Saliha FERŞADOĞLU |
|
Kayıp yazılar |
Yağmurlu bir Haziran gecesinin sabaha varan ışıklarına az bir vakit kala, parmaklarım kısır bir döngüye takılmış; zihnime gelen onca tahayyül bir türlü kelimelere dönüşmüyor. Sadırdan satıra bir yol bulamıyorum; saatlerce munis bir ürpertiye kapılmış halde bilgisayarın soğuk, beyaz ekranına boş gözlerle bakarken, çoraklaşmış düşünce vadilerimde bir damla ilhama hasret bekliyorum. Kelimelerin yağmurunda sırılsıklam olmayı özlerken, akrep hızla yelkovanı kovalıyor; saniyeler dakikaları buluyor, derken saatleri… Geçen koca bir günün ardından, sancılarla kıvranan zihnim bir türlü doğumu gerçekleştiremiyor. Ha gayret diyorum, sık dişini, apaz daha çabala! Sadece nazlanıyor hepsi, kadir kıymet bilmek için yaptıkları bu gösteri. Birazdan bu küskünlük son bulacak ve yeniden mutlu mesut günlerimize döneceğiz. Niçin sustu kelimelerim? Bazı yazarlar belleğinde gittikçe fersudeleşen anları unutmak için; bazıları da unutmanın acısını azaltmak, inadına hatırlamak için yazarlar. Her birinin yazıya yüklediği mefhum farklıdır. Sait Faik harflere, kelimelere öylesine büyük anlamlar atfeder ki; yazmasam ölebilirdim, der. Onun bu itirafının altında karanlık dehlizlerde, ayaza vurarak kaybolup yitmek, dünyaya bir eser bırakamadan gitmek korkusu yatar. Bu yüzden ruhuna dokunan her bir düşünceyi özenle, insanın yüreğine bir dantel zarafetinde işleyerek anlatır “Haritada Bir Nokta” hikâyesinde. Her yazar gibi o da içindekileri döker, kendinden izler, sözler, ideler fısıldar okuyucusuna; masmavi bir denizin kızgın dalgaları arasında adada geçen günler, esnafla yaptığı sohbetler, kendi düşünce dünyasına uzanan kavramlarla bezeli sokaklar… Kaybettiklerinden bahseder, insanlık, cesaret, iyilik, saffet, alın teri... Her birini kazanmak için yapması gerekenleri anlatır uzun uzun. Sonra içindeki yazı yazmak arzusunu, kalkar kötü bir huy, habis bir fikir olarak değerlendirir. Yazmamak için direnir, kâğıdı kalemi bir kenara fırlatır. Ancak avuntusuz çaresizliğiyle boğulup giderken, yazının hayata eş değer olduğunun farkına varır bir anda. Akabinde o meşhur cümlesiyle dünyaya haykırır: Yazmasam ölebilirdim. Haydar Ergülen, yazı hatırlamaktır derken ne güzel söyler. O, yazının güzel işlerinden biri de unuttuğunu sananların, hatırlamakta güçlük çekenlerin yerine de anıları çağırmaktır diyerek bir yol bulur kendisine yüreğimizde. İşte tam bu noktada, günümüzde ortaya çıkan blog yazarların artışını buna bağlıyorum ben. Hiç tanımadığı, yüzlerini görmediği, seslerini işitmediği insanlara kendinden bir şeyler anlatmak, onları kendi hatıralarına ortak etmek, kelimelerin büyüsünde dolaştırıp, cümlelerden inşa ettiği saraylarda gezdirmek böyle bir duygunun sonucu olsa gerek. Ali Çolak da kendi sesini çınlatıp duracak sözcükleri olmasını arzuladığından bahseder bir yazısında. Sözcüklerden kurduğu dünyasında onlardan sevgililer icat ettiğini, mevsimler oluşturduğunu, sofralar donattığını anlatır. Adeta ruhunun fotoğrafını onlarda görürken, kalbinin atışlarını onlarda duyurduğunu dile getirirken ne kadar da samimidir. İşte bu yüzden kendisini “sözün büyülü bahçelerinde dolaşan bir hülya adamı” olarak nitelendirir. Her geçici şeyin bir sonu olduğu gibi yazmak fiilinin de başlangıcı, gelişimi ve sonu vardır. Yazarların çoğu dönem dönem duraklar, tıknefes oluverir, sersemleşir. Çünkü yorulmuş duvarların çatırdayışı gibidir yazmak. Yavaştan gelir; bîtap yüzünü ortaya koydukça tükenirsiniz. Bazen, oyun oynarken yere düşen çocuğun kanayan dizine benzer; dakikalarca durmaz kanaması. Bir an gelir; kelimelerin tutsaklığında tek bir söz, tek bir cümle yazamaz hale gelirsiniz. İşte o vakit; aslında ne kadar aciz, zayıf ve perma perişan olduğunuzu hissedersiniz. Hatasız, sehivsiz, galatsız, noksansız, ara vermeden, teklemeden yazmanın sadece Allah’a ait olduğunu anlarsınız. O Allah ki, nihayetsiz bir kudrete, her şeyi kuşatan bir ilme ve kâinatı idare edecek bir güce sahip… Küçücük incir çekirdeğine koca bir ağacın programını yerleştirmek ancak onun gibi mükemmel, sonsuz bir Zatın işi. Bin kitap yazmak, bir harf yazmak kadar O'na kolay gelir. Bir de benim halime bakın. Başucumda susan kelimelerim, buharlaşan cümlelerim, ortada kalıvermişim! 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Çocuk ve televizyon |
Modern zamanın insanları için hayat hem kolay, hem de çok zor. İşlerimizi kolaylaştıran, çabuklaştıran birçok teknolojiye sahibiz. Uzun mesafeleri kısa zamanda alabiliyoruz, dünyadaki yaşananlardan anında haberimiz oluyor. Ama bütün bu kolaylıklar yanında bir filtreleme sorunu da yaşıyoruz. Zihnimize sayısız bilgi akışı olurken bunların çoğunu eleyemiyoruz. Biz fark etmeden gereksiz ve zararlı birçok bilgi, bilinçaltımızın derinliklerine yerleşiyor. Bu kirlenmeden en çok nasibini alan da çocuklarımız oluyor. Sokağa çıkamayan, bahçede arkadaşlarıyla oynama imkânına sahip olamayan çocuklar için, maalesef tek zaman geçirme ve eğlenme aracı televizyon oluyor. Kendi işlerimizi yaparken, özellikle ayak altında dolaşmalarındansa oturup televizyon seyretmeleri daha kolayımıza geliyor. Daha az hareket ediyor olmaları, gürültü yapmamaları da işin cazip taraflarını arttırıyor. Son yıllarda sadece çocuklara özel çizgi film kanallarının açılmasıyla, televizyona bağımlılıkları da gitgide arttı. Bazı çizgi filmleri kaçırdığı için okula gitmek istemeyen çocuklara bile rastlamaktayız. Televizyonun zararlı etkileri en çok 0-3 yaş çocuklarında görülmektedir. Doğumla birlikte beyindeki gelişim süreci özellikle ilk yıllarda daha fazla olmaktadır. Çocuğun her duyduğu, dokunduğu ve gördüğü şeylerle birlikte beynindeki sinirsel bağlantıların sayısı da artmaktadır. Bu dönemde kendisiyle konuşulan, agucuklarına cevap verilen, anne babasının ve çevresindekilerin mimiklerine şahit olan bebekler daha erken konuşur, daha sosyal ve özgüvenli bireyler olurlar. Özellikle bu yaşlarda televizyonla fazla muhatap olmak en çok da onların dil gelişimlerine zarar verir. Günümüzde geç konuşan çocukların sayısı oldukça arttı. Konuşmadaki gecikmeyle beraber, sosyal gelişimde de aksamalar görülmektedir. Tv karşısında bırakılan bebeklerde otizm değil, fakat otizme benzer belirtiler gözlenmeye başlandı. Bunlar arasında göz teması kuramama, konuşmada gecikme, ilişki ve iletişim problemleri, insanlardan çok objelerle ilişki kurma, ilgi ve dikkat problemleri tesbit edilmiştir. Televizyon karşısında çocuk tek yönlü bir iletişime tabi olur. Yani sadece alıcı durumundadır. Karşılıklı bir iletişim söz konusu olmadığı için zamanla çocuğu donuklaştırır, dikkatinde yavaşlama ve dağınıklığa sebep olur. Günümüzde çocuk psikiyatrisine yapılan başvuruların büyük bir oranı dikkat problemleri, aşırı hareketlilik ve öğrenme güçlükleri üzerine olmaktadır. Televizyon ekranında dakikada binlerce kareye muhatap olan çocuk için hayatın ritmi yavaş ve sıkıcı gelmektedir. Bu da dikkatini belli bir konu üzerinde yoğunlaştıramama, dersi dinleyememe gibi sonuçlar doğurmaktadır. Psikolojik gelişim ve kişilik oluşumu açısından bakıldığında da çocukların seyrettikleri materyallerin bir çoğu, onların yaşının üstünde bilgiyle doldurulmuş olarak sunulmaktadır. Okul öncesi çağlarda ergenlik dönemine ait bilgilere şahit olan çocuklar, çocukluk denen dönemi doyasıya ve sağlıklı bir şekilde geçiremiyorlar. Bir dönem yaşanmadan atlanmış oluyor. Bu sebeple, televizyonun özellikle 0-3 yaşta mümkünse hiç seyrettirilmemesi, sonraki yıllarda ise daha kısa zaman dilimlerinde ve kontrollü bir şekilde seyretmeleri onların ruhsal ve zihinsel sağlıkları açısından oldukça önemlidir. Bunu yaparken aynı zamanda kendimizin televizyonla ilişkisini de gözden geçirmemiz gerekecek... 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Siyaset, sonuç alma san'atıdır |
