Yasemin YAŞAR |
|
Allah’ın dilemesi ve kulların iradesi |
Geçen hafta kaderin hikmet, adalet ve rahmetle beraber yürüdüğü üzerinde durmuştuk. İnsan hikmet, adalet ve rahmeti her an göremeyebilir, idrak edemeyebilir. Dünyada bir çok mesele var ki, kavrayamadığımız halde şöyle ya da böyle varlığına inanırız. Cenâb-ı Hakk’ın kader konusuyla ilgili olarak da, adaletini, hikmetini, rahmetini anlayamadığımız durumlarda inkâr değil, iman etmenin manevî hayatın sağlığı açısından doğru olduğu kanaatini taşımak gerekecektir. Kâinatta en aciz ve en basit hayat tabakasında olan mahlûkat bile adaletten, hikmetten ve rahmetten noksan değilse, en eşref mahlûk olan insanın her şeyi elbette hikmet ve rahmet ipleriyle örülü olacaktır. Bu bakış açısıyla kaderin her şeyi en uygun, en güzel, en adaletli bir tarzda takdir ettiğini düşünmek, bir çok itikadî problemleri çözecektir. İnsana düşen, anlayabildiği kadarına şükretmek, daha çok anlayabilmek, melekût boyutunu çözebilmek, sırlara kavuşabilmek için Allah’a duâ etmek, ilim talep etmek ve kendisini aşan mevzularda Allah’a itimat etmektir. Talebelerle yaptığımız 26. Söz’deki ibareyi anlamaya yönelik mütalâalara başladığımız zaman, yaklaşık 10-15 dakika zihinleri mânen hazırlamