M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kaderin adâleti ve zalimin zulmü |
Risâle–i Nur'da, belki iki yüzden fazla yerde "şahs–ı mânevî" tâbiri zikrediliyor. Bu tâbirle, ekseriyetle de şu mânâlar nazara veriliyor: * Zaman, şahs–ı vâhit zamanı değil; şahs–ı mânevî zamanıdır. * Şahıs, ne kadar kuvvetli olursa olsun, hatta yüz dâhî kuvvetinde bile olsa, eğer bir şahs–ı mânevî hüviyetine bürünemiyorsa, gün gelir bir hiç hükmüne geçebilir. * Küfür ve dalâlet, bu zamanda bir cereyan, bir şahs–ı mânevî sûretinde hükmünü icrâ ediyor. Buna mukabil, ehl–i imân da, bir şahs–ı mânevî olarak meydana çıkmalı ki, ona karşı durabilsin, dayanabilsin, galip gelebilsin. * Küfrün şahs–ı mânevîsine karşı şahs–ı vâhit ile çıkmak, mücadelede mağlubiyeti peşinen kabul etmek demektir. * Şahıs, bu zamanda her türlü tehlikeye mâruzdur: Vurulabilir, çürütülebilir, yanıltılabilir, yamultulabilir, yönlendirilebilir, nihayet öldürülebilir... Şahs–ı mânevî ise, çok daha metindir. Mezkûr tehlikelerden mahfuzdur. İlâhî rahmet ve inayet altındadır. * Şahıs fânîdir; şahs–ı mânevîye istinad eden dâvâ ise bâkidir. Bâki olan bir dâvâ, fânî omuzlara bina edilmemeli. * * * Bir başka husus da şudur: Şahsa bağlı olanlar, meftûn oldukları şahsın sözlerini tartmazlar, ölçüp–biçmezler; söylediklerini de, asla mihenge vurmazlar. Dahası, şahsın her türlü söz ve davranışında bir hikmet eseri ararlar. Bu da, haliyle bir kàbiliyet zaafına, bir düşünce tembelliğine yol açar. Evet, şahsa endeksli beyinler, genellikle "Biz bilemeyiz. O bilir. O, herşeyin en iyisini bilir, en doğrusunu yapar..." modunda bulunduğu için, belli bir sınırın ötesine geçemez. Dolayısıyla, fıtrî seyri içinde inkişâf edip gelişmez, gelişemez. Yarım kapasite çalışmaya âdeta mahkûm olur. Oysa, Cenâb–ı Hak, eşref–i mahlukat olarak yarattığı insanı, "zeminin halifesi" olabilecek bir kapasite ile donatmıştır. Yaratılışın bu noktadaki sırr–ı hikmetini bilen ve düşünen bir insan, ne kendini başkasından üstün görecek kadar böbürlenip tekebbür etmeli, ne de Allah'tan gayrısına kulluk edercesine itaat edip boyun eğmeli. Evet, insan olarak, bu dünyaya sadece ve sadece Allah'a boyun eğmek için geldiğimizin her daim şuurunda ve idrakinde bulunmalıyız. * * * Üstad Bediüzzaman gibi bir zirve şahsiyet bile "Benim fâni şahsıma bağlanmayın... Benim sözlerimi de mihenge vurmadan almayın..." dediğini çoğu kimse bilir. Buna rağmen onun risâlelerini okuyan kimselerin gidip fâni şahıslara hem de tutkulu şekilde bağlanması, dahası, onların sözlerini mihenge vurmadan doğru kabul edip kalbinin, yahut beyninin merkezine oturtmaya çalışması, size de çok tuhaf gelmiyor mu? İşte, böylesine tuhaf durumlara düşmüş bir–iki kişiden, İsrail'in yardım gemisine saldırısı ile ilgili geçen haftaki "Söze kınamakla başlanmalı" başlıklı yazımıza, aynı