Siyaset; yönetme ve sonuç alma san'atıdır. Toplum ve devletin yönetilebilmesi, ince bir diplomasi ve siyaset san'atını gerektirir. Şu halde siyaset; çıkar vasıtası değil, hizmet ve sonuç alma san'atıdır. Profesörün biri, emekli olmuş. “Artık dinleneyim” diyerek köyden bir arsa satın alıp, bahçeli bir ev yaptırmış ve kalan ömrünü burada huzûr ile geçirmeye niyetlenmiş. Yeni evinde kaldığının ilk günü, köyün çobanı, koyunlarının çan sesleriyle, “dehhh, düüüh, düüüürt” sesleriyle birlikte evinin yanından geçer, onu rahatsız eder. “Buradan geçme!” dese olmaz. Çobanı çağırarak şöyle bir siyaset uygular: “Bak Çoban Efendi, senin geçtiğin bu saatlerde, hattâ mümkünse daha erken uyanmam lâzım. Sen koyunlarınla geçerken daha da büyük gürültü yap. Her gün şu mağaraya hizmetinin karşılığı 2.5 lira koyacağım, oradan geçerken alırsın...” Çoban mutlu olur, her gün geçer, gürültüsünü yapar ve parasını alır; gider. Bir hafta sonra parayı keser profesör! Çoban birinci, ikinci günler “Belki unuttu!” diyerek tekrar geçer ve üçüncü gün de bulamayınca: “Ben bu kadar zahmet ve sıkıntı çekeyim, seni uyandırayım, sen parayı verme. Bir daha buradan geçersem...” *** Korsan ve haydut İsrail’in vahşetine gelince: İktidar bu olayda yeterli düzeyde tepki veremedi. Bir kere İsrail, iktidarı tanımadığını, tepkisinden korkmadığını, çekinmediğini gösteriyor! Üstelik pişkinliğini sürdürüp özür bile dilemiyor! Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin, İsrail’e karşı nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini, SP Genel Başkan’ı Numan Kurtulmuş şöyle özetlemiş: “İsrail’e karşı hükümet ciddî bir şekilde diplomatik güç oluşturmalıdır. 1967’den bu yana İsrail’in en büyük gücü, karşısında diplomatik gücü olmamasıdır. İsrail Büyükelçisi ‘istenmeyen adam’ ilân edilmeli ve Tel Aviv’e geri gönderilmelidir. İsveç, Yunanistan bizden önce büyükelçilerini geri çekti. Asla hissi konuşmuyorum. Eğer istenmeyen adam ilân edilmezse, Türkiye’nin itibarı zarar görür. Mavi Marmara gemisine saldırı emri verenler, Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesine çıkarılmalı ve bu konuda hazırlık yapılmalıdır. İsrail’in delilleri karartması mümkündür. Delillerin karartılmaması için gemimizin üçüncü bir limana gitmesi sağlanmalıdır. Askerî ve ticarî ilişkiler askıya alınmalıdır. Uluslar arası örgütlerden ödül alan hükümet yetkilileri ve diğer siyasî parti temsilcileri, ödüllerini iade etmelidir.” Siyaset, sadece gürleme değil, sonuç alma san'atıdır... 09.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Feyizli okumalar |
Bazılarının "tatil dönemi" dediği yaz mevsimine girilmesiyle birlikte, feyiz ve bereket yüklü "okuma programları" da başlamış oldu. Yer yer bizim de iştirak ettiğimiz bu programlar, genellikle hayır kurumları, izci grupları, öğrenci platformları, gençlik ve spor dernekleri gibi gönüllü teşekküller tarafından organize ediliyor. Şahsen, büyük ölçüde istifade ettiğimi, ruhumu, iç dünyamı ferahlatan mânâlarla feyizyâb olduğumu söyleyebilirim. Haliyle, bu gibi programlarda önem kazanan can alıcı nokta şudur: Bu okuma programları, acaba nasıl bir plânlama yapılarak, nasıl bir uygulama tarzı takip edilerek, en verimli, en semeredar bir hale getirilebilir? Evet, bu noktanın izahını ve bu suâlin cevabını bulmak, esasında bu tür hizmetlerle alâkalı hemen herkesin en büyük dileği, temennisi, hatta gayesidir, denilebilir. İşte, biz de müteakip yazılarımızda, bu âlî maksada ve bu ulvî gayeye mâtuf noktalara değinmek arzusundayız. Sizlerin de yardımı, desteği ve katkılarıyla, inşaallah, ideal mânâdaki okuma programlarının nasıl olması gerektiği hakkında, detaylı ve etraflıca mâlumat toplamaya ve bunları burada yine sizlerle paylaşmak fikrindeyiz. Tevfik–i İlâhiye refikimiz, inâyet–i Rabbâniye üzerimizde olsun.
