Said HAFIZOĞLU |
|
“Çok derinlerdeki yara” üzerine |
Yaklaşık 2 aydır Meksika Körfezinde, çok derinlerde bir yara var. Kapatılamıyor. Hatta kapatılmaya çalışıldıkça daha da çok kanadığından bahsediliyor. Binlerce varil petrol hergün okyanusa sızıyor. Okyanus üzerindeki ham petrol adacıkları Amerikanın en meşhur kumsallarının bulunduğu bölgelere ulaşmış durumda. Alabama, Luisiana ve Florida sahilleri ham petrole bulanmış canlılarla dolu. BP (British Petroleum) ve Federal Hükümeti karşı karşıya getiren, müthiş bir felâket yaşanıyor şu anda. Toplumun her kesimi bu felâketle ilgili sorumlu birilerini arıyor. Kimisi Başkanı kimisi BP’yi, görevlerini doğru düzgün yapmamakla suçluyor. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamalar, baştan beri sızıntıyı önlemek için “Formülü bulduk” diye toplumu oyalayan BP’yi iyice sıkıştırmış durumda. Her ne kadar yaygın medya yorumları ile Beyaz Saray’ın açıklamalarını yumuşatsa da, toplumun öfkesi yükseliyor. Özellikle binlerce balıkçı esnafının ekonomik faaliyetlerinin tamamen durması ve 50 gündür, gelişmeler ile ilgili birbirine uymayan bilgilerin toplumla paylaşılması bu öfkeyi daha da kabartıyor. Geçtiğimiz günlerde petrol sızıntısı Alabama sahillerine ulaşınca, BP yetkilisi ve Alabama eyaleti Deniz Polisi Şefi ortak bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. BP yetkilisi “açıkçası ne yapacağımızı şu an tam bilemiyorum” deyince polis şefinin öfkesi sözlerine yansıdı ve “Ben ne yapacağımı biliyorum aslında. Sizi hapse tıkmak ve bu felâketin izleri silinene kadar sizi hapiste tutmak!” deyiverdi. Yazıma başlık olarak seçtiğim cümle, yerel bir Amerikan gazetesindeki yorumdan alındı. Şöyle devam ediyordu cümle: “Dünya kanıyor!” Gerçekten de felâketin olduğu bölgenin uçaktan çekilmiş fotoğraflarına bakınca, bu tabirle örtüşen bir görüntü ile karşılaşıyorsunuz. Ham petrolun o kızıl rengi, büyük bir alanı kaplıyor. Birbirinden kopuk adacıklar halinde ulaşacağı sahillere doğru yol alıyor. Insanlar bu yaranın bir an önce kapanması için çırpınıp duruyorlar. Hiç durmadan Amerikalılara (hatta bütün dünyaya) haber ulaştıranlar neler söylüyorlar diye bakıyorsunuz, CNN’in muhabiri canlı yayın bağlantısında gelişmeleri aktarırken şunu söylüyor: “Okyanus derinliklerinden canlı görüntü sağladığı için BP’ye teşekkür etmem gerekiyor...” Böyle büyük bir felâket durumunda, pek de hakperest görünmeyen bir teşekkür doğrusu. Atlantik Okyanusunun bir parçası olan Meksika Körfezindeki bu felâket, denizlerdeki kanayan yaralardan bir tanesi. (Bir diğeri de Akdenizde idi!) *** Belki olayların sıcaklığı devam ettiğindendir, bazı soruların hâlâ sorulmayışının sebebi. Fakat görünen o ki , kapitalist anlayış dünyamızı başımıza yıkmadan bazı soruları ivedilikle sormamız gerekiyor. Bütün bir felâketi, maddî kayıp ve kazançlarla ölçme düşüncesi, “çok derinlerdeki yara”nın pansuman edilmesinin önündeki en büyük engel gibi görünüyor. Bu sorgulama, denizde korumasız insanları öldürenler için de geçerli, ihtiyaçları arttırmaktan başka “ekonomik büyüme” bilmeyenler için de... Kâinat’ın sonsuz âlemlerinde büyük bir özveri ile devam ettirilen ‘düzen’in ve gören gözlere, düşünen akıllara verilen derslerin, bu felâketlerle bağının kurulabilmesi gerekiyor. Bugüne kadar varlığından dahi haberdar olmadığımız; yastığımıza başımızı koyduğumuzda “Acaba hayatları devam ediyor mu? Yiyeceklerini bulabildiler mi?” diye dert edinmediğimiz canlılar, şimdi karalar giyinmiş, uçamaz/yüzemez bir halde can çekişiyorlar! Bugüne kadar onlar için ne israf edildiğini duyduk, ne de cimrilik! Şimdi ise dünyaları bozguna uğratılmış bir haldeler... Acaba “sahiplik iddiası”nın ne kadar boş olduğunu öğrenmemiz için mi bu dersler? En güçlü devlet ile en güçlü şirketin “sahiplik iddiası”nın kos koca bir vehimden ibaret olduğunu öğretmek için mi? Evleri işgal edilip barbarca muamele gören insanların ‘ah’ının, petrolleri ‘modern haramiler’ gibi gasp edilenlerin bu felâket dersinde yeri varmı acaba? “Save the paper save the trees”1 prensibi ile eğitilen insanlar, ağaçların bolluğunu düşündüğünde, bu prensibi hemencecik unuttuğunun görülmesi için mi? Akan bir ırmaktan abdest alırken bile suyu gereğinden fazla harcamayan bir ‘öğretmen’i (aleyhisselatü vesselam) fark ettirmek için mi? “Benim değil” mânâsında bir sahiplenmeyi yani “emanet” anlayışını öğretmek için mi? Tek gözlü, tek dünyalı medeniyet öğretmenlerinin derslerini sorgulama vakti gelmeli artık... Yara çok derinlerde. ‘Vahy’in derslerini yaşama gayretindeki zihinlerin, bu yaraya söyleyecekleri olmalı. Bir Hıristiyan’ın dediği gibi, “Biz (Müslüman ve Hıristiyanlar) tek dünyalılar gibi düşünmemeliyiz. Bazı sorulara cevap vermeye gerek duymuyorsak, ‘dindar’lık söylemi altında, gayet uyumlu bir dünyeviyiz!”2 ***
1. Kâğıdı kurtar, ağaç kurtulsun! 2. Böyle felâketler Amerikan kültürüne bulanmış dinî hayatı sorgulattırıyor, bütün din mensuplarına... Dr. Len. de bunlardan birisi. Bu kültür’ün “beşerin nefs-i emmaresi”ni temsil ettiğini unutmadan... 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
İki Darbe Arasında |
Değerli yazar İskender Pala’nın “İki Darbe Arasında” adlı kitabını gemiden gelir gelmez aldım ve okudum. Çok da istifade ettim. Kitap ile ilgili düşüncelerimi okuyucularıma aktarmak istiyorum. Aynı dönemde görev yapmış benzer sıkıntıları yaşamış birisi olarak “Yahu bu Deniz Kuvvetlerinde yaşanan olayların aslı astarı nedir? Kafes, Balyoz olayları, Ergenekon Çetesi ne ola ki?” diye soru soranlara “Bahriyede 15 Yıl” ve “İki Darbe Arasında” kitaplarını okumalarını tavsiye ederim. Çok az yapılmış ve yayınlanmış olsa da kara ve havacı arkadaşların da benzer çalışmalarını bekliyorum. Bizler bu kitapları yazarak kamuoyunu aydınlatmış oluyoruz. Ancak bu sayede yapılan haksızlıklar ve yanlışlıkların önlenmesi mümkün olacaktır. Ordudan yaklaşık 10 bin insan ayrılmak zorunda aldı. Bunların bir kısmı benim ve Pala’nın olduğu gibi re’sen. Yani resmi işlemler sonucu ilişiği kesilenler. Bir de sayısı daha fazla olan “Bak ordudan atılacaksın, iyisi mi istifa et kurtul” baskısı ile ayrılanlar var. Bu kitaplar sayesinde olayların içyüzünü ve gerçek nedenlerini anlamak isteyenlere bulunmaz bir fırsat sunulmuştur. Birinci ağızdan dinleyebilir gerçekleri daha yakından takip edebilirsiniz.. Pala’nın kitabında bir bölüm çok ilgimi çekti. “Mimar Sinimmar’a verilen ödül” isimli bu bölümde tarihi bir olay anlatılarak inançlı subaylara yapılan eziyetler güzel bir örnek ile gösterilmeye çalışılmış. Ödül yerine ceza alan insanlar için kullanılan bir deyim gerçekten de YAŞ kararı ile ordudan atılan subayları ifade ediyor. İsterseniz çok kısa olarak anlatayım. Bir zamanlar Babil’de, Münzir isimli bir kral yaşarmış. Bir saray yapmak istemiş ve dünyanın her yerinden mimarlar çağırarak bir yarışma düzenlemiş. Nihayet Sinimmar isimli bir mimarın projesi beğenilmiş ve inşaata başlanmış. Dicle’ye bakan yüksekçe bir tepeye 4 katlı muhteşem bir saray inşa edilmiş. Münzir ve adamları sarayı görünce demişler ki “Bundan daha güzel bir saray hiçbir krala nasip olmamıştır.” Münzir, böyle bir saraya sahip olduğu için adının her yerde duyulacağını düşünerek çok memnun olmuş ve bir şölen tertiplemiş. Şeytan kılıklı bir adam hükümdarın yanına gelerek “Ya Mimar Sinimmar aynı sarayı veya daha güzelini bir başkası için de yaparsa” diye içine kurt düşürmüş. Geceyi uykusuz geçiren Münzir, sabahleyin mimarı terasa çıkarmış ve muhafızları yardımı ile onu kaleden aşağı atmış. İşte o günden itibaren ödül alması gerekirken ceza verilen insanlara “ceza-yı Sinimmar” diye bir deyim kullanılmaya başlanmış. Evet, Mimar Sinimmar’ın benzerleri günümüzde de yaşıyor. Elinden geldiği kadar canla başla çalışan vatanına hizmet eden on binlerce asker sırf dindar olduğu için ordudan ayrılmak zorunda kalmıştır. Onlara mükâfat verilmesi gerekirken kolu kanadı kırılıp ortada bırakılmışlardır. Fakat bu onurlu ve vatansever insanlar kendilerine yapılan haksızlık ve zulümlere karşı dik duruş göstermişler, yapılanlara isyan ederek millet ve memleket zararına hiçbir hareketin içine girmemişlerdir. Dernek kurmuşlar, arkadaşlarının yardımına koşmuşlar, dergi ve gazetelerde makaleler yazarak doğru yolu göstermişler, seminer ve toplantılar düzenleyerek hataları düzeltmeye çalışmışlardır. Bu hareket Bediüzzaman’ın “müspet hareket” prensibi ile birebir örtüşmektedir. Asayişin aleyhine hiçbir hareket içinde bulunmayarak bütün mazlumlara örnek olan bu insanlar dosta ve düşmana güzel bir örnek olmuşlardır. Evet, haksızlıklara uğrayanlar susmamalı, yapılan yanlışlıkların önlenmesi ve bir son verilebilmesi için gayret göstermelidirler. Bunun en güzel yolu da kitap yazarak kamuoyunu aydınlatmaktır. İşte biz bunu yapmaya çalışıyoruz. Bu vesile ile Rabbimden bütün haksızlığa uğramış kardeşlerime rahmet etmesini niyaz eder, ordumuzda yaşanan zulüm ve haksızlıkların son bulmasını dilerim. 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Batılı düşünce ve Risâle-i Nur Enstitüsü |
Bir kaç yıl önce Risâle-i Nur Enstitüsü’nün organize ettiği seminerlerden birine, şu an Virginia Semineri dekanı olan Ian Markham misafir olmuş ve bir Hıristiyan teologu ile Bediüzzaman’ın ortak yönlerini ortaya koyan bir seminer vermişti. Bu seminer programına katılan gençlere: “Türkiye’de şu an Nurculuk hareketinin siyasî bir teşkilâtlanması yok, ancak daha ileri dönemlere yönelik iktidar düşüncesi olmalı. Aksi takdirde bu derece büyük bir yapılanmanın bir anlamı olmaz” demişti. Orada bulunan gençler Nurculuk hareketinin bir siyasî hareket olmadığını, bir iman hizmeti olduğunu ve hiçbir şekilde iktidar hedefinin olmadığını ifade ettiler. Markham: “Tamam ama bir siyasî güç olmaksızın toplumsal dönüşümü nasıl sağlayacaksınız, muhakkak daha sonrasına yönelik sizin ve Bediüzzaman’ın böyle bir hedefi olmalı. Şu an şartlar olgunlaşmadığı için bunu dile getirmemeniz çok doğal” diye karşılık verdi. Gençler yine böyle bir hedef ve beklenti olmadığını ifade edince bana döndü ve “Doğru mu?” diye sordu. Ben de böyle bir hedef olmadığını, hedefimizin yalnızca insanların imanlarını kurtarma ve güçlendirmeye yönelik olduğunu, iktidarın bizce kutsal bir tarafının olmadığını, idareciliğin herhangi bir meslekten farklı olarak algılanmadığını söyledim. Markham, bunun yazılı bir kaynağı olup olmadığını sorunca Münazarat’ta geçen kısmı okuyup İngilizce’ye tercüme ettim. Bu bakış açısının batılılar için çok yeni olduğunu, Münazarat’ın muhakkak İngilizce’ye çevrilmesi gerektiğini ifade etti. (Mücahit Bilici kardeşimizin bu konudaki çalışmasını duyunca çok mutlu oldum.) Bu; batılı bir bakış açısının, sebep-sonuç bağlantısı içinde algıladığı varlık tablosunda iktidarı ve toplumu şekillendirmeye atfettiği önemin ifadesi idi. Dünya hayatı insanları özünden uzaklaştırdıkça eşya üzerinde sebeplerin hâkim olduğu vehmi ön plana çıkıyor ve burada kaynaklanan güven duygusu kaybı fertleri strese ve gerginliğe sürüklüyor. Buna, ontolojik güvensizlik kaynaklı anksiyete diyebiliriz. Bu da günümüz insanının temel problemi ya da problemlerinin temel kaynağı olarak önümüze çıkıyor. Son dönemlerde ön plana çıkan ekonomik söylentiler karşısında insanların yaşadıkları kaygı ve endişe halleri de, bu durumun uzantısında ortaya çıkan kaygı ve endişe halleri de benzer bir psikoljik alt yapının uzantısında yaşanıyor olmalıdır. Bu, aslında batılı bir varlık algısının ruh dünyalarında yerleşmiş olması sonucu oluşan bir algı kırılması, varlığın Yaratan ile bağlantısının algı dünyalarında kopmasıdır. Doğu ve batı medeniyetlerini ayıran en önemli özelliklerden biri, batılı anlayışın daha maddî ve eşya eksenli bakışı nedeni ile sistemi ön planda tutuyor olmasıdır. Doğu medeniyetinin şekillendirdiği insan tipinde ise varlığa daha geniş bir bakış, her şeyi bir arada kuşatan bir anlayış, kadirşinaslık, feragat, fedakârlık gibi üstün hasletler gözlenmekle birlikte bunların beraberinde bir dağınıklık ve sistemsizlik hâli izlenmektedir. Zaman zaman ana kaynağında müspet ve iyi özelliklerden kaynaklanan tavırlar neticede yanlış mecralara sürüklenebilir ve günlük yaşantıda ferdin başını ağrıtacak sonuçlar doğurabilir. Meselâ karşılıklı güven çok iyidir ancak ticarette ve başka tür akitlerde senet yapmamak veya akdi yazılı hâle getirmemek fıtrî şeriata itaatsizliktir. İşleri karşılıklı anlayış halinde götürmek iyidir ancak oturtulmamış bir sistem içinde