Hakan YALMAN |
|
Batılı düşünce ve Risâle-i Nur Enstitüsü |
Bir kaç yıl önce Risâle-i Nur Enstitüsü’nün organize ettiği seminerlerden birine, şu an Virginia Semineri dekanı olan Ian Markham misafir olmuş ve bir Hıristiyan teologu ile Bediüzzaman’ın ortak yönlerini ortaya koyan bir seminer vermişti. Bu seminer programına katılan gençlere: “Türkiye’de şu an Nurculuk hareketinin siyasî bir teşkilâtlanması yok, ancak daha ileri dönemlere yönelik iktidar düşüncesi olmalı. Aksi takdirde bu derece büyük bir yapılanmanın bir anlamı olmaz” demişti. Orada bulunan gençler Nurculuk hareketinin bir siyasî hareket olmadığını, bir iman hizmeti olduğunu ve hiçbir şekilde iktidar hedefinin olmadığını ifade ettiler. Markham: “Tamam ama bir siyasî güç olmaksızın toplumsal dönüşümü nasıl sağlayacaksınız, muhakkak daha sonrasına yönelik sizin ve Bediüzzaman’ın böyle bir hedefi olmalı. Şu an şartlar olgunlaşmadığı için bunu dile getirmemeniz çok doğal” diye karşılık verdi. Gençler yine böyle bir hedef ve beklenti olmadığını ifade edince bana döndü ve “Doğru mu?” diye sordu. Ben de böyle bir hedef olmadığını, hedefimizin yalnızca insanların imanlarını kurtarma ve güçlendirmeye yönelik olduğunu, iktidarın bizce kutsal bir tarafının olmadığını, idareciliğin herhangi bir meslekten farklı olarak algılanmadığını söyledim. Markham, bunun yazılı bir kaynağı olup olmadığını sorunca Münazarat’ta geçen kısmı okuyup İngilizce’ye tercüme ettim. Bu bakış açısının batılılar için çok yeni olduğunu, Münazarat’ın muhakkak İngilizce’ye çevrilmesi gerektiğini ifade etti. (Mücahit Bilici kardeşimizin bu konudaki çalışmasını duyunca çok mutlu oldum.) Bu; batılı bir bakış açısının, sebep-sonuç bağlantısı içinde algıladığı varlık tablosunda iktidarı ve toplumu şekillendirmeye atfettiği önemin ifadesi idi. Dünya hayatı insanları özünden uzaklaştırdıkça eşya üzerinde sebeplerin hâkim olduğu vehmi ön plana çıkıyor ve burada kaynaklanan güven duygusu kaybı fertleri strese ve gerginliğe sürüklüyor. Buna, ontolojik güvensizlik kaynaklı anksiyete diyebiliriz. Bu da günümüz insanının temel problemi ya da problemlerinin temel kaynağı olarak önümüze çıkıyor. Son dönemlerde ön plana çıkan ekonomik söylentiler karşısında insanların yaşadıkları kaygı ve endişe halleri de, bu durumun uzantısında ortaya çıkan kaygı ve endişe halleri de benzer bir psikoljik alt yapının uzantısında yaşanıyor olmalıdır. Bu, aslında batılı bir varlık algısının ruh dünyalarında yerleşmiş olması sonucu oluşan bir algı kırılması, varlığın Yaratan ile bağlantısının algı dünyalarında kopmasıdır. Doğu ve batı medeniyetlerini ayıran en önemli özelliklerden biri, batılı anlayışın daha maddî ve eşya eksenli bakışı nedeni ile sistemi ön planda tutuyor olmasıdır. Doğu medeniyetinin şekillendirdiği insan tipinde ise varlığa daha geniş bir bakış, her şeyi bir arada kuşatan bir anlayış, kadirşinaslık, feragat, fedakârlık gibi üstün hasletler gözlenmekle birlikte bunların beraberinde bir dağınıklık ve sistemsizlik hâli izlenmektedir. Zaman zaman ana kaynağında müspet ve iyi özelliklerden kaynaklanan tavırlar neticede yanlış mecralara sürüklenebilir ve günlük yaşantıda ferdin başını ağrıtacak sonuçlar doğurabilir. Meselâ karşılıklı güven çok iyidir ancak ticarette ve başka tür akitlerde senet yapmamak veya akdi yazılı hâle getirmemek fıtrî şeriata itaatsizliktir. İşleri karşılıklı anlayış halinde götürmek iyidir ancak oturtulmamış bir sistem içinde hatır ve gönül ilişkileri ile işleri yürütmek her türlü organizasyonda sıkıntılara yol açacak sonuçlar doğurabilir. Doğulu insan tipinde sevgi, saygı, muhabbet ön plandadır ve ticarî, siyasî, sosyal ilişkilerde bu münasebetler üzerine tesis edilmiş bir yaklaşım hâkim olur. Sistemin olmadığı yerlerde işleyişler kişiliklerden direkt etkilenecektir ve her kişiye göre değişen ve sürekliliği olmayan bir işleyiş hâkim olacaktır. Bu ise istibdatlara ve zulümlere kapı açan önemli problemlerdendir. Sistemlerini kurmuş topluluklar ve işleyişler zaman, mekân ve