Söze kınamakla başlanır
Mâsumlara karşı bir haksızlık yapıldığında... Bir şiddet uygulandığında... Bir zulüm işlendiğinde... Bir gaddarlık sergilendiğinde... Hele hele mâsum kanı akıtıldığında... Söze, öncelikle o haksızlığı kınamakla başlanır. O şiddeti reddetmekle, o zulmü lânetlemekle söz başlanır. Başka türlü söz nâfile olur. Başka türlü lâf, zillet ifadesi hükmüne geçer. * * * Gazze'ye insanî yardım yükü götüren filoya karşı İsrail kuvvetlerinin sergilemiş olduğu vahşet tablosu var gündemde. Bazıları lâfı eğip bükerek, konuyu başka tarafa çekiyor. Meselenin elbette ki, değişik yönleri vardır. Kimin ne kadar haklı, ne kadar haksız olduğu hususu da elbette ki konuşulur, tartışılır. Ama bunlar, sonraki işler; hatta devletlerin, hükümetlerin müdahil olacağı, olması gereken başka meseleler. * * * Burada nazara vermek istediğimiz asıl mesele şu: Herkes için birinci konu ve öncelikli madde, yapılan zulmü kınamak, sergilenen vahşeti lânetlemektir. Evet, insanî meziyet ve bilhassa dinî izzet, İslâmî hamiyet, bunu iktiza eder, böyle davranmayı gerektirir. Efendim, şöyle yapılmalıydı da, böyle yapılmalıydı da, falan filân... Bir dakika lütfen! Böyle konuşacaksan şayet, seni dinlemiyorum. Konuya böyle gireceksen eğer, sesini duymak dahi istemiyorum. Önce, tükür şu ehl–i zulmün hayasız yüzüne; sonra başka şeyler konuş. Görmüyor musun ki, ortada bir zalimlik var, bir zorbalık var. Görmüyor musun ki, ortalık kan revân olmuş. Denizin ortasında onlarca mâsumun kanı akıtılmış. Adeta bir katliâm yapılmış. Gönüllü sivil kimselere karşı, gaddarlıkta sınır tanımayan bir muamele sergilenmiş. Muhtaçlara gidecek olan insanî yardımlar, en katı bir tavırla engellenmiş. Vesâire... Bütün bunları görmüyor musun? Bütün dünyanın gördüğü bu vahşet tablosunu, sen niye görmüyorsun, görüp de lânetlemiyorsun da, zillet kokusu işmam eden tevillere sapıyorsun? İşlenen zulüm, tevil götürmez. Sergilenen zorbalık, başta türlü sözleri kaldırmaz. Hiç olmazsa şimdilik kaldırmaz. Söylenecek başka sözlere, kınama safhasından sonra, hatta çok daha sonra sıra gelir. Demek ki, zulümde ve zorbalıkta zaten sabıkalı olan bir korsan kuvvetin müdahalesini özellikle ve öncelikle kınamak gerek, lânetlemek gerek. (NOT: Yeni Asya, tâ ilk günden itibaren, hem manşet haberi, hem de köşe yazılarıyla bu izzetli tavrı sergilediği halde, ne yazık birileri bunu görememiş de, nazarı başka bir noktaya takılıp kalmış, tutup onu kalemine dolamış.) Hülâsa: Haksızlık karşısında susmamalı. Zulmü kınamadan başka konuya girmemeli. "Besmele"yi, "Euzu"den evvel çekmemeli... Değil mi kardeşim?
Tarihin yorumu 9 Haziran 1950
Menderes, DP Genel Başkanı
Yaklaşık 4,5 senedir liderliğini Celal Bayar'ın yapmış olduğu Demokrat Partinin (DP) Genel Başkanlığına Adnan Menderes getirildi. (9 Haziran 1950) Bayar, DP Meclis grubunun oylarıyla 22 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı seçilmesi dolayısıyla, partideki görevinden ayrılmıştı. Aynı gün Başbakanlık makamına getirilen Menderes, DP Genel Başkanlık görevini vekâleten yürütüyordu. 9 Haziran'da ise, bu vazifeye asâleten seçilmiş oldu. Menderes, tam on sene müddetle DP'nin Genel Başkanlığı makamında bulundu. Bu göreviyle birlikte, tam da Başbakanlığının 10. yılında, bir askerî cuntanın yapmış olduğu vahşîyane bir darbe sonucu, bu her iki görevinden de mahrûm edilmiş oldu. 27 Mayıs (1960) Darbesinin sebebiyet verdiği maddî–mânevî tahribat, saymakla bitecek gibi değil. 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Isparta’dan Gazze gönüllere |