hatır ve gönül ilişkileri ile işleri yürütmek her türlü organizasyonda sıkıntılara yol açacak sonuçlar doğurabilir. Doğulu insan tipinde sevgi, saygı, muhabbet ön plandadır ve ticarî, siyasî, sosyal ilişkilerde bu münasebetler üzerine tesis edilmiş bir yaklaşım hâkim olur. Sistemin olmadığı yerlerde işleyişler kişiliklerden direkt etkilenecektir ve her kişiye göre değişen ve sürekliliği olmayan bir işleyiş hâkim olacaktır. Bu ise istibdatlara ve zulümlere kapı açan önemli problemlerdendir. Sistemlerini kurmuş topluluklar ve işleyişler zaman, mekân ve kişilerden etkilenmeksizin sürekliliklerini korurlar. Günümüzde maddî güç ve teknolojik açıdan bizden çok ileride olduklarını düşündüğümüz batılıların elde ettikleri başarılarda her işi sistemle belirli kurallarla yürütüyor olmanın büyük payı olmalıdır. Bugün İslâmı ya da hakiki insanlığı, insanlara anlatabilmenin en güzel yolu onun hayata, ruha hitap eden güzelliklerini yaşayarak ortaya koyabilmektir. “Canım!...”, “Evet ama!...”, “Öyle de!...” türünden başlangıçları olan cümlelerle doğrulukta oluşturulan eğilmeleri bir tarafa bırakıp tam inandığımız gibi yaşamamız şarttır. Yine varlık âleminde Kadir-i Zülcelâl’in eşyanın işleyişi tarzında koyduğu kanunlara riayet de bu tarz yaklaşımın diğer bir yönünü temsil etmektedir. Saygıdeğer, Yusuf Kaplan’a göre; Çin’de de olsa alınacak olan veya alınması tavsiye edilen ilim bağlamında Asr-ı Saadet’te Çin ile bugünün batısı benzer anlamları karşılamaktadırlar. Terakki yolunda kâinat kitabını iyi okumuş ve buradan elde ettiklerini sistematize etmiş batıyı bu yönlerden örnek olarak görmek ve onlarda işleyen sistemlerin kendi yitik malı olduğunu kabullenerek almak şarttır. Doğunun batıdan öğreneceği en iyi şey sistem ya da işlerde sistemin gerekliliğini idraktir. Bu İslâm inancı içinde yaşamaya çalışan ferdin günlük hayatında olduğu gibi ilâ-yı kelimetullah ve İslâm dâvâsının insanlara ulaştırılması konusunda da çok büyük önem arzetmaktedir. Şu an kâinat kitabı ile kelâmullah arasında, kâinat kitabının kelâmullah ışığında okunmamasından kaynaklanan bir kopukluk yaşanmaktadır. Oysa istikbalde hâkim olacak Kur’ân medeniyeti hakkıyla zuhur etmek için bu ikisi arasındaki ahengin sağlandığı zamanları beklemektedir. Varlık âleminin sırlarını açacak olan bütün varlık kelimelerini okumak ve bunun gerçek anlamına ulaşabilmek için Kur’ân’ın anahtarlığı ve şifre çözücülüğüne inanıp, sığınmaktır. Kâinat kitabının bilimler tarafından okunması ile varlık âleminin pek çok sırları açılmış ve maddenin kendi açılımı ile yalnızca maddî plandaki izahların yeterli olmadığı bir noktaya gelinmiştir. Yani maddeci anlayış ya da bilimin ilâhlaştırıldığı ekoller kendi kendilerini yok etmişlerdir. Bu noktadan sonra beklenen gelişme, bilimin içinden çıkamadığı ve tam anlamı ile aydınlatamadığı sırlara semâvî izahların ışık tutmasıdır. İstikbalde hüküm sürecek ise bütün semavi izahları içinde bulunduran Kur’ân olmalıdır. Bütün işaretler bu yönü göstermektedir. Kur’ân’ın yolunda olanlara düşen ise bir sistem dahilinde ve sistematize edilmiş tarzda Kur’ân hakikatlerini insanlığa anlatmaktır. Yani, kâinat kitabının verileri ile Kur’ân’ın verilerini buluşturmaktır. Bunu yaparken anlattıkları hakikate gerçek anlamda âyine olabilmek en önemli vazifeleri olarak algılanmalıdır. Bu maksatla İslâmiyetin doğruluğunu ve doğru İslâmiyeti Kur’ân medeniyeti adı altında insanlığa ulaştırmak her Müslümanın, daha geniş anlamı ile Allah’a inanan herkesin birinci ve en hayatî vazifesidir. Tam da gelinen noktada bu anlamda böyle bir fırsat yakalanmış olarak kabul etmek ve batının birikimleri ile doğunun eşyayı iki boyutlu algılayan, madde ve mânayı birlikte değerlendiren zenginliğinden kuşatıcı bir varlık algısına ulaşacak zeminler hazırlamak ve krizi fırsata dönüştürmek gerekiyor. Bu anlamda aklın nuru ile vicdanın ziyasından asrı nurlandıran hakikatlere ulaşmış olanların üzerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Alemlerin Rabbi’nin nazarları manaya çevirdiği şu dönemde ortaya çıkan münbit zemin bu sorumluluğu daha da artırmıştır. Bu noktada Risâle-i Nur Enstitüsü’nün dünya çapında bir kurum olması, sosyal alanda uluslararası planda sözüne itibar edilen ve gündem belirleyen bir konuma gelmesi aslî vazifelerimizden biri olmalıdır. Bunun da, etkili bir kurum oluşturmak, manevî ve fizikî altyapıyı güçlendirmek ile yakından ilişkili olduğu aşikârdır. Bu yönüyle mesele sadece camiâmızı değil, bütün İslâm âlemini ve hatta bütün insanlığı ilgilendirmektedir. 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
“İhtar”ın hatırlattığı |
Risâle başları ve sonları mühim sırları ihtar eder mahiyette, işârî olarak değişik pencereler açıp gizliliği gösterir güzellikte. İnce ve derin bir bakışla bakıldığında alt zeminde nasıl bir esrar perdesi ile örtülü olduğu, nasıl bir manevi derinlik ve enginlik taşıdığı fark edilmektedir, fark edilebildiği kadarıyla tabi. Dördüncü Şuâ’nın başındaki ihtar böylesi bir gizi gösterir güzellikte: “Risâle-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî, gayet ruhlu bir muâmele-i imânî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî sûretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevk edemez.” Perdeli bir başlangıç onun gizi. İçine girdikçe gonca gül gibi açılıyor meseleler. “Okuyorum, anlamıyorum” diyenlere çarpıcı bir cevap. Kapı kendiliğinden ve ardına kadar açılmıyor başlangıçta, aralandıkça aralanıyor ve kendine çekiyor, nur bahçesine dâhil ediveriyor. Bu arada sabır edip beklemeyen bir şey bulamıyor, “Anlamıyorum”la kapıyı kapatıp gidiyor. Bu Risâle için “Mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş” demekle sadece Hastalar Risâlesi’nin değil, diğer kitapların da bir şifa iksiri taşıdığını ve evvela birinci hasta olarak müellifi tedavi ettiğini görüyoruz. Bu bir tevazu ve mübareklik gösterisi değil, hakikatin ta kendisi. Farkında olan için o kadar çok hastalıklarımız var ki—maddisinden çok belki manevisi. Uyutulmuş ve uyuşturulmuş olduğumuzdan fark edemiyoruz. Farkında olduğumuz ve şifaya ihtiyaç duyduğumuz kadarıyla da istifade ve istifaze ediyoruz. Zihnin zirvelerinden kalbin derinliklerine geniş otobanlar