Saliha FERŞADOĞLU |
|
Kayıp yazılar |
Yağmurlu bir Haziran gecesinin sabaha varan ışıklarına az bir vakit kala, parmaklarım kısır bir döngüye takılmış; zihnime gelen onca tahayyül bir türlü kelimelere dönüşmüyor. Sadırdan satıra bir yol bulamıyorum; saatlerce munis bir ürpertiye kapılmış halde bilgisayarın soğuk, beyaz ekranına boş gözlerle bakarken, çoraklaşmış düşünce vadilerimde bir damla ilhama hasret bekliyorum. Kelimelerin yağmurunda sırılsıklam olmayı özlerken, akrep hızla yelkovanı kovalıyor; saniyeler dakikaları buluyor, derken saatleri… Geçen koca bir günün ardından, sancılarla kıvranan zihnim bir türlü doğumu gerçekleştiremiyor. Ha gayret diyorum, sık dişini, apaz daha çabala! Sadece nazlanıyor hepsi, kadir kıymet bilmek için yaptıkları bu gösteri. Birazdan bu küskünlük son bulacak ve yeniden mutlu mesut günlerimize döneceğiz. Niçin sustu kelimelerim? Bazı yazarlar belleğinde gittikçe fersudeleşen anları unutmak için; bazıları da unutmanın acısını azaltmak, inadına hatırlamak için yazarlar. Her birinin yazıya yüklediği mefhum farklıdır. Sait Faik harflere, kelimelere öylesine büyük anlamlar atfeder ki; yazmasam ölebilirdim, der. Onun bu itirafının altında karanlık dehlizlerde, ayaza vurarak kaybolup yitmek, dünyaya bir eser bırakamadan gitmek korkusu yatar. Bu yüzden ruhuna dokunan her bir düşünceyi özenle, insanın yüreğine bir dantel zarafetinde işleyerek anlatır “Haritada Bir Nokta” hikâyesinde. Her yazar gibi o da içindekileri döker, kendinden izler, sözler, ideler fısıldar okuyucusuna; masmavi bir denizin kızgın dalgaları arasında adada geçen günler, esnafla yaptığı sohbetler, kendi düşünce dünyasına uzanan kavramlarla bezeli sokaklar… Kaybettiklerinden bahseder, insanlık, cesaret, iyilik, saffet, alın teri... Her birini kazanmak için yapması gerekenleri anlatır uzun uzun. Sonra içindeki yazı yazmak arzusunu, kalkar kötü bir huy, habis bir fikir olarak değerlendirir. Yazmamak için direnir, kâğıdı kalemi bir kenara fırlatır. Ancak avuntusuz çaresizliğiyle boğulup giderken, yazının hayata eş değer olduğunun farkına varır bir anda. Akabinde o meşhur cümlesiyle dünyaya haykırır: Yazmasam ölebilirdim. Haydar Ergülen, yazı hatırlamaktır derken ne güzel söyler. O, yazının güzel işlerinden biri de unuttuğunu sananların, hatırlamakta güçlük çekenlerin yerine de anıları çağırmaktır diyerek bir yol bulur kendisine yüreğimizde. İşte tam bu noktada, günümüzde ortaya çıkan blog yazarların artışını buna bağlıyorum ben. Hiç tanımadığı, yüzlerini görmediği, seslerini işitmediği insanlara kendinden bir şeyler anlatmak, onları kendi hatıralarına ortak etmek, kelimelerin büyüsünde dolaştırıp, cümlelerden inşa ettiği saraylarda gezdirmek böyle bir duygunun sonucu olsa gerek. Ali Çolak da kendi sesini çınlatıp duracak sözcükleri olmasını arzuladığından bahseder bir yazısında. Sözcüklerden kurduğu dünyasında onlardan sevgililer icat ettiğini, mevsimler oluşturduğunu, sofralar donattığını anlatır. Adeta ruhunun fotoğrafını onlarda görürken, kalbinin atışlarını onlarda duyurduğunu dile getirirken ne kadar da samimidir. İşte bu yüzden kendisini “sözün büyülü bahçelerinde dolaşan bir hülya adamı” olarak nitelendirir. Her geçici şeyin bir sonu olduğu gibi yazmak fiilinin de başlangıcı, gelişimi ve sonu vardır. Yazarların çoğu dönem dönem duraklar, tıknefes oluverir, sersemleşir. Çünkü yorulmuş duvarların çatırdayışı gibidir yazmak. Yavaştan gelir; bîtap yüzünü ortaya koydukça tükenirsiniz. Bazen, oyun oynarken yere düşen çocuğun kanayan dizine benzer; dakikalarca durmaz kanaması. Bir an gelir; kelimelerin tutsaklığında tek bir söz, tek bir cümle yazamaz hale gelirsiniz. İşte o vakit; aslında ne kadar aciz, zayıf ve perma perişan olduğunuzu hissedersiniz. Hatasız, sehivsiz, galatsız, noksansız, ara vermeden, teklemeden yazmanın sadece Allah’a ait olduğunu anlarsınız. O Allah ki, nihayetsiz bir kudrete, her şeyi kuşatan bir ilme ve kâinatı idare edecek bir güce sahip… Küçücük incir çekirdeğine koca bir ağacın programını yerleştirmek ancak onun gibi mükemmel, sonsuz bir Zatın işi. Bin kitap yazmak, bir harf yazmak kadar O'na kolay gelir. Bir de benim halime bakın. Başucumda susan kelimelerim, buharlaşan cümlelerim, ortada kalıvermişim! 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (19.05.2010) - Geçmiş zaman olur ki (12.05.2010) - Acılar ve güller (21.04.2010) - Düşler diyarında (14.04.2010) - Gülerken ısırılmak (07.04.2010) - Cevabını arayan soru |