Bursa ay ışığı ile sabaha merhaba derken, belki de Gazze’de güneş doğmuştu, bizse gül diyarına, nur diyarına yolculuğa çıkmıştık. Yol boyunca sabahın dirilişine yağmur eşliğinde şahitlik etmek, doyumsuz tefekkür zevki veriyordu. Gün doğarken iman tefekkürle tazeleniyor, zikirle ziyadeleşiyordu. Rabbânî mektupları harfî okumak doğumdur, diriliştir, tazelenmektir. Çam yapraklarında tutunan yağmur huzmeleri, kayan bulutlar, renk renk bakan çiçekler, aşk diye öten bülbül, maşuk gül nasıl bir mektupsa; Gazze de okunmak için gönderilmiş bir mektuptur. Cemal ve Celâl mektuplarını birlikte okuma dengesini bize öğreten Kur’ânî tefsir Nur Risâle’leri ve onun müellifi, bize her şeyden, her bir şeyden hikmet dersler çıkarmamızı öğretiyor. Kâinat koskocaman bir kitap; tefekkür zevkine bir vardın mı, zikir coşkusuna bir kapıldın mı hikmet aşkı sarıverir benliğini, dünya avuçlarının içinde döner, ayaklarının altında gezinir. Dünya yolcu, kâinat yolcu, aziz misafir insan da yolcu ve biz de yolcuyuz; Bursa’dan Isparta’ya… Ulu çınar, ulu çınarla yan yana Ulu Cami, fıskiyelerden fışkıran su sesi, tatlı ve serin esen rüzgâr, güller ve de güller; renk renk, rayiha rayiha… Bulutların gölgesi altında, geniş meydanda gezinen nurânî insanlar; sarılıyorlar, tebessüm ediyorlar, muhabbet konuşuyorlar, birbirlerine nuraniyet, sirayet ve in’ikâs ettiriyorlar. Barla’da koca çınarda tek başına duran adam, Ulu Camileri, meydanları dolduran binler, milyonlar adama dönüşmüş. Nasıl sevinilmez, nasıl sekîne solunmaz, nasıl muhabbetli uhuvvetle bir daha, bir daha sarılınmaz. Evet Üstadım, rüzgâr şahit, bulut şahit, çınarlar şahit, su şahit, gül şahit, gök şahitti muhabbetimize. Hani demiştin ya talebelerine, sizin yazdığınız Risâleler sadaka hükmüne geçti, bu vatanı komünizmden korudu, 2. Dünya Savaşına girmemizi engelledi. Duâlarımız ve himmetinizle, burada Allah için, kâinatın nuru Peygamberimiz (asm) için toplanmamız sadaka hükmüne geçer de, başta Gazze olmak üzere, Irak, Afganistan, Pakistan ve diğer bölgelerde yaşayan Müslüman kardeşlerimize maddî ve manevî fütuhat olarak yansır. Biz manevî cihatla mükellefiz değil mi Üstadım. Isparta sokakları, Bursa sokakları, Kütahya sokakları, Hakkâri ve Edirne sokakları, Bağdat, Kabil de ve de diğer bütün şehirler de abluka altında değil mi? Öyle bir abluka ki ebediyete kasteden, sonsuz saadeti kazandıran imanı mahvetmek isteyen bir abluka ve işgal, en tehlikelisi de bu değil mi? Gazze’leşmiş gönüller yardım bekliyor, destek bekliyor, himmet bekliyor, gayret bekliyor, çalışmak bekliyor, muhabbet bekliyor, uhuvvet bekliyor. Kaç gemi ile kaç tayyare ile gidilmeli o gönül diyarına, akıl memleketine, ruh vatanına? İhtiyaç o kadar şiddetli ki; latifeleri aç, akıl gıdasız, kalp susuz. Rahman’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed-i Arabî (asm) başta olmak üzere, bütün İslâm büyükleri, Bediüzzaman Said Nursî, Nur Talebeleri ve bütün Müslümanlar için okutulan Isparta Mevlidi, Gazze’leştirilmek istenen gönüllerden düşmana kuvvetli bir füze atışıydı, yok edici nükleer nur bombardımanıydı İnşâallah. Son bir selâm sözü Üstadım: Barla’daki yediğimiz kirazın tadı neydi öyle? Nasıl bir tat, nasıl bir lezzet… Şifa niyetine… İnşâallah okuduğumuz her Risâle de kiraz tadında lezzet ve şifa verir. Barla’dan Bursa’ya dönüş; bedenler yorgun, yürekler dingin, lâtifeler diri. Yol boyunca rahmet yağmurları eşlik ediyor bize, vardığımızda da öyle. Bahar bitti, yaz geliyor; Gazze’de ve Gazze gönüllerde gündüzde güneş, gecede ay aydınlatacak, yeryüzünün fethini gece ve gündüz göreceğiz İnşâallah. 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Asyalı liderlerin İstanbul zirvesi biterken |
Asya’nın on dokuz lideri İstanbul’da toplandı. Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı vesilesiyle bir araya gelen liderler Asya’nın sorunlarını tartıştılar. Bu arada güzel ikili görüşmeler gerçekleştirildi. Türkiye için en önemli gelişmelerden birisi Azerbaycan ile yapılan doğal gaz anlaşması oldu. Eskiye göre daha yüksek fiyattan da olsa, doğal gaz temin edilmesi, Türkiye’nin Nabucco projesindeki yerini sağlamlaştırması açısından önemliydi. Ayrıca Türkiye bu toplantıda Konferansın dönem başkanlığını üstleniyor. Bu toplantının zamanlaması, Gazze konvoyu saldırısı ile dünya gündemine oturan Türkiye açısından önemliydi. Dünya kamuoyu on dokuz ülke liderini ülkesinde toplayan, bölgesinin liderliğinde önemli adımlar atan bir ülke gördü karşısında. 