açan Nur Risâlelerini, müellif, önce kendi mütenevvi ve derin hastalıklarını tedavi için yazmış. Bugün kıtalar ötesinde ve kalp kıtalarında okunması Kur’ân’dan mülhem eserlerin hakkaniyetini tasdik ediyor. Bediüzzaman’ı tam olarak ancak ikinci bir Bediüzzaman anlayabilir ve o kadar da anlaşılır bir insandır Said Nursî. İnsaniyet ve beşer olarak onun tedavi izinden yürüyen onun gibi kendini tedavi edebilir. Yoksa tam zevk edemez, tam şifa bulamaz. Kendi farkındalığı ile onunla manevi bağ kurabilen, onun hissettiklerini hissedebilen şifa ve zevk mertebelerinde yükselir. Kur’ân talebeliği ile son bulur onun peşi sıra yürümek ve o talebelik ki mertebelerin en yükseği olsa gerek. Hüve Nüktesi’nde toprak unsuru ile başlar tevhidi anlatmaya ve âlem-i misâlin kapısında bırakır ve “Daha yazdırılmadı” der. “Birden kalbe ihtar edildi ki” ile başlayan çok yer vardır, bir de te’lif edilmeyen Risâleler. On Dördüncü Mektub neden bahseder meselâ, o mektub nasıl okunmalı? Te’lif edilmeyenlerin de bir şifresi var mı, yoksa müellif o şifreleri kendine mi saklamış? Her keşfiyâtını yazmış mı ki Said Nursî; yazdıklarını anladık da sıra onlara mı geldi? Sadece kocaman bir soru işareti ile Risâle başları ve sonlarında remizler olduğu düşüncesindeyim, daha dikkat edilmesi ve daha başka bakışlarla bakılması için. Tasavvuf dersi vermese de tasavvufu içine alan bir Kur’ânî yol Nur yolu; meyve de var, ekmek de var onda. Tasavvuf meyvesini içinde barındıran taze, besleyici şifa ekmeği Risâleler. Üstad’la rabıta kuran, bu mevzuları daha rahat anlar. Onula rabıta kurmak da gizlediği şifreleri bulmakla olsa gerek. Satır aralarında olduğu kadar dikkatle okumadığımız mevzu başlarında ve sonlarında gizli bu şifreler. On Dördüncü Mektub’u müzakere edelim mi meselâ ve de nasıl? 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Ölüme hayat rengi vermek mümkün” mü? |
Ölüme hayat rengi vermek; yani, insanın dondurulup bir müddet sonra uyandırılması ne demektir? Hz. İsa’nın (as), “Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim”1 mu’cizesini yorumlayan Bediüzzaman şu tesbitte bulunur: “Şu âyet işaret ediyor ki: En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür… Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine devâ bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette, ararsan bulursun.’ İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.”2 Sık sık okuduğumuz bu hakikatin sırrını tıp açıkladı ve kısmen mesafe aldı: Kış uykusuna yatan hayvanlar olağanüstü haller yaşıyor, vücut sıcaklıkları düşüyor, kalp atışları yavaşlıyor, kan akışı azalıyor. Meselâ, yer sincabının kalp atışı dakikada 300’den üçe, oksijen tüketimi normalin yüzde 2’sine düşüyor. Vücut sıcaklığı ise 37’den iki dereceye iniyor. Bu hayvanların “ölüme yakın” durumları, vücutlarındaki değişimler ve tetiklenme, tıp araştırmacılarının da ilgi sahasında. Birkaç yıl önce, Wisconsin Üniversitesi’nden Dr. Hannah V. Carey, kış uykusundaki yer sincaplarının çok fazla kan kaybetseler bile normal zamandakinden daha uzun süre yaşadığını; kış uykusundayken çıkarılan kalp ve karaciğerlerinin normalden çok daha uzun süre vücut dışında canlı kaldığını keşfeder. Kışı, orman tabanındaki yaprak, kar tabakasının altında geçiren orman kurbağasının (rana sylvatica) vücut sıcaklığı ise, eksi 6 dereceye düşüyor, bedenindeki suyun üçte ikisi donuyor, kalbi ile beyin faaliyetleri duruyor, nefes almıyor, ama ölmüyor! Dokularda buz oluşması büyük hasara sebep olabiliyor. Buz, hücrelerin içine kadar ulaşmasa bile hücreler aşırı su kaybedip büzülerek zarar görebiliyor. Damarlardaki kan donunca organlara oksijen ve besin de gitmiyor. Peki, kurbağa nasıl oluyor da zarar görmeden donup çözülüyor ve ilkbaharda tekrar normal yaşamına devam ediyor? Carleton Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü’nden Jan Storey ve Profesör Kenneth Storey, yirmi yılı aşkın süredir kurbağaları yeniden hayata döndüren merhaleleri inceliyor: “Kurbağanın derisinde buz oluşmaya başlamasıyla, karaciğeri glikojeni glukoza çevirmeye başlıyor. Kalbi durana dek kanı pompalıyor; çok yüksek miktarda glukoz kana karışıyor. Glukoz insan kanında da bulunan kan şekeri. Ama işin ilginç tarafı, orman kurbağasının kan şekeri normal seviyenin 100 katına çıkıyor. Jan Storey, ‘Şeker hastalarının, kan şekerleri yalnızca 2-10 katına çıktığında maruz kaldıkları ağır zararlardan hiçbiri kurbağada görülmüyor’ diyor. Organların çevresindeki buzlanmadan dolayı kurbağanın hücrelerinden biraz su çekiliyor ama bu hücrelerdeki glukoz yoğunluğunu daha da artırıyor. Sonuçta hücre içinde donmayan, koyu şerbet kıvamlı bir sıvı kalıyor. İlkbahar geldiğinde buzlar eriyor, kurbağanın kalbi çalışıyor, nefes almaya başlıyor...” Keza, son yıllarda birçok araştırmacı da ayıların kış uykusuna odaklandı. Bu hayvanlar, yemeden içmeden aylarca hareketsiz yatıyor ve her gün yaklaşık 4 bin kalorilik yağ kaybediyor. Ancak kaslarında büyük bir kayıp olmuyor; kemikleri hızla erimiyor. Bilim insanları, benzer bir süreyi yatakta geçirecek bir insanın yardımsız ayağa kalkamayacağını söylüyor... Barcelona Üniversitesi’nden Profesör Josep M. Argilés başkanlığında yapılan araştırmaya göre, ayı kanındaki bir madde protein parçalanmasını önlüyor. Ancak bilimsel araştırmalar, çok ilginç bir sistemin daha ayıların kaslarını koruduğunu gösteriyor. İşin içinde bakteriler ve ‘nakliyeci proteinler’ de var. Kış uykusundaki ayılar aylarca idrar çıkarmıyor. Tehlikeli bir madde olan ve idrarla vücuttan atılan üre, ayının bağırsaklarındaki bakterilerce ayrıştırılıyor. Açığa çıkan azot yeni proteinlerin yapımında kullanılıyor. Ayıları yakından inceleyen araştırmacılardan biri de, Michigan Teknoloji Üniversitesi’nden Doç. Seth Donahue. On yıldır ayıların kemiklerine ilişkin çalışmalar yapıyor. Bilim insanının hedefi hareketsiz insanlarda, yaşlılarda görülen kemik erimesine, diğer adıyla osteoporoza çare bulmak. Donahue, insan vücudunda da bulunan, ama yapısı ayınınkinden farklı olan paratiroid hormonunun hayvanın kemiklerini koruduğunu keşfetti. Donahue ve ekibi, ilâç geliştirmek amacıyla deneylere başladılar bile. Kemik ve kas erimesinin şifası ayıda gizli olabilir. Aslına bakarsanız, felçten şeker hastalığına birçok hastalığın çaresi hayvanların kış uykusu sürecinde saklı olabilir.3 Hatta, ölüme hayat rengi vermek de…
