Dizi Yazı |
|
Denizciler işine ‘besmele’ ile başlıyor |
YOLCULUĞUMUZUN başında devamlı olarak batıya doğru gittiğimiz için günler uzuyordu. Yani bir gün yaklaşık olarak 24,5 saat oluyordu. Gece vakti çalışmamak ve gittiğimiz ülkenin saati ile sorun yaşamamak için gemi saatleri önce geri alınıyor sonra dönüş yolculuğunda iken de ileri alınıyordu. Namaz saatlerinden başka kıblemiz de devamlı olarak değişiyordu. Geminin dönüşlerinde ve batı bölgelerinde devamlı olarak kıblemizi değiştirmek zorundaydık. Sabah namazını geminin başına doğru kılarken öğle namazını sancak tarafına doğru kılmak zorunda kalıyorduk. Babam bize her namaz vakti kıblenin ne tarafta olduğunu söylüyordu. Namaz sayesinde haritalara sık sık bakmak ve coğrafya bilgimi geliştirmek imkânını buldum. Çünkü bulunduğumuz her yere göre kıble farklı açılarda idi. Türkiye’de İstanbul’da kıble 155 derecededir. Denizcilerin rüzgâr gülü dedikleri ve saat yönünde olarak 360 derecelik bir açı ile hesapladıkları bu sistem kıblenin de yönünü bulmaya yarar. Tunus’ta kıble 110, Cezayir ve İspanya’da yaklaşık 100 ve İtalya’da 130 derece idi. Yunanistan ve Türkiye birbirlerine yakın olduğu için kıble de yakındır. Fakat Türkiye’nin doğusunda kıble 155 derece değil tam güneyde yani 180 derecededir. Zaten rüzgâr yönleri belirtilirken güneyden esen rüzgâra kıble rüzgârları denilmektedir. Hazır yeri gelmiş iken rüzgâr gülü adı verilen yönleri anlatayım. Bu sayede hava durumlarını, meteorolojik tahminleri dinlerken rüzgârın hangi yönden eseceğini daha iyi anlamış olursunuz. Kuzey yani 000 dereceye; yıldız adı verilir. Sırası ile saat yönünde: 045 derecede yani kuzeydoğuya; poyraz, 090-doğuya; gündoğusu, 135-güney doğuya; keşişleme, 180-güneye; kıble, 225-güney batıya; lodos, 270- batıya; günbatısı, 315- kuzey batıya ise karayel adı verilir. İşte bizde kıblemizi önce keşişlemeye sonra da gündoğusuna doğru belirlemiştik. Gemide gemicilerin belirli bir çalışma saati vardı. Bu saatlere göre mesai yapılıyor ve istirahat ediliyordu. Yemek saatleri de tanzim edilmişti ve biz de bu saatlere uyuyorduk. Yemeğimizi ağabeyim getiriyor veranda adı verilen güvertede yiyorduk. Rüzgâr kuvvetli olduğunda masadaki yiyecekler uçuştuğu için yemeğimizi kaptan kamarasında yemeğe başladık. Annem ve babam vejetaryen yani et yemeyen insanlar olduğu için her yemeği yemiyorlardı. Fakat ben ve ağabeyim Allah’ın verdiği her nimeti afiyetle yedik. Gemi aşçısı bize sadece vejetaryen yemeklerden değil gemide pişen bütün yemeklerden veriyordu. Gemide yemek servisini ve temizlik işlerini yapan gemi adamına “kamarot” ismi verilir. Sağ olsun ağabeyim gemi kamarotunun işleri aksamasın diye bütün yolculuk boyunca yemekleri o taşıdı. Yani bize kamarotluk yaptı. Sadece bir defa merdivenlerden çıkarken tepsiyi devirdi hepsi o kadar. Hiç üşenmeden yolculuk boyunca bize hizmet etti. Bu sayede geminin kamarotu da bizim varlığımızdan dolayı fazla mesai yaparak yorulmamış oldu. Kısaca kimseye yük olmamış, kendi kendimize yeterli olmuştuk. Neyse şimdi yolculuğumuza geri dönelim. Tunus yolculuğumuz yaklaşık üç gün sürdü. Sırasıyla Marmara, Ege ve Akdeniz’de yol aldık. Bu esnada gece verandaya çıkıyor