2002 yılında Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in önerisi ile kurulan CICA (Conference on Interaction and Confidence Building Measures in Asia), Asya ülkeleri arasında işbirliğinin arttırılması yoluyla, barış, güvenlik ve istikrarın geliştirilmesini ve üye devletler arasında güven arttırıcı tedbirler alınmasını amaçlıyor. Türkiye’nin dönem başkanlığında bu platform, özellikle Pakistan-Hindistan anlaşmazlığının çözümü, Afganistan sorununun çözümü, üyeler arasında karşılıklı ekonomik, kültürel ve siyasal ilişkileri geliştirici projelerin uygulanması için kullanılabilir. Özellikle de Batılı ülkelerin cirit attığı, Asyalı görünümlü Batı şirketlerinin ekonomiyi kontrol ettiği yıldızı parlayan Asya ülkelerinin, kendi içlerindeki işbirliği ve dayanışma yoluyla, ayrı bir güç oluşturması yönünde gayret gösterilmesi yararlı olacaktır. Ayrıca Asya’da hem kendi içlerinde, hem de dışarıya karşı güvenlik konularında birlikte hareketi ve sorunların çözülmesini sağlayabilecek, sınır aşan suçlarda istihbarat ve operasyonel işbirliğine imkân verecek, bölgedeki çatışmalarda barış gücü rolü de oynayabilecek, NATO benzeri bir güvenlik yapılanmasının ilk adımlarına Türkiye’nin öncülük etmesi sağlanabilir. Hindistan ve Pakistan ile Kuzey Kore’nin nükleer silâhlanmasının durdurulması, Asya’nın dünyanın uyuşturucu ve insan kaçakçılığı fabrikası olmaktan çıkarılması, tabiî afetler ve yoksulluk gibi temel sorunların çözümünde bölge içi işbirliğinin sağlanması, CİCA’nın bundan sonra katkıda bulunabileceği önemli alanlardır. Peki, CICA üyeleri böyle bir işbirliğine sıcak bakar mı? Şu anki haliyle büyük adımlar atılmasına imkân verecek bir hava maalesef bulunmamaktadır. Rusya, bölgede ABD ile güç kavgası yapıyor; Pakistan-Hindistan gerginliği bir türlü bitmiyor. Afganistan savaşı Pakistan’ı da yakarak ve derinleşerek sürüyor. Çin, dizginleri elinde olmayan bir devin üzerinde dengede durmaya çalışıyor. İran, Azerbaycan, Kazakistan kendilerine özgü sorunlarla savaşıyor. Hepsinden önemlisi de üyeler arasında ortak bir güven havası doğuracak atmosfer oluşmuş değil. Ama bütün bunlar aşılamaz sorunlar değildir. Türkiye, bölgesinde Rusya, Suriye, İran ve Türkî cumhuriyetlerle kurduğu dengeli ilişkileriyle, katalizör görevini üstlenebilir. Ayrıca Konferansa üye olmayan Asya ülkelerinin de katılımı, bölgedeki diğer benzeri platformlarla birlikte çalışma imkânlarının araştırılması önemli adımlar olacaktır. Konferansın dönem başkanlığının ülkemize ve Asya’ya hayırlı olmasını diliyor, CICA’nın önümüzdeki dönemde gerçek bir bölgesel unsur olarak ortaya çıkmasını temenni ediyoruz. 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Bu mu “başarılı diplomasi”? (3) |
Anlaşılan o ki AKP hükûmeti İsrail’le ilişkilerde ikiyüzlü ve çelişkili bir politika izliyor. Başbakan’dan Dışişleri Bakanı’na kadar hükûmet ve iktidar partisi sözcüleri, bir yandan İsrail’e esip gürlüyor, her türlü tel’inde bulunuyor; diğer yandan Filistin’in ve bütün İslâm dünyasının bütün itirazlarına rağmen İsrail’in OECD’ye girmesini resmen onaylıyor… BM’den bir “kınama kararı” çıkartamayan hükûmet, bizzat Dişişleri Bakanı’nın ifâdesiyle tıpkı “alçak koltuk” gibi çıtayı alçaltıyor; İsrail’le ilişkilerin düzelmesini, askerî anlaşmalar bu ülkenin “BM komisyonu”nu kabulüne bağlıyor. Türkiye’nin dokuz vatandaşını katleden, yüzlerce vatandaşını tutuklayıp işkenceye tabi tutan İsrail saldırısının hesabını sormayı yine İsrail’in tutumuna endeksliyor. Ve üzerinden bir hafta geçtiği halde Ankara hâlâ uluslar arası zeminde nerede dâvâ açacağını kararlaştıramamış. “Komisyon”la oyalanıyor… Bizzat Başbakan’ın tâlimatıyla, Meclis’i bir ay meşgul ederek Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin temizlenmesini, İsrailli firmaların başını çektiği ecnebi şirketlere 49 yıllığına ihâle edip kiralatmada AKP hükûmeti, İsrail’le üç askerî tatbikat ertelenmesi dışında bir şey yapmış değil. Peki, Filistinlileri ve Türk vatandaşlarını katleden İsrail ordusunu-pilotlarını eğiten diğer askerî eğitim işbirliği anlaşmaları ne yapılacak? Meselâ, Konya’daki “Türkiye-İsrail müşterek füze geliştirilmesi”nin akıbeti ne olacak?
GEÇERLİLİĞİ OLMAYAN SÖYLEMLER… Kimsenin hükûmetten İsrail’e savaş açmasını beklemiyor. Ancak millet, göstermelik bir iki tatbikatı ve anlaşmayı askıya almayı değil, İsrail’le en azından askerî ve savunma sanayii anlaşmalarını iptal etmesini bekliyor… Belli ki Ankara, AKP iktidarında onca stratejik işbirliği anlaşması imzaladığı İsrail’le ilişkileri koparmaya pek niyeti yok. Bundandır ki Başbakan ve bakanları, hiçbir geçerliliği olmayan söylemlerle, kuru kınamalarla kalmakta… İsrail ise özür dilemek bir yana, arkasına ABD’yi alarak Gazze’yi abluka altında tutma hakkı olduğunu ve kimseyi yanaştırmayacağını ilân etmekte. Netanyahu, “Ablukanın kırılması halinde Gazze’nin bir İran limanına döneceği”ni öne sürmekte… Saldırının akabinde, Devlet Bakanı Bağış’a, “Yapılanların izâhı yok; Türkiye’ye ve kardeşim Tayyib’e yardım etmeye hazırım” teminatını veren Bush hayranı İtalyan Başbakanı Berlusconi bile, çark etmekte. BM İnsan Hakları Komisyonu’nda İsrail’i kınayan ve Mavi Marmara operasyonunun soruşturulması için uluslar arası komisyon kurulması karar tasarısına “hayır” oyu kullanmakta. Türkiye’nin onuruyla oynanmakta. İsrail milletvekilleri dalga geçerek “İstersek, memnuniyetsizliğimizi Türk büyükelçisinin sandalyesini bir beş santim daha alçaltarak gösterebiliriz!” küstahlığını sergilemekteler. Şu garâbete bakın: Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri, “alçak bir haydutluk” gibi tâbirlerle İsrail’i kınarken, Dışişleri Bakanı, hâlâ “İsrail’le 62 yıllık bağların kopma noktası”na geldiğini Washington’a iletip, “İsrail’le ilişkilerin gözden geçirilmesi” benzeri kırılgan ve alttan alan tâvizkâr beyânlarda bulunmakta. İsrail’le ilişkilerin devamı için ABD’nin tavassutuna başvurmakta!
“YAHUDİ CESÂRET ÖDÜLÜ”NÜ İÂDE ETMELİ… Ne var ki AKP iktidarının “stratejik ortak” ilân ettiği ABD, son krizde İsrail’i açıkça Türkiye’ye tercih edip arka çıkmakta. Atanmasının ardından ilk Washington ziyaretinde, “Türkiye ile ABD’nin politika ve çıkarları tarihinde hiç bu kadar birbiriyle paralel ve uyumlu olmamıştı” diyen Davutoğlu’nun sözünün aksine, Obama yönetimi de büyük bir pervâsızlıkla İsrail’in yanında yer almakta… İşin garâbeti, Başbakan ve hükûmeti, hâlâ İsrail haydutluğunun arkasında duran ABD’yi teğet geçmekte! İsrail’in zulmünü ve gaddarlığını yüzüne vuran Erdoğan ve bakanları, “Türkiye’nin 11 Eylülü”ne arka çıkan haydutun hâmisi ABD’ye en küçük bir itirazda bulunmamakta! Gazze’yi bu denli gündeme getirirken, ABD ve işgalci ortaklarının iki milyon sivilin katlettiği Irak işgalini görmezden gelmekte; tek kelime takbih etmemekte! Gazze’ye ağlarken Bağdat’ı seyretmekle kalmakta… Halk, AKP hükûmetinin “one minute”den sonra, infiâli siyasî ranta tahvil etme taktiğiyle sert tepkilerle İsrail’in kınamasına karşı, İsrail’le bir tek siyasî, askerî, ekonomik ihâle ve anlaşmayı askıya dahi almamasına âdeta alıştı. Her fırsatta AB’ye rest çeken Erdoğan’ın, ABD’ye en ufak bir ta’rizde dahi bulunmaktan kaçınmasını kanıksadı. İsrail’e ve ABD’ye karşı herhangi bir yaptırımda bulun(a)mayan Erdoğan, onca lâftan sonra bari Amerikan Yahudi lobisinden derin takdirlerle tek Müslüman Başbakan olarak aldığı “cesâret ödülü”nü iâde etsin… Bu kadarını beklemek de hakkımız olsa gerek… 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Müsbet hareket |