Dipnotlar: 1-Kur’ân, Al-i İmrân, 49.; 2-Sözler, s. 232.; 3-Selcen Pirge / Atlas Aralık 2008, sayı 189. 22.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Haklı ve yerinde tepkiler |
Yeni bir terör saldırısı sonucu, on bir vatan evlâdının taze bedeni daha toprağa düştü. Yaralıların sayısı ise daha fazla. Böylelikle, onlarca ocağa yeniden ateş düştü, gözyaşları sel olup aktı. Öncelikle, hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı, yaralılara da âcil şifâlar diliyoruz. Millet olarak, üzüntümüz, teessürümüz had safhada. Üzüntü ile halledebileceğimiz fazla birşey yok. Fakat, şu mübarek üç aylarda yapılacak halis duâların tesirsiz kalmayacağına inanmak durumundayız. İlâhî dergâha el açarak, başımızdaki şu terör belâsının bertaraf olması için, bol bol duâ edelim. Şüphesiz, kavlî duâların yanında, mutlaka yapılması gereken fiilî duâlar da var. Ama, öyle anlaşılıyor ki, bunlar yeterince yapılmıyor. Mes'ul mevkide olanlar, sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiyor. Tablo ortada... Saldırı sonrasında yapılan resmî açıklamalar, Meclis Başkanı Şahin dahil, hemen hiç kimseyi tatmin etmedi. Tepkiliere maruz kalan Şahin, haklı olarak Meclis'in denetim yetkisini hatırlatmak durumunda kaldı. Bu arada, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'in yapmış olduğu çıkışın da yerli yerinde olduğunu ifade edelim: "Evlâtlarımızı koruyamayanlar, çıkıp millete hesap vermeli." * * * Saldırı yapanlar ile saldırıya mâruz kalanlar arasında doğrudan bir irtibat yok. Ölenle öldüren, birbirini tanımıyor bile. Bu da göseriyor ki, ortada bir tetikçi taşeron ile onun arkasında duran gizli azmettiriciler var. Bunu ortaya çıkarmak ve tedbirini almak ise, devletin ve devlet birimlerinin vazifesi. Bu vazifenin, hakkıyla yerine getirilemediği anlaşılıyor. Vazifede kifâyetsiz olanlara, saldırılar karşısında hata ve ihmali bulunanlara, vatandaş olarak, millet olarak hesap sorma hakkına sahibiz. Bununla birlikte, sıkıntıların bertaraf olması için, Rabbimize yönelerek duâ ve niyazda bulunmak gibi bir mânevî vazifemizin olduğunu da unutmamak lâzım. Evet, yeniden şiddet kazanan belâlar gösteriyor ki, İlâhî dergâha el açarak duâ etmenin tam vaktidir.
Tarihin yorumu 22 Haziran 1941
Zeki siyasetçileri körleştiren hakikat
Türkiye, Almanya'nın üstünlüğüyle devam eden II. Dünya Savaşında "tarafsız" kalacağını resmî bir tebliğle ilân etti. (22 Haziran 1941) Bu ilânâtın yapıldığı aynı gün, "Barbarossa Harekâtı" Almanya–Rusya Savaşı başlamış bulunuyordu. Almanya, Rusya'yı bütünüyle istilâ etme kararlığı içinde görünüyordu. Bu tarihten tam tamına bir sene önce (22 Haziran 1940), Fransa Almanya'ya teslim olmuştu. Yani, 1 Eylül 1939'da başladığı kabul edilen II. Dünya Savaşının ilk yıllarında, bütün Avrupa'ya meydan okuyan Almanya kesin galip durumda gidiyordu. Bu galibiyetini, esasında savaşın son devresi olan 1945 yılı başlarına kadar da kısmen devam ettirdi. Ne var ki, Almanya'nın yanında görünen Japonya'nın ABD kuvvetlerine saldırması (Pearl Harbor) ve bu güçlü devletin de Rusya ve İngiltere'nin yanında Almanya'nın karşısına geçmesi, zaman içinde dengelerin değişmesine sebebiyet verdi. Türkiye ise, 6 yıl süren savaşın seyri içinde, kilit noktada bulunuyordu. İlk başlarda tarafsızlığını duyuran, adım adım İngiltere'ye taraf olan ve nihayet 1945 yılı başlarında Almanya'nın karşısında harbe iştirak ettiği kararını alan Türkiye, şayet ta başından beri Almanya'nın yanında yer almış olsaydı, gelişmelerin seyri çok daha farklı olacaktı. Savaşın ilk yıllarında, karşısındaki 8–10 ülkenin tamamına galebe çalan Almanya, eğer Türkiye gibi stratejik yönü ağır basan bir devleti yanına alabilseydi, kuvvetle muhtemeldir ki, hem kendisi galip gelecek, hem de Türkiye Birinci Dünya Savaşında kaybettiği topraklarının tamamını geri alabilecekti. Ne var ki, kader–i İlâhinin fetvâsı, hükmü başkaydı. Kader, Birinci Harpte mağlubiyetimize fetvâ verdiği gibi, İkinci Harpte de bizi vaktiyle mağlup eden kuvvetlerin yanında yer almamız yönünde hükmünü icra etti. Bu halin ise, bir mânevî sebebi ve hikmetli bir sırrı vardı. Bütün bu hikmetli sırların izâhını, Üstad Bediüzzaman, bir mektubunda şu şekilde ifade ediyor: "Yirmi sene evvel (1920'de) tabedilen Sünûhat risâlesinde, hakikatli bir rüyâda, âlem–i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suâle karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik (1940'lı yıllar) tezahür etmiştir. "O zaman (1920), o manevî meclis demiş ki: 'Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu (Birinci) harpte Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?' "Cevaben, Eski Said demiş ki: "Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı fedâ edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra (1918+7=1925) edildi. Ve medeniyet nâmıyla âlem–i İslam, hususan Haremeyn–i Şerifeyn gibi mevâki–i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet–i İlâhiyeyle onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetvâ verdi.' "Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, 'Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset–i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir sûrette ve zararlı bir yolu tercih etmek, (İsmet gibi) böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" diye suâl benden oldu. "Gelen cevap, mânevî cânipten geldi. Bana denildi ki: 'Sen, yirmi sene evvel mânevî suâle verdiğin cevap, senin bu suâline de aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi (Almanya tarafında yer alınsaydı), yine mimsiz medeniyet nâmına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem–i İslâma, mevki–i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslamın selâmeti için, bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler." (Kastamonu Lâhikası, s. 19/YAN, 1994.) 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kur’ân ve diğer dinî kitaplar |
S. rumuzlu okuyucumuz: “Kur’ân okumak ile diğer dînî kitapları okumak arasında tercih yapılır mı? Tercih yapmak istesek, hangisi daha sevaplıdır?
