Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
Zümer 22 : 114 |
05.07.2010 |
Adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmamalı Adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir. Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsâlsiz ihânetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere mâruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esâsı birkaç noktaya dayanır: 1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkkî etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukûkî bir müteârifedir. Dîninde çok mutaassıb ve cebbâr bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyâde Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi. Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudîler, Nasrânîler tâbî oldukları memleketin dînine, kudsî rejimine muhâlif, zıt ve mûteriz bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler. Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Halbuki, o Hıristiyan İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir. Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur. 2. Bana zulüm ve cefâyı revâ gören Devr-i Sâbıkın yaptığı isnadların ikincisi, emniyet ve âsâyişi ihlâldir. Bu vehim ve hayal ile, bu düzme isnad ile, yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler, memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler, zindandan zindana attılar, kimse ile görüştürmediler, tecrid ettiler, zehirlediler; türlü türlü hakaretlerde bulundular. Biz ki beş yüz bin fedâkâr Nur Talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve âsâyişin fahrî mânevî muhâfızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları günahların en büyüğüdür. Onlar bize o kadar zâlimâne ihânetlerde bulundukları halde; biz aslâ hislerimize kapılmayarak, gönüllerde emniyet ve âsâyişi temin yolunda, îman ve Kur’ân’a hizmet yolunda, gafletle anarşîye sapanları düştükleri fevzâ gayyâsından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hâlî kalmadık. Muhterem hâkimler, şunu katî olarak arz ederim ki; bu, delilsiz bir iddiâ değildir. Bizim zulüm ve menfâ sahamız olan altı vilâyetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve âsâyişi ihlâl yolunda hiçbir vukuât kaydetmemiştir. Bu hareketimiz ispat eder ki, Nur mekteb-i irfânının talebeleri kalbler üzerinde işler; emniyet ve âsâyişin bekçisini, kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim îman derslerimiz anarşîye karşıdır, bozgunculuğa karşıdır, farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zâbıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur irfan mektebi talebesinden birinin olsun, nizam ve intizama aykırı bir vukuâtı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizâmın en sağlam muhâfızı olan îman bekçisi vardır.
Tarihçe-i Hayat, s. 999
LÜGATÇE:
müteârife: Bilinen. Nasrânî: Hıristiyan. âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri. muvâzene-i adâlet: Adalet dengesi. fevzâ: Kargaşa, anarşi. gayyâ: Cehennemin beşinci tabakasında bulunan çok korkunç bir kuyunun adı. |
05.07.2010 |
Kıymetli bir mevsim
Ondadır leyl-i Regàib, Mi’râc; Bu gelen ay, ne mübârek aydır!.. Arkadan gelmede Şâbân, Ramazân.. Nefsi artık kötülükden caydır!
Üç Aylar, her yıl mûtâd olarak gelip geçmekte, tıpkı dîğer normal günlerimiz, aylarımız, mevsimlerimiz gibi… Hafta pazarının kurulduğu günlerde dünyâlık ihtiyâçlarımızı karşılıyoruz. Bu aylar da âhiret ihtiyâcımızı te’min etmek üzere kurulmuş pazarlar, panayırlar olarak tavsîf ediliyor. Kısa olan ve kısalığı nisbetinde de çabuk geçen ömrümüzde, bu mevsimler ve benzeri mübârek vakitlerde yapılacak ibâdetlerin dîğer zamanlardakinden daha kıymetli olduğu bizzât Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ve Resûl-i Kibriyâ’nın ifâdelerinden anlaşılıyor. Zâten, dünyânın gürültü-patırtısı arasında, böyle zamanlar o kadar hızlı geçiyor ki… Bakıyorsunuz, daha dün başladı sandığımız Recep Ayı, neredeyse sona yaklaşmış. Daha niyetlenip de yapamadığımız nice ibâdetlere başlayamadan, mübârek aylar sona eriveriyor. Bereket, bu ayların içindeki mübârek geceler vesîlesiyle îkâz ediliyoruz. Âhiret pazarından istifâdemiz husûsu hâtırlatılıyor. Hiç aklımızdan çıkmaması gereken bir hakîkat var. Bu dünyâda kısa süren bir ömre sâhip misâfirler olduğumuzu unutmamalıyız. Kulluk şuûru ile hareket ederek, her işimizde hakka, adâlete, insâfa, iz’âna uymayı göz önünde bulundurmalıyız. Yaradılışımızın yegâne gàyesinin Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymak olduğunu der-hâtır etmeliyiz. Bunları hep biliyoruz belki; ancak, her bildiğimizi hayâtımızın her sâniyesinde tatbîk edebiliyor muyuz? Hani, trafik kàidelerini bütün sürücülerin bildiği varsayılır; ama, yine de yol kenârlarında devamlı olarak uyarıcı işâretler, levhalar konur ya! Bunlara ne lüzûm var, denilemiyor; çünki, seyr ü sefer hâlindeki herkesin emniyyetini te’mîn için elzem bir durumdur… Onun gibi, bizler de hayât yolculuğumuzda mârûz kalabileceğimiz tehlikelere karşı gerek İlâhî cânibden, gerek vazîfeliler tarafından durmadan uyarılıyoruz. Vazîfedâr olmasak bile sevdiklerimizin faydalı durumlardan istifâdesi ve zararlardan sakınmaları için bu îkazcılar arasında yer almakta bir mahzûr bulunmasa gerek… Üstelik, bizler –neredeyse bütün uhrevî mâlûmâtımızı edindiğimiz Hz. Üstâd’a tebâiyyetle – bu ihtârları başta nefsimiz için yapıyoruz. Bir insan olarak yalnız nefsini kurtarmanın yetmediği, saâdetin külle veyâ eksere olması ile mes’ûd olunabileceğini de biliyoruz. Bu sebeple – şu son günlerde öğrendiğimiz, Güney Afrikalıların garip çalgısı gibi, herkesin elinde bir düdükle ortada dolaşmasına teşbîh edersek – bizler de devamlı olarak “kalk borusu, silâhbaşı borusu” çalmakta bir garîblik görmüyoruz. Tabiî, bu arada mânevî bir şirketin ortağı olmak hasebiyle kâr getirecek işlerde bütün ortakların gayretlerini arttırmalarını istemek, bir bakıma, kendi kârımızı arttırmak için bir çeşit teşvîk olarak da değerlendirilebilir. Bu açıdan, elbirliği ile yapılan çalışmaların daha verimli olduğunu düşünerek, birlikte hareketin verdiği şevki de kazanmış oluyoruz. “Ve en son ömrümde, en ziyâde kıymetdâr mânevî bir hazîneyi kaybetmekteki mânevî eleme karşı, Nûr’un has şâkirdlerinin her birisi, şirket-i mâneviyye sırrıyla, umûm nâmına dahî duâ ile ve amel-i sâlih ile çalıştıklarından, hem Hüccetü’z-zehrâ’da, hem Nûr Anahtarı’nda îzâh edilen teşehhüdde ve Fâtiha’da, bütün mevcûdât ve zîhayât cemâatinin duâlarına ve tevhîddeki da’vâlarına iştirâk sûretiyle, husûsan toprak, hava, su ve nûr unsûrları birer dil olmasıyla, topraktan çıkan bütün hayât hediyeleri ve sudan mübârekât ve tebrîkât ve havadan şükür ve ibâdetin temessülleri ve nûr unsûrundan maddî-mânevî tayyibâtlar, güzellikler tarzında teşehhüdde ve Fâtiha’da, kâinattaki bütün ni’metlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlûkatın, husûsan zîhayâtların küllî ibâdetleri ve bütün istiâneleri ve doğru yoldan giden bütün ehl-i hakîkate ve ehl-i îmânın yolundan gidenlere mânevî refâkat etmekle ve onların duâlarına ve da’vâlarına tasdîk sûretinde âminlerle iştirâk ederek “âmîn” demekle hissedâr olmanın küllî sırrı o gece imdâdıma geldi.” [Nûr’un İlk Kapısı] Yaş îtîbâriyle âhirete yakınlığını daha fazla hisseden bendeniz gibi kişilerse, belki bir dahaki mevsime erişemem, diye düşünüyoruz. Sâhil-i selâmete yetişmek için, eski gemilerde kürek çeken forsaların daha hızlı tempo ile yol almalarını isteyen davulcu başı gibi, ihtârları, îkazları sıklaştırıyoruz.
EKREM KILIÇ [email protected] |
05.07.2010 |