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Fethullah Gülen’e destek verirken söylediği “Her şartta ve herşeye rağmen müsbet hareket etmeliyiz” sözünün, son İsrail saldırısından başlayarak, benzer her durum için enine boyuna tahlil edilmesine büyük ihtiyaç var. Çünkü pek çok sıkıntının düğümü burada. Son hadiseye bu açıdan bakacak olursak: Hepsi silâhsız kişilerden meydana gelen bir gönüllüler grubunun tamamen insanî yardım amaçlı seferinde o üzücü olaylar niçin yaşandı? Bu suale verilen “Sebep İsrail askerlerinin saldırganlığı” cevabı, yaşanan vakıanın ifadesi. Ama görünen o ki, mesele ondan ibaret değil. İşin bir de diğer vechesi var. İHH yöneticilerinin ve olayı birinci derecede yaşayan yolcuların ifadelerinden anlaşıldığına göre, gemiye giren İsrail askerleri esaslı bir direnişle karşılaşmışlar. Hattâ içlerinden 10 kadarı bir anda etkisiz hale getirilmiş, silâhları alınıp denize atılmış, hattâ sonradan yayınlanan fotoğraflarda görüldüğü üzere fena halde dövülüp hırpalanmışlar. Ve plastik mermilerin kullanıldığı ilk saldırıda bunlar olunca, katliâma dönüşen ikinci taarruz gelmiş. İşte burası son derece kritik ve hassas. Silâhsız şekilde de olsa o çatışmaya meydan verilmese ve yolculuğun aslî hedefini oluşturan insanî yardım çizgisinde kalınarak askerlere mukabele edilmeseydi, yine o kayıplar olur muydu? Galiba o noktada, böyle vahşi bir saldırıya ihtimal vermeme düşüncesinden de kaynaklanan bir hazırlıksızlık ve tedbirsizlik hali söz konusu. Bir anda güvertede beliren silâhlı ve gaz maskeli askerlere karşı en uygun hareket tarzının ne olacağını tayinde zorluk çeken ve ilk etapta çatışmalı bir direnişe tevessül edip, ardından o ortamda bunun yanlış olduğunu fark ederek sükûnete avdet eden bir tavır sergilendiği anlaşılıyor. Ve burada, müsbet hareket prensibini içselleştiremeyip eski kavgacı reflekslerle hareket eden reaksiyoner tavrın öne çıktığı gözleniyor. Karşıda İsrail gibi güvenlik paranoyasıyla yatıp kalkan ve her an diken üstünde duran bir korsan devletin bulunduğunu, dahası yardım gemilerine günler öncesinden itibaren müdahale tehditleri savurduğunu ve buna rağmen böyle karşılık vermenin bu neticeleri verebileceğini bile bile. İşin bu cihetlerinin de samimiyetle ve yapıcı bir yaklaşımla enine boyuna sorgulanması şart. Ama bu özeleştiri, değerlendirme ve istişareleri yaparken, Müslümanlar arasında çatlak oluşturup fitne çıkarmak için fırsat kollayanlara prim ve malzeme verilmemeli. İşgalci İsrail’in vahşet ve gaddarlığına mazeret, gerekçe ve hattâ haklılık payı verecek tavırlardan da kaçınılmalı. Yapılan zulümler, işlenen cinayetler, sebebiyet verilen mağduriyetler temize çıkarılamaz, mutlaka hepsinin hesabı sorulmalı. Problemin, son olay üzerine yansıtıldığı gibi sadece Gazze’ye uygulanan ambargo ile sınırlı olmadığı, Filistin topraklarındaki İsrail işgalini ve Kudüs başta olmak üzere Filistin’i Yahudileştirme politikalarını sona erdirmenin kesin ve kalıcı çareleri bulunmadıkça çözümün sağlanamayacağı anlaşılmalı. Yani, eğer izin alınması tavsiye edilen otorite diz boyu zulme batmışsa, onun zulmüne teslim olup boyun eğmek yok. Ama zulme direniş adı altında, mağduriyetlerin daha da artmasını ve mağdurların iyice ezilmesini netice veren hikmetsiz ve yanlış stratejilere de müsaade yok. İsabetli tavır, bu iki uç arasındaki çok ince çizgide. Bilindiği gibi, müsbet hareket prensibini telâffuz eden kişi, Said Nursî. “Patent hakkı” ona ait. Uygulamadaki güzel örneklerini de onun mücadele dolu hayatında görmemiz mümkün. O, hem Doğudaki Rus ve İstanbul’daki İngiliz işgaline karşı en cesur ve kararlı mücadeleyi verenlerden biri olup zalimlerin zulmünü yüzlerine çarparak gaddar ve cebbarlara meydan okumuş; hem de asayiş bozulup masumlar zarar görmesin diye, bir savcının veya karakol başçavuşunun keyfî tavırlarını sineye çekmişti. Müsbet hareket esasını doğru anlayıp yerli yerinde, isabetli bir şekilde uygulayabilmek için, onun hayat çizgisini ve fikirlerini, orijinal bütünlüğü içinde kavramaya ihtiyacımız var. 09.06.2010 E-Posta: [email protected] |