Kur’ân Allah kelâmıdır. Doğrudan Allah kelâmına muhatap olmak, doğrudan Allah kelâmını okumak, her insan için şüphesiz eşsiz bir şereftir. Çünkü bizi yaratıp donatan Rabb’imizin kelâmına önce biz, sadece biz muhatap olduğumuzda içimizi îman ve haşyet, havf ve recâ, korku ve ümit, yüksek bir îmân hâli baştanbaşa sarar. Kur’ân’ın îzahı, şerhi veya tefsiri konumunda bulunan diğer kitaplar eğer Kur’ân’a ayna olabiliyor iseler, eğer Kur’ân’ın emrini ve hükmünü doğru bir tarz ve istikametli bir yaklaşım ile tebliğ edebiliyor iseler, Kur’ân mı, Kur’ân’ın doğru yorumu mu diye tercih konusunda bir problemimiz olmaz. Çünkü Kur’ân’ın doğru yorumları mânâ ve maksat itibâriyle Kur’ân’ın kapsamı içinde olduklarından, hangisinin kapağını açsak, Kur’ân’ın nûrunu ve aydınlığını buluruz. Bu durumda, ihtiyacımız hangi kitapta yoğunlaşırsa ona öncelik vermemizde hiçbir sakınca görülmez. Meselâ, mutlak namazı emreden, “Namazlara ve orta namaza devam edin. İçten boyun eğerek Allah için namaza durun!”1 âyetinin veya, beş vakit namazı emreden, “Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl! Sabah vakti de namaz kıl! Çünkü sabah namazına melekler şâhit olur”2 âyetinin açılımı ve îzâhı mâhiyetinde ilmihalden, namazın farzları veya sünnetleri bahsini okuduğumuzda; ya da Risâle-i Nur’dan namazın beş vakte tahsis edilişinin ve emredilişinin hikmetini îzah eden ve yukarıdaki âyetlerin tefsîri hükmünde bulunan Dokuzuncu Söz’ü okuduğumuzda, yaptığımız iş, Kur’ân’ın ana caddesinde ve doğru yolunda muazzam ve vazgeçilmez bir yolculuk yapmaktan başka bir şey değildir. Kur’ân’ın ana caddesi içerisinde olmak şartıyla, hangi dînî kavrama veya bilgiye ihtiyacımız varsa ona yöneliriz. Sevap olan budur. Meselâ, Kur’ân namazı emrettiği için, namazla ilgili sünnette olan her bilgiyi edinmeye ihtiyacımız olacaktır. Namazın neden beş vakit kılınması gerektiği ile ilgili hikmetleri öğrenmeye ihtiyacımız olacaktır. Bütün bu bilgi ve hikmetler, doğru olmak şartıyla elbette Kur’ân’dandır. Ve hepsi de sevaplıdır. Çünkü temelde niyetimiz Kur’ân’ı anlamaktır, Kur’ân’ı kavramaktır. Netîce itibariyle, Kur’ân’ı “cam” gibi gösteren ve Kur’ân’a ayna olan bir ilmihal de, bir meâl de, bir tefsir de, bir hadîs kitabı da, bir fıkıh kitabı da, bir dînî veya tefekkürî kitap da Kur’ân’-dandır, Kur’ân’ın mânâsındandır. İhtiyâcımız olanı tercih etmek ise bize düşüyor. Ancak, Kur’ân’ın özünden ve rûhundan sapma gösteren, Kur’ân’a gölge olan, Kur’ân’ı ilim ve irfanla değil; kişisel ve isâbetsiz değerlendirmelerle yorumlamaya kalkan kitapları Kur’ân hesâbına okumamalı ve rağbet etmemeliyiz. Bir tercih yapmamız gerekiyor ise, tercih hakkımızı bu konuda Kur’ân’dan ve Kur’ân’ın ana caddesinden yana kullanmalıyız. Burada, Bediüzzaman’dan konumuza ışık tutacak bir paragraf aktaralım: “..bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır. Ve her harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem (öncelikli) ve müreccahtır (üstündür). Fakat, Risâle-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.”3 Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur’ân’ı okumak veya ezberlemek şeklindeki bir meşguliyet, şüphesiz başka dinî kitapları okumaktan, her zaman için, daha üstün ve öncelikli bir meşguliyettir. Çünkü “bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır” ve “her harfinde, ondan tâ binlere kadar sevap” bulunur. Fakat, meselâ bu asırda Kur’ân’ın mükemmel bir aynası ve Kur’ân’ın yüksek hakikatlerini anlamaya vesile olan Risâle-i Nur gibi bir eser külliyatı, aynı zamanda Kur’ân’ın okunmasına, anlaşılmasına ve ezberlenmesine de vasıta olduğu için, Kur’ân’la birlikte onun da okunması, anlaşılması gayet lüzumludur. Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı doğru anlamayı ve Kur’ân ile amel etmeyi cümlemize nasip ve müyesser kılsın! Âmin.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/238 2- İsrâ Sûresi, 17/78 3- Kastamonu Lâhikası, s. 47 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Hatalar tekrarlanmasın |
Terör azdıkça ya da azdırıldıkça, farklı çare ve teklifler de gündeme getiriliyor. Bunlardan biri de “Olağanüstü hal ilân edilmesi gerektiği” şeklindeki tekliftir. Elbette her teklif ve görüş dikkate alınmalı, tartışılmalı; ama böyle kararları almak için geçmişe bakmakta da fayda vardır. Teklif edilen çare, daha önce uzun yıllar uygulanmış ve terörün önlenmediği görülmüş. Öyle ise aynı yanlışı tekrarlamaya gerek var mı? Terör saldırısı sonrası yapılan bazı açıklamalar, dinleyenleri tatmin etmek yerine yeni soruların sorulmasına sebep oluyor. Mesela, (gazetelerdeki haberler doğru ise) çatışmanın yaşandığı sınır taburuna giden Başbakana, saldırı ile ilgili bilgi veren komutanlar, “Saldırı gecesi ilk görüntü alınan bölgelere top atışı yapıldı. Karşılık gelmeyince çoban, köylü ya da kaçakçı sanıldı” demişler. (Sabah, 21 Haziran 2010) Bu açıklama bizar “Özrü kabahatinden büyük” tesbitini hatırlatıyor. “Çoban, köylü” tesbitini bir yana bıraksak bile, “kaçakçı”lara engel olunmaması normal midir? Bizim bildiğimiz, “kaçakçı”lık da “engellenmesi gereken” bir harekettir ve ara sıra sınırdan geçen kaçakçıların öldüğü, öldürüldüğü duyulur. Terörün azdığı veya azacağı bilinen ve bunun da kamuoyuna açıklandığı günlerde böyle ‘ihmal’ olur mu? Yine gazetelerdeki haber ve fotoğraflardan anlaşıldığına göre, teröristler beraberinde yekpare 200 kg gelen ‘silâh’ da getirmişler. Teröristlerin, beraberinde bu kadar ağır bir yükle hareket etmeleri ve buna rağmen tesbit edilmemeleri normal midir? Yine bildiğimiz kadarıyla bölgede pek çok yer ‘özel güvenlik bölgesi’ ilân edilmiş ve belli saatlerde ‘insan’ların o bölgelere girmesi yasaklanmış. Bu, şu mânâya gelir: İlan edilen ‘bölge’ye giren “insan” ya teröristtir ya da ölümü göze almış, “intihar”ı seçmiş bir kişidir. Dolayısı ile, “Hareket eden unsurlar gördük, ama onların terörist olduklarını anlayamadık” anlamına gelen açıklamalar kamuoyunu tatmin etmekten uzaktır. Bu arada “ateşin düştüğü yer”lerden, şehit ailelerinden gelen mesajların da metanet yüklü olması ayrıca takdire şayan. Hakikaten böyle vakitlerde metaneti muhafaza etmek kolay değil. Görüldüğü kadarıyla şehit aileleri yaptıkları konuşmalarda sorgulayan, ama ‘isyan etmeyen’ bir tavır sergilemişler. Türkiye’yi idare edenlerin bu sözlerden çıkarması gereken dersler vardır. Şehit olanların ekserisinin ‘sade vatandaş’ların çocukları olması da ayrıca sorgulanıyor. Bu demek değildir ki, “Yüksek bürokratların oğulları da ölsün!” Keşke hiç biri bu şekilde ölmese. Belki de teröre karşı daha ciddî ve kalıcı tedbir alınması için ‘tehlikeli bölgeler’de “başka babalar”ın çocukları da olması gerekiyor. En tehlikeli olan şey, çaresizlik halidir. Teröre karşı bu görüntü verilmemeli; makul, sonuç alıcı çare ve tedbirler bir an önce uygulamaya geçirilmelidir. “Söz”den çok icraat, “vaad”den çok iş yapmak vaktidir. Ne iktidar ne de muhalefet bu “çirkin oyun”dan “post” çıkarmayı düşünmemeli, bir an önce kanın durması için el ele vermelidir. Onlar samimiyetle el ele verirse, millet de el ele verir ve terör belâsını savuşturabiliriz inşâallah... 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Terörle mücadelede yol haritası… |
Şemdinli’de onbir askerin şehid edilmesi sonrası Ankara’da “Güvenlik zirvesi” toplanırken, terör örgütünün askerî deniz üssünden sonra askerî birliğe saldırısı, terörle mücadele yöntemini yeniden gündemin en hararetli konusu haline getirdi. Basına yansıyan “Albay’ın sözleri”nin yanısıra bilhassa henüz silâh kullanmayı dahi bilmeyen birkaç aylık askerlerin dağa operasyonlara gönderilmesi iddiaları tartışılıyor. Ve bu tartışmalardan, terörle mücadelede “istihbarat zâfiyeti” ve profesyonel askerlerin görevlendirilmesi gereği bir defa daha ortayla çıkıyor. Nitekim Cumhurbaşkanlığından yapılan açıklamada, kapsamlı bir değerlendirme yapıldığının belirtildiği kritik Güvenlik Zirvesinde, kısa-orta vâdeli ek tedbirlerle istihbarat ve bölgedeki personelin durumunun gözden geçirileceğinin belirtilmesi, sözkonusu “istihbarat eksikliği”ni ve “profesyonel personel” açığının te’yidi anlamına geliyor. Esasen daha önce de PKK’nın karakol saldırıları üzerine defalarca toplanan ve özellikle Aktütün karakolu baskını ardında toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda, “yeni yol haritası”ndan bahsedilmiş; Başbakan Erdoğan, “PKK terörüne karşı şimdiye kadarki uygulamalara bakarak askerî önlemler dâhil başarısızlıkların nedenlerini incelediklerini” söylemişti…
TERÖRLE MÜCADELE YÖNTEMİ Nitekim özellikle 90’lı yılların başında azan teröre karşı DYP iktidarlarında uygulanan özel polis ve askerî timlerin çeyrek asrı aşkın terörle mücadele deneyimiyle terörün tasfiyesi örneği ortada. Buna mukabil, 2002’de sıfır terör devralan AKP iktidarı, üzerinden sekiz yıl geçtiği halde hâlâ doğru dürüst bir “terörle mücadele yöntemi”ni tespit etmiş değil. Öncelikle Türkiye’nin “üçlü mekânizma”yla ortak mücadele ettiği ve “anlık istihbarat paylaşımı”nda anlaştığı “stratejik-model ortağı ABD”nin bölgeye yönelik uydularının ve İsrail’den binbir mihnetle alınan ve son on gündür kullanılmaya başlanan casus istihbarat uçağı Heronlar’ın bir işe yaramadığı görüldü. Aslında temel kalıcı çözüm, evveya “açılım”ın temel demokratik hak ve özgürlüklere içinin doldurulması ile dağa çıkışları önleyecek bölgeye yönelik sosyo-ekonomik köklü tedbirlerden geçiyor. Ancak öncelikle terörle mücadele edecek özel güvenlik birimlerinin devreye sokulması, birimler arasında etkin ve hızlı istihbarat paylaşımı, sınır karakollarının fizikî durumlarının iyileştirilmesi, sınır güvenliğinin sağlanması açısından âcil önlemlerin başında geliyor. Görünen o ki Ankara bunu sağlamadıkça, Türkiye, dış güçlerin taşeronluğunu yapan ve yabancı istihbarat servislerinin desteğini alan terör örgütün baştan sona soru işâretleriyle dolu hunharca terörüne daha çok mâruz kalınacak. Ve otuz yıldır olduğu gibi toplanan “güvenlik zirveleri” de neticede bir sonuç veremeyecek… Sürecin seyrine bakıldığında, haftalar öncesinden Öcalan, “Haziran’dan itibaren terör olaylarının tırmandırılacağı, büyük şehirlerde orta ölçekli isyanların baş göstereceği” şantajda bulundu. Peşinden açık açık “Hükûmet parlamentodan bir kararla önümü açıp beni serbest bırakırsa, iki günde PKK’nın bütün silâhlı güçlerini bir alanda toplayabilirim” teklifini iletti. Akabinde Kandil’deki terör örgütü elebaşları, bu tehditleri tekrarladılar. PKK’nın sivil yapılanması KCK’ye yapılan tutuklamalara karşı BDP sözcüleri, “Öcalan’ın muhatap alınmaması halinde terörün artacağı” tehditlerinde bulundular.