kişilerden etkilenmeksizin sürekliliklerini korurlar. Günümüzde maddî güç ve teknolojik açıdan bizden çok ileride olduklarını düşündüğümüz batılıların elde ettikleri başarılarda her işi sistemle belirli kurallarla yürütüyor olmanın büyük payı olmalıdır. Bugün İslâmı ya da hakiki insanlığı, insanlara anlatabilmenin en güzel yolu onun hayata, ruha hitap eden güzelliklerini yaşayarak ortaya koyabilmektir. “Canım!...”, “Evet ama!...”, “Öyle de!...” türünden başlangıçları olan cümlelerle doğrulukta oluşturulan eğilmeleri bir tarafa bırakıp tam inandığımız gibi yaşamamız şarttır. Yine varlık âleminde Kadir-i Zülcelâl’in eşyanın işleyişi tarzında koyduğu kanunlara riayet de bu tarz yaklaşımın diğer bir yönünü temsil etmektedir. Saygıdeğer, Yusuf Kaplan’a göre; Çin’de de olsa alınacak olan veya alınması tavsiye edilen ilim bağlamında Asr-ı Saadet’te Çin ile bugünün batısı benzer anlamları karşılamaktadırlar. Terakki yolunda kâinat kitabını iyi okumuş ve buradan elde ettiklerini sistematize etmiş batıyı bu yönlerden örnek olarak görmek ve onlarda işleyen sistemlerin kendi yitik malı olduğunu kabullenerek almak şarttır. Doğunun batıdan öğreneceği en iyi şey sistem ya da işlerde sistemin gerekliliğini idraktir. Bu İslâm inancı içinde yaşamaya çalışan ferdin günlük hayatında olduğu gibi ilâ-yı kelimetullah ve İslâm dâvâsının insanlara ulaştırılması konusunda da çok büyük önem arzetmaktedir. Şu an kâinat kitabı ile kelâmullah arasında, kâinat kitabının kelâmullah ışığında okunmamasından kaynaklanan bir kopukluk yaşanmaktadır. Oysa istikbalde hâkim olacak Kur’ân medeniyeti hakkıyla zuhur etmek için bu ikisi arasındaki ahengin sağlandığı zamanları beklemektedir. Varlık âleminin sırlarını açacak olan bütün varlık kelimelerini okumak ve bunun gerçek anlamına ulaşabilmek için Kur’ân’ın anahtarlığı ve şifre çözücülüğüne inanıp, sığınmaktır. Kâinat kitabının bilimler tarafından okunması ile varlık âleminin pek çok sırları açılmış ve maddenin kendi açılımı ile yalnızca maddî plandaki izahların yeterli olmadığı bir noktaya gelinmiştir. Yani maddeci anlayış ya da bilimin ilâhlaştırıldığı ekoller kendi kendilerini yok etmişlerdir. Bu noktadan sonra beklenen gelişme, bilimin içinden çıkamadığı ve tam anlamı ile aydınlatamadığı sırlara semâvî izahların ışık tutmasıdır. İstikbalde hüküm sürecek ise bütün semavi izahları içinde bulunduran Kur’ân olmalıdır. Bütün işaretler bu yönü göstermektedir. Kur’ân’ın yolunda olanlara düşen ise bir sistem dahilinde ve sistematize edilmiş tarzda Kur’ân hakikatlerini insanlığa anlatmaktır. Yani, kâinat kitabının verileri ile Kur’ân’ın verilerini buluşturmaktır. Bunu yaparken anlattıkları hakikate gerçek anlamda âyine olabilmek en önemli vazifeleri olarak algılanmalıdır. Bu maksatla İslâmiyetin doğruluğunu ve doğru İslâmiyeti Kur’ân medeniyeti adı altında insanlığa ulaştırmak her Müslümanın, daha geniş anlamı ile Allah’a inanan herkesin birinci ve en hayatî vazifesidir. Tam da gelinen noktada bu anlamda böyle bir fırsat yakalanmış olarak kabul etmek ve batının birikimleri ile doğunun eşyayı iki boyutlu algılayan, madde ve mânayı birlikte değerlendiren zenginliğinden kuşatıcı bir varlık algısına ulaşacak zeminler hazırlamak ve krizi fırsata dönüştürmek gerekiyor. Bu anlamda aklın nuru ile vicdanın ziyasından asrı nurlandıran hakikatlere ulaşmış olanların üzerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Alemlerin Rabbi’nin nazarları manaya çevirdiği şu dönemde ortaya çıkan münbit zemin bu sorumluluğu daha da artırmıştır. Bu noktada Risâle-i Nur Enstitüsü’nün dünya çapında bir kurum olması, sosyal alanda uluslararası planda sözüne itibar edilen ve gündem belirleyen bir konuma gelmesi aslî vazifelerimizden biri olmalıdır. Bunun da, etkili bir kurum oluşturmak, manevî ve fizikî altyapıyı güçlendirmek ile yakından ilişkili olduğu aşikârdır. Bu yönüyle mesele sadece camiâmızı değil, bütün İslâm âlemini ve hatta bütün insanlığı ilgilendirmektedir. 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |