Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
İman edenlere düşmanlıkta insanların en şiddetlisi olarak, sen elbette Yahudileri ve Allah’a ortak koşanları bulacaksın. İman edenlere muhabbette en yakın kimseler olarak da, elbette “Biz Hıristiyanız” diyenleri bulacaksın.
Mâide Sûresi: 82 |
09.06.2010 |
Taştan daha camid ve katı kalpler Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyâde katılaşmıştır. "Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.” (Bakara Sûresi: 74.) Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese mâlûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bâzı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük meseleler sûretinde bahs ve beyânda ne mânâ var, ne münâsebet var, ne ihtiyaç var?” Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’ân’dan şöyle bir nükte ilham edildi: Evet, münâsebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münâsebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’ân’ın îcâz-ı mu’cizi ve lûtf-u irşâdıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcâz, hem hidâyet-i Kur’ân’ın bir nuru olan lûtf-u irşâd ve hüsn-ü ifham, iktizâ ediyorlar ki, Kur’ân’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumi düsturları, me’lûf ve cüz’î sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumi avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye, icmâlen gösterilsin. İşte bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle diyor: Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyâde katılaşmıştır. Zîrâ görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye, ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de; tahte’z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cedvelleri ve su damarları, kemâl-i hikmetle o taşlarda mukâvemet görmeyerek cereyan ediyor.Haşiye Hem havada nebâtât ve ağaçların dallarının suhuletle sûret-i intişârı gibi o derece suhuletle köklerin nâzik damarları, yer altındaki taşlarda mümânaat görmeyerek evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişâr ettiğini Kur’ân işaret ediyor ve geniş bir hakikati, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasâvetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor: Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasâvetle mukâvemet ediyor. Halbuki, o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla karanlıkta nâzik vazifelerini mükemmel ifâ ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi’l-hayata, âb-ı hayatla beraber sâir medâr-ı hayatlarına öyle bir hazînedarlık ediyor ve öyle bir adâletle taksimâta vesîledir ve öyle bir hikmetle tevzîâta vâsıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zîrâ toprak üstünde müşâhede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufât-ı İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acîb ve intizamca daha garip bir sûrette hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecellî ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlâhî olan o latîf sulara, o nâzik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukâvemetsiz ve kasâvetsizdir. Güyâ bir âşık gibi, o latîf ve güzellerin temâsıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor. HAŞİYE: Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâltarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyân etmek, ancak Kur’ân’a yakışır. İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile, taş dahi, toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deverân-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, suyun ve enhârın muntazam bir mîzan ile zuhur ve devamlarına hazînedarlık etmektir. Evet, taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat sûretinde delâil-i vahdâniyeti, zemin yüzüne yazıp serpiyor.
Sözler, s. 225-26 |
09.06.2010 |
Risâle-i Nur gözüyle namaz
“Namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir.” (Sözler, s. 41) Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “İslâmiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır”1 ifadesiyle “imanın gereği ve ubudiyetin hulâsası”2 olan namazın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Namazı, “kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet (bağ) ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmet ve Hâlık-ı Zülcelâl tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir dâvet”3 olarak tarif eden Üstad Bediüzzaman, namazı “kalplerde azamet-i İlâhiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisâl ettirmek için yegâne İlâhî bir vesile”4 olarak görmüştür. Namazın tarifinin yanı sıra, mânâsı ve mahiyetinin de üzerinde çok tafsilâtlı olarak duran Üstad Hazretleri, “Şükür nev’îlerinin en câmîi (kapsamlı) ve fihriste-i umumiyesi (genel özeti)”5; hem “bütün ibâdâtın envâını şâmil bir fihriste-i nuraniye ve bütün esnaf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine (ibadet çeşitlerine) işaret eden bir harita-i kudsiye”6 olarak nitelendirdiği namazın, insana “bu misafirhane-i dünyada aciz ve fakir kalbine kut ve gına (azık ve zenginlik) ve elbette bir menzili olan kabrinde gıda ve ziya ve her halde mahkemesi olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve Burak”7 olacağını da belirtmiştir. “Şu kâinattan maksad-ı a’lâ (yüce maksat), tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir”8 diyen Üstad Bediüzzaman, Cenâb-ı Hak’kın bizlere sunduğu küllî hadsiz nimetlere karşılık, bizden de küllî bir niyet ve hadsiz bir itikat istediğini belirtmektedir.9 Bu ise, namazda dercedilmiştir. Yani, “mahlûkata zabitlik eden ve hayvanata ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki eden insanın”10 “bir Kadir-i Zülcelâlin, bir Rahim-i Zülcemalin dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat etmesidir.”11 Namazda okunan mübarek kelimeler sayesinde her mü’min adeta küçük bir mi'rac yaşar. O yüzden, “her mü’minin namazı, onun bir nevî mi'racı hükmündedir ve o huzura lâyık kelimeler ise, Mi'rac-ı Ekber-i Muhammed Aleyhissalatu Vesselâm’da söylenen sözlerdir.”12 Namazla bize bahşedilen bu kudsî kelimeleri her namazda okumak ve zikretmekle, “o selâm-ı İlâhideki emir ve fermana bir imtisâldir. Hem ona (Peygamberimize asm) karşı biat etmektir. Ve her gün biatını, yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem Risâletini bir tebriktir. Hem, umum âlem-i İslâma her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.”13 Bu itibarla, “namazda söylediğimiz o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlâhiye terettüp eder.”14 “İnsan, şu kâinata geldikten sonra, iki cihet ile ubudiyeti var. Bir ciheti galibâne bir sûrette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var; diğeri hazırâne muhatabane sûretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır”15 diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu iki cihet ibadetin de namazda olduğunu izah ederken; “Bir nevî mi'rac hükmünde olan namaz ile mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyâttan tecerrüt edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete (kulluğun geniş, umumî ve büyük mertebesine) çıkıp, bir nevî huzura müşerref olup ‘İyyake na’büdü’ (Ancak sana kulluk ederiz) hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azimedir.”16 Yani insan namazla, gaibane ibadetten muhataba sûretindeki ibadete yükselerek, Cenâb-ı Hak’la karşılıklı konuşma ve muhatap olma şerefiyle şereflenmektedir. Ayrıca, “ruy-i zeminde mü’minler ve muvahhidindeki cemaat-ı uzma, umum mevcudat ve vücudumuzdaki bütün zerreler olarak üç büyük cemaati içine alan kapsamlı bir ibadetle müşerref olmaktadır.” 17 Son derece önemli ve üzerimize farz kılınan “Namazda lâzım olan tadil-i erkân, müdavemet ve muhafazadır.” 18 Yani, namazı usûlüne uygun, devamlı ve zamanında ve mümkünse cemaatle kılmak gibi şartlardır. Namazın cemaatle kılınmasının fazileti ve kazanımları üzerinde de duran Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Mü’minler ibadetlerinde, duâlarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab, cemaatten kazanıyor. Ve her bir fert, ötekilere duâcı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur; bilhassa Peygamber Aleyhissalatu Vesselâm’a. Ve keza her bir fert, arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallak-ı Kâinata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.” 19 Namazı zamanında ve cemaatle kılmanın fazileti ve kazanımlarından biri de; “Vaktin evvelinde (namaz vaktinin girdiği ilk anlarda), Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak menduptur ki (çok sevaplıdır), birbirine giren daireler gibi, Beytin (Kâbe’nin) etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyti ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmaya dâhil olsun ki, o cemaatın icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her dâvâya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.” 20 Bütün bu mânâlar ışığında; Cenab-ı Hak’kın marziyat-ı Rabbaniyesi (Allah’ın rıza dairesi) olan İslâmiyetin, başta namaz olarak, esasatını cin ve inse mi'rac hediyesi olarak getiren Resul-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ı dinleyip, Kur’ân’a kulak verip, enva-i ibadatın fihristesi (bütün ibadet çeşitlerinin listesi) olan namaz ile, insanlar birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs edip,21 şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebirinde, fariza-i ömürlerini (ömür borcu) ve vazife-i hayatlarını edâ edip, ahsen-i takvim suretini alarak, bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıkıp; yümn-i iman ve emn-i emanet (imanın bereketi ve kuvvetiyle emanetin güvende olması) ile mücehhez emin bir halife-i arz olur.” 22 Bu münasebetle, Cenâb-ı Hak her iki hayat levazımâtını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek sûretiyle, yirmi üç saati kısa ve fanî olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâkî ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki, dünyada paşa, ahirette geda (dilenci) olmasın.” 23 Her meselede olduğu gibi, namaz meselesinde de en güzel tarifi ve izahı Risâle-i Nur yoluyla Üstad Bediüzzaman Hazretleri yapmıştır. Risâle-i Nur’un dördüncü, dokuzuncu ve yirmi birinci sözleri bu konunun merkezi durumundadır. Sair risâlelere de serpiştirilen namaz ibadeti, muhataplar üzerinde büyük tesirler meydana getirmektedir. Sultanlar sultanından, şanlı Resûlüyle bize hediye olarak gönderilen ve yaratılışımızın asıl vazifesi, kulluğun esası ve kat’î borç olan; hakikî ebedî hayatımızın saadetine vesile olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmet olan namazı Risâle-i Nur’un gözüyle ve kazandırdığı şuur ile kılarak, Cenâb-ı Hak’ka tesbih ve tazim ve şükür borcumuzu mutlaka eda etmeliyiz. Ve bu sûretle bütün ömür sermayemizi âhirete mal edip, fani ömrümüzü bâkîleştirmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 226. 2- Sözler, s. 206. 3- İşaratü’l İ’caz, s. 76. 4- A.g.e. 76. 5- Mektubat 612. 6- Sözler 72. 7- A.g.e 428. 8- A.g.e. 417. 9- A.g.e. 580. 10- A.g.e 581. 11- A.g.e. 74. 12-Şuâlar 156. 13- Emirdağ Lâhikası 681. 14- Mesnevî-i Nuriye 134. 15- Sözler 526. 16- A.g.e. 324. 17- Mektubat 668. 18- İşaratü’l İ’caz 75. 19- Mesnevî-i Nuriye 376. 20- Mesnevî-i Nuriye 122. 21- Sözler 203. 22- A.g.e. 207. 23- A.g.e. 353.
AHMET DEMİRDÖĞMEZ |
09.06.2010 |