gecenin güzelliğini seyrediyorduk. Ya Rabbim, gerçekten de gece ve yıldızlar ne kadar güzel yaratılmışlar. Şehir ışıkları ve hava kirliliği adeta gözlerimizi kör etmiş. Hâlbuki muhteşem gökyüzü gündüz bir başka, gece bir başka güzelmiş. Hele hele gün doğarken ve akşam güneş batarken gökyüzü bir başka güzel oluyor. Rabbim her şeyi ne güzel yaratmış… Bu harika yolculuğumuz Cuma günü Tunus’a kadar devam etti. Tunus’a yaklaşınca hemen yanaşmayıp önce demir attık. Koskoca gemi bir demir çapası sayesinde yerinde duruyor, rüzgâr ve akıntı gemimizi bulunduğu noktadan uzaklaştıramıyordu. Birkaç saat sonra babam tekrar köprüüstüne çıktı. Demir alma zamanı gelmişti. Elindeki küçük telsizler ile baş üstündeki 2. Kaptana talimat veriyor, çapanın gemiye alınmasına kumanda ediyordu. Dikkatimi çeken bir husus şu oldu. Babam demir alırken “Vira Bismillah” diyordu. Yani besmele ile işe başlıyordu. Bu durum sadece babama has değil bütün Türk denizcilerine özgü bir şeydi. Muhafazakârlıkları ve geleneklerine bağlılığı ile tanınan denizciler işlerine daima besmele ile başlıyorlardı. Babam daha önce deniz subayı olduğu için donanma gemilerinde de aynı geleneğin devam ettiğini söyledi. Hatta silâh subayı iken atışlara “Bismillah salvo” diye başladığını bize övüne övüne anlattı. Denizaltıcılar da “Bismillah imha et” diye dalış emri verirlermiş. Kısaca söylemek gerekirse denizciler “Allah” adını dillerinden düşürmüyorlar. Ne mutlu… Her ne kadar bazı denizciler sefahat hastalığına bulaşmış ise de en sefihi dahi geleneklere uyar, köprüüstüne girer, çıkarken telsiz ve telefonla konuşurken daima “Allah selâmet versin” der, öyle söze başlarlar. Yeri gelmişken yüce Rabbimizden bütün denizcilere esenlikler getirmesini niyaz ediyorum… 3. BÖLÜM: MAĞRİP ÜLKELERİ, TUNUS VE CEZAYİR Gemimiz 28 Haziran Perşembe günü saat 17:30’da demir aldıktan sonra Tunus’lu kılavuz kaptanı almak için ilerledi. Üzerinde “pilot” yazan küçük bir tekne üzerimize yanaştı ve kaptanı gemimize bıraktı. Daha sonra gemimiz kıyıya yaklaşarak önce şamandıralar arasından geçti ve daha sonra dar bir su kanalına girdi. Bu esnada limanda büyük yolcu gemileri yanaşmış bizim gibi seyahat eden yolcuları gezdiriyorlardı. Tug boat dedikleri römorkörle birlikte gemimiz sahile yanaştı. Ben heyecanla sahile inip Tunus’un başşehri olan Tunus'a gitmeyi beklerken bu işin bir müddet sonra yapılacağını öğrendim. Çünkü önce liman evrak ve dokümanları imzalanacak, giriş işlemleri yapılacaktı. Bu sebeple gemimize on kişiye yakın Tunuslu görevli geldi. Birçoğu üniformalıydı ve asker kıyafeti taşıyorlardı. Gerekli evraklar imzalandı ve ilk iş olarak gemimizden konteynerlerin tahliyesi başlamış oldu. Bu arada bir arabanın bizi şehre götürmek üzere hazır olduğunu öğrendik. Ailemle birlikte Burgiba Limanı’ndan, Tunus şehrine gidecektik. Hayatımda ilk defa yurt dışına adım atıyordum ve bu ülke de Tunus’tu. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Tunus şehrine vardık. Taksiden indik ve şehri gezmeye başladık. Bankadan para bozdurarak küçük de olsa bazı hediyelik eşyalardan aldık. Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim Tunus'ta başörtüsü yasak falan değil. Aynı İstanbul’daki gibi isteyen insanlar başını örtüyor isteyenler ise açmış durumda. Kadınların çoğu örtülü desem yanlış olmaz her halde… Seyahate çıkmadan önce babam gideceğimiz ülke ve limanları bize söylemişti. Bu sebeple gideceğimiz ülkelerle ilgili bazı kitapları yanıma almış yolculuk boyunca hem bu ülkeleri tanımış hem de görme fırsatım olmuştu. Tunus, yüz yıllarca Osmanlı hakimiyetinde kalmış bir devletti. Fakat 19. yüzyılın sonunda Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve sömürülmeye başlanmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonunda bağımsızlığına kavuşmuştu, fakat ülkeyi yöneten diktatörler sebebi ile halkı bir türlü huzur bulamamıştı. Ünlü Türk denizcisi Barbaros Hızır Hayreddin Paşa ağabeyi Oruç Reis ile önce Tunus’a gelmiş, burasını Osmanlı devletine katmıştı. Fakat İspanyollar ile işbirliği yapan eski Tunus Sultanı, Haçlı ordusu ile birlikte hareket ederek Barbaros Kardeşleri Tunus’tan çıkarmıştı. Barbaros Kardeşler yanındaki Türk leventleri ile birlikte haçlılara yenilmiş, güç belâ daha önceden yerleştikleri küçük bir Cezayir şehri olan Şirşel’e gelmişlerdi. Burada yeniden güçlü bir Donanma kurarak İspanyollardan ve haçlılardan öçlerini almışlardı. Fakat Tunus’u fethetmek Turgut Reis’e nasip olmuştu. Yıllarca Barbaros kardeşlerin yanında leventlik ve kaptanlık yapan Turgut Reis, Osmanlı Donanması’nın başında Tunus’u yeniden fethetmiş buraya ve Libya’ya beylerbeyi olmuştu. Hızır Hayrettin Paşa, Turgut Reis için “benden yeğdir” yani denizciliği benden daha iyidir demiştir. Bu şanlı denizci 80 yaşlarında iken Malta seferine katılmış ve savaşta almış olduğu bir yara sebebiyle şehit düşmüştü. Kabri Libya’nın başşehri olan Trablusgarp ya da diğer bir adı ile Tripoli’de bulunmaktadır. Allah, rahmet eylesin. Tunus’ta hava karardıktan sonra bir taksi tutarak gemimize kadar geldik. Birkaç saat sonra da gemimiz limandan kalktı denizcilerin diliyle avara etti. Bu seferki yolculuğumuz Cezayir’e ve oranın başşehri olan Alger’e idi. Coğrafya atlaslarında Cezayir’e Algeria, başşehirleri Cezayir şehrine de Alger adı veriliyordu. Bir günlük deniz yolculuğundan sonra bu sefer Cezayir Limanı’na demirledik. Cezayir Limanı’nı Barbaros Kardeşler İspanyollardan ele geçirmişlerdi. Bu şehir önlerinde kurulu bir ada üzerindeki kaleye yerleşen İspanyollar şehri haraca boğmuşlardı. İspanya’da Müslüman ve Yahudilere yaptıkları eziyet yetmiyormuş gibi burada da halkı canından bezdirmişlerdi. Barbaros Kardeşler, İspanya’daki Müslümanları ve Yahudileri engizisyon mahkemelerinden kurtarmış, Kuzey Afrika sahillerine ve Osmanlı topraklarına getirmişlerdi. Tam 800 yıl büyük bir medeniyet kurmuş Endülüslü Müslümanlar, Hıristiyan olmadıkları takdirde diri diri ateşe atılıyor, hayatlarına son veriliyordu. Türk denizcileri sayesinde bir bölümü hayatlarını kurtarmıştı. Bu yüzden Cezayir halkı ile birlikte bu Müslümanlar Türkleri çok seviyorlardı. Barbaros Kardeşler, Leventlerle birlikte bir gece baskınla Cezayir açıklarındaki adaya çıktılar ve buradaki kaleyi ele geçirdiler. Yüzyıllardır süren İspanyol işgaline son vermişlerdi.
YARIN: ENDÜLÜS, ŞİMDİKİ ADIYLA İSPANYA |
25.06.2010 |