tuhaflıkta bir eleştiri geldi. Eleştiri sahipleri, İsrail vahşetini kınamayan, hatta neredeyse Türkiye'nin tavrını yanlış bulduğunu deklare edecek kadar aykırı giden bir meşhûr zâtın tavrına kılıf giydirmek kàbilinden birşeyler söylediler. Onlara göre, hadiseye şöyle bakmak gerekiyormuş: "Biriken hata ve günâhlarımız sebebiyle Birinci Dünya Savaşında mağlup düştüğümüze inandığımız gibi, şimdi de kendi hatamızın kurbanı olduğuna inanmamız daha doğru olur." Aman yâ Rabbi! Bir beyin, nasıl oluyor da, kaderin adâlet tecellisini, tutup zalimin zulmüne perde yapma, yahut gerekçe kılma yönünde çalışabiliyor? Evet, insanlar zulmeder; kader ise adâlet... Lâkin, kaderin adâleti, zalimin zulmünü görmezden gelmeyi asla icap ettirmez... İlâhî adâlet, bizi zalimlerin karşısına dikilmekten, onlarla mücadele etmekten hiçbir şekilde men' etmez. Bundan dolayıdır ki, kaderin hikmet ve adâlet tecellisini en güzel sûrette bizlere ders veren Üstad Bediüzzaman, vatanımızı işgal eden kâfir Ruslara ve gaddar İngilizlere karşı bütün mevcudiyetiyle mücadele etmiştir. Ezcümle: Keçe külâhlı talebeleriyle birlikte cepheden cepheye koşmuş, Rus mojikleri ve onlarla birlikte hareket eden Ermeni çetecilerine kan kusturmaya çalışmıştır. Talebelerinin çoğunu şehit vermiş, kendisi de yaralı halde esir düşmüştür. Keza, İstanbul'daki İngiliz işgaline karşı Hutûvât–ı Sitte isimli eseriyle mücadele etmiş; üstelik "Tükürün o ehl–i zulmün hayasız yüzüne" demekten geri durmamıştır. Onun "Yaşasın, zalimler için cehennem!" sözü ise, dillere destan olmuştur. Bu ise şu demektir: Her ne şekilde ve her ne pahasına olursa olsun, mü'min ve Müslümanlar olarak, zalime karşı olduğumuzu bir şekilde ifade ile tavrımızı izhar etmek durumundayız. Hiçbir gerekçe, bizi bu tavrımızdan, bu mücadelemizden alıkoyamaz, koymamalı. Demek ki, Müslüman olarak bazı hata ve günahlarımızın varlığı, zalimin zulmünü hiçbir şekilde hafifletmez, cezasını ortadan kaldırmaz; dahası, zalimle mücadele etme gerekçesini ortadan kaldırmaz.
Tarihin yorumu 16 Haziran 1950
Ezan, 18 yıllık hapisten kurtuldu
Tek parti diktatoryası döneminde 1932 senesinde yasaklanan Ezan–ı Muhammedî, 18 yıllık aradan sonra yeniden hürriyetine kavuştu. 16 Haziran 1950'de toplanan Meclis'in ana gündem maddesi, ezan üzerindeki yasağın kaldırılmasıydı. Memleketi ve Meclis'i öyle bir mânâ ve heyecan dalgası sarmıştı ki, konulan yasağı savunmaya kimsenin mecâli, takati kalmamıştı. Meclis Genel Kurulunun kararıyla, ezan yeniden serbest bırakıldı. 1932'de yasaklanan Muhammedî ezan, sadece hapishanelerde serbestçe okunabiliyordu. Dışarıda ise, yer yer cami içinde ve ancak gizlice okunabiliyordu. Bediüzzaman ve has talebeleri, ezan yasağına tâ başından beri hiç uymadılar ve Muhammedî ezanı hiç terk etmediler. 16.06.2010 E-Posta: [email protected] |