M. Latif SALİHOĞLU |
|
Haklı ve yerinde tepkiler |
Yeni bir terör saldırısı sonucu, on bir vatan evlâdının taze bedeni daha toprağa düştü. Yaralıların sayısı ise daha fazla. Böylelikle, onlarca ocağa yeniden ateş düştü, gözyaşları sel olup aktı. Öncelikle, hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı, yaralılara da âcil şifâlar diliyoruz. Millet olarak, üzüntümüz, teessürümüz had safhada. Üzüntü ile halledebileceğimiz fazla birşey yok. Fakat, şu mübarek üç aylarda yapılacak halis duâların tesirsiz kalmayacağına inanmak durumundayız. İlâhî dergâha el açarak, başımızdaki şu terör belâsının bertaraf olması için, bol bol duâ edelim. Şüphesiz, kavlî duâların yanında, mutlaka yapılması gereken fiilî duâlar da var. Ama, öyle anlaşılıyor ki, bunlar yeterince yapılmıyor. Mes'ul mevkide olanlar, sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiyor. Tablo ortada... Saldırı sonrasında yapılan resmî açıklamalar, Meclis Başkanı Şahin dahil, hemen hiç kimseyi tatmin etmedi. Tepkiliere maruz kalan Şahin, haklı olarak Meclis'in denetim yetkisini hatırlatmak durumunda kaldı. Bu arada, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'in yapmış olduğu çıkışın da yerli yerinde olduğunu ifade edelim: "Evlâtlarımızı koruyamayanlar, çıkıp millete hesap vermeli." * * * Saldırı yapanlar ile saldırıya mâruz kalanlar arasında doğrudan bir irtibat yok. Ölenle öldüren, birbirini tanımıyor bile. Bu da göseriyor ki, ortada bir tetikçi taşeron ile onun arkasında duran gizli azmettiriciler var. Bunu ortaya çıkarmak ve tedbirini almak ise, devletin ve devlet birimlerinin vazifesi. Bu vazifenin, hakkıyla yerine getirilemediği anlaşılıyor. Vazifede kifâyetsiz olanlara, saldırılar karşısında hata ve ihmali bulunanlara, vatandaş olarak, millet olarak hesap sorma hakkına sahibiz. Bununla birlikte, sıkıntıların bertaraf olması için, Rabbimize yönelerek duâ ve niyazda bulunmak gibi bir mânevî vazifemizin olduğunu da unutmamak lâzım. Evet, yeniden şiddet kazanan belâlar gösteriyor ki, İlâhî dergâha el açarak duâ etmenin tam vaktidir.
Tarihin yorumu 22 Haziran 1941
Zeki siyasetçileri körleştiren hakikat
Türkiye, Almanya'nın üstünlüğüyle devam eden II. Dünya Savaşında "tarafsız" kalacağını resmî bir tebliğle ilân etti. (22 Haziran 1941) Bu ilânâtın yapıldığı aynı gün, "Barbarossa Harekâtı" Almanya–Rusya Savaşı başlamış bulunuyordu. Almanya, Rusya'yı bütünüyle istilâ etme kararlığı içinde görünüyordu. Bu tarihten tam tamına bir sene önce (22 Haziran 1940), Fransa Almanya'ya teslim olmuştu. Yani, 1 Eylül 1939'da başladığı kabul edilen II. Dünya Savaşının ilk yıllarında, bütün Avrupa'ya meydan okuyan Almanya kesin galip durumda gidiyordu. Bu galibiyetini, esasında savaşın son devresi olan 1945 yılı başlarına kadar da kısmen devam ettirdi. Ne var ki, Almanya'nın yanında görünen Japonya'nın ABD kuvvetlerine saldırması (Pearl Harbor) ve bu güçlü devletin de Rusya ve İngiltere'nin yanında Almanya'nın karşısına geçmesi, zaman içinde dengelerin değişmesine sebebiyet verdi. Türkiye ise, 6 yıl süren savaşın seyri içinde, kilit noktada bulunuyordu. İlk başlarda tarafsızlığını duyuran, adım adım İngiltere'ye taraf olan ve nihayet 1945 yılı başlarında Almanya'nın karşısında harbe iştirak ettiği kararını alan Türkiye, şayet ta başından beri Almanya'nın yanında yer almış olsaydı, gelişmelerin seyri çok daha farklı olacaktı. Savaşın ilk yıllarında, karşısındaki 8–10 ülkenin tamamına galebe çalan Almanya, eğer Türkiye gibi stratejik yönü ağır basan bir devleti yanına alabilseydi, kuvvetle muhtemeldir ki, hem kendisi galip gelecek, hem de Türkiye Birinci Dünya Savaşında kaybettiği topraklarının tamamını geri alabilecekti. Ne var ki, kader–i İlâhinin fetvâsı, hükmü başkaydı. Kader, Birinci Harpte mağlubiyetimize fetvâ verdiği gibi, İkinci Harpte de bizi vaktiyle mağlup eden kuvvetlerin yanında yer almamız yönünde hükmünü icra etti. Bu halin ise, bir mânevî sebebi ve hikmetli bir sırrı vardı. Bütün bu hikmetli sırların izâhını, Üstad Bediüzzaman, bir mektubunda şu şekilde ifade ediyor: "Yirmi sene evvel (1920'de) tabedilen Sünûhat risâlesinde, hakikatli bir rüyâda, âlem–i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suâle karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik (1940'lı yıllar) tezahür etmiştir. "O zaman (1920), o manevî meclis demiş ki: 'Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu (Birinci) harpte Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?' "Cevaben, Eski Said demiş ki: "Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı fedâ edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra (1918+7=1925) edildi. Ve medeniyet nâmıyla âlem–i İslam, hususan Haremeyn–i Şerifeyn gibi mevâki–i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet–i İlâhiyeyle onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetvâ verdi.' "Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, 'Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset–i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir sûrette ve zararlı bir yolu tercih etmek, (İsmet gibi) böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" diye suâl benden oldu. "Gelen cevap, mânevî cânipten geldi. Bana denildi ki: 'Sen, yirmi sene evvel mânevî suâle verdiğin cevap, senin bu suâline de aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi (Almanya tarafında yer alınsaydı), yine mimsiz medeniyet nâmına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem–i İslâma, mevki–i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslamın selâmeti için, bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler." (Kastamonu Lâhikası, s. 19/YAN, 1994.) 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |