asla ihmal etmememiz gerekiyor. Evet, imandan sonra en büyük hakikat, gerçekten namazdır.

Akdeniz’deki gemi yolculuğumuzda da çok şükür namazlarımızı düzenli olarak kıldık. Hatta bazı namazlarımızı cemaatle kılma imkânı bile bulduk.

İstanbul’da namaz vakti girince ezanlar okunur vaktin girdiğini anlarız. Ama gemide böyle bir durum yoktu. Gerçi bilgisayar programları ile namaz vakitlerini programlamak imkânı var, fakat hareket ettiğimiz için her saat başı yeni mevkiimize göre koordinatları bilgisayara yüklemek gerekiyor. Bunu tam olarak yapamadık, fakat namaz vakitlerini güneşin pozisyonlarına göre ayarlıyorduk. YARIN: TUNUS YOLCULUĞUMUZ ÜÇ GÜN SÜRDÜ

24.06.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (28.05.2010) - Fatİh’in Kanunnamesi bize yol gösteriyor

  (27.05.2010) - Fen ilimleri ile din ilimleri birlikte okutuluyor

  (26.05.2010) - Ecdat her yere mührünü vurmuş

  (25.05.2010) - Saraybosna, Avrupa’nın Kudüs’ü

  (24.05.2010) - AB, Müslüman Bosna’nın garantisi olacak

  (20.05.2010) - Seracılığın başşehri Antalya

  (19.05.2010) - Çiftçi, seralarda Çin malı tarım ilâcı kullanıyor

  (18.05.2010) - Gübre ve ilâç maliyetleri çiftçinin belini büküyor

  (08.04.2010) - Osmanlı devlet geleneği yaşatılıyor

  (07.04.2010) - Zengin değil, ama zenginlerin yaşadığı ülke: Ürdün Krallığı


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.