KISA VE ORTA VÂDELİ ÖNLEMLER… Keza partinin Eşbaşkanı Demirtaş, aynen Öcalan’ın ayrı eyâlet bayrağı bulunan, belediyelerde, eğitimde, sağlıkta, sporda ve hatta dinî hizmetlerde özerkliği öneren “federasyon”lu “yol haritası” gibi, “adem-i merkeziyet” perdesinde tefrikayı yeniden seslendirdi. Devamında 31 Mayıs gecesi, Haziran’ın ilk saatlerinde sekiz askerin katledildiği İskenderun’daki Deniz Üssüne saldırının peşinden son iki haftada şehidlerin sayısı 50’yi aştı. Aslında fitne ve belâ bağırarak “geliyorum!” dedi. Her ne kadar “açılım koordinatörü” İçişleri Bakanı Atalay, Haziran’ın başında “terörün artacağı beklentisi içinde olmadıkları”nı söylese de, Şemdinli saldırısından bir gün önce Genelkurmay’ın “son günlerde yoğunlaşan terör saldırılarının artarak devam edeceği” duyurusu, terörün artacağının bâriz ifâdesiydi… Önce sayıları 250 olarak belirtilen, ardından Genelkurmay Başkanı’nın 57 kişi dediği, nihâyetinde yaklaşık 100 teröristin, onca uydu ve casus uçağının taramasına rağmen sınır karakollarına ve ilk defa bir sınır birliğine açık cephe saldırması, saatlerce süren çatışmada bulunması, istihbarat zâfiyetiyle birlikte teröre karşı önceden önlem alınması hakkında ciddî istifhamlara yol açıyor. Fitnenin üstesinden gelmek için, Ankara’nın öncelikle bütün bu istifhamların ciddî bir soruşturmayla açığa çıkarılmasıyla kısa ve orta vâdeli önlemlerin buna göre alınması gerekiyor… 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Terörde kısır döngü |
Genelkurmay’ın epeyce zamandır ara verip geçen hafta Cuma günü yaptığı basın brifinginde seslendirilen “Terör saldırıları artabilir” mesajından sadece yarım gün sonra Şemdinli’de gerçekleşen ve 9 şehit verdiğimiz saldırı, diğer tüm gündemleri örterek, terör yorgunu toplumda yine kasvetli bir hava estirdi. Aynı gün 2 askerimizin de mayına basarak şehit olması, yaşanan acıyı daha da katmerledi. Ertesi gün Elazığ-Palu’da sayı 12’ye yükseldi. Genelkurmay’ın Şemdinli açıklamasında, “12 terörist etkisiz hale getirildi” bilgisi de yer aldı. Bilindiği gibi, asker işin o tarafına öteden beri özel bir duyarlılık gösteriyor. Tek taraflı olarak şehit haberlerinin verilmesinden rahatsız oluyor. Teröristlere verdirilen zayiatın da duyurulması gerektiği üzerinde hassasiyetle duruyor. Bu son olayda da “Bu kadar şehit verdik, ama onların da epeycesini hakladık” mesajı verildi. Bu “dengeleme” mantığı, terör örgütünün şehitleri kendi “gücü”nün propagandası için kullanma taktiğini boşa çıkarma fikrine dayanıyor. Ancak teröristlerin de öldürülmesi, kamuoyundaki şehit acısını hafifletemiyor ve bilhassa şehit yakınlarının yanan yüreğini soğutamıyor. Buna karşılık, terörist olarak askere saldırtılırken ölenlerin evlerine de aynı ateş düşüyor. Ve kan devam ettikçe, acılar yaygınlaşıyor. Onun için, ne yapıp edip, bu kanın behemahal durdurulması ve acıların bitmesi gerekiyor. Artık iyice tıkanan açılım projesinin mantığı ve hedefi de kanı durdurup, anaların gözyaşını dindirmekti. Ne yazık ki, söylem düzeyinde kalıp icraata dökülemediği için akamete uğradı. Aslında terörü bitirmek için, onu besleyen iklim ve şartların ortadan kaldırılması, dağa çıkışların önünü kesecek insanî ve sosyal ortamın oluşturulması ve dağdan inişleri teşvik edecek adımların atılması gerekirdi. Bunlar yapılamadı. Dağdan inişin ilk adımı olarak sunulan Habur girişlerinde, aylar sonra gelen tutuklama kararları, “tersine açılım”da bir dönüm noktası oldu. Ve ardından Şemdinli saldırıları geldi. Bu olaydan sonra tekrar “çatışma dili” ve “yok etmek, köklerini kazımak, kanını yerde bırakmamak” söylemleri öne çıkarken, “açılımı devam ettirme kararlılığı”nı ifade eden mesajların bu söylemlerle nasıl bağdaşacağı, bir muamma. Gelinen noktada, zaten yürümeyen açılım iyice gündemden kalkabilir; buna karşılık tartışmalar askerlerce öteden beri seslendirilen yetki talepleri, hattâ Bahçeli’ye söylettirilen “OHAL ilân edilsin” teklifleri ekseninde yoğunlaşabilir. Gerçi artık Türkiye’nin bu bağlamda geriye dönüş anlamına gelecek adımlar atması zor. İç ve dış kamuoyu yeni bir OHAL’i kaldırabilir mi? Birilerinin gönlünde yatan “CHP-MHP koalisyonu” gibi iktidar modelleri gündeme gelirse bu yönde çabalar olabilir belki, ancak onların dahi böyle birşeye soyunması pek kolay değil. Nitekim Başbuğ da “OHAL'e gerek yok” dedi. Ama problem şu: Geriye dönüş belki olmayabilir, fakat demokratikleşme noktasında ileriye de gidemiyor, yıllardır yerimizde sayıyoruz. Ve bu durum, statükocu direnişin elini güçlendiriyor. Terörü kalıcı şekilde bitirmenin çaresi olan hukuk ve demokrasi atılımları geciktikçe, terör rantından beslenen iç ve dış çetelerin ömrü uzuyor. Ve terörist yetiştiren bataklık duruyor. Sonuçta terörü bitirmenin formülü olarak demokratik açılımı gündeme getiren Türkiye, aradan bir sene bile geçmeden yine terör cenderesinde boğulma raddesine geliyor. Yıllardır iliğimizi kurutan bir fasit daireye yine dönüyoruz Nitekim son saldırılar, ülkeyi yine aynı noktaya geri getirdi. Hepimiz diğer bütün konuları bir kenara iterek terörü ve şehitleri konuşuyoruz; devlet terör ve güvenlik zirveleri topluyor. Oysa gündem demokratikleşme sürecini kararlı ve hızlı bir şekilde ilerletmeye odaklanmalı ki, bize çok şey kaybettiren terörün de, diğer kronik problemlerin de üstesinden gelebilelim. 22.06.2010 E-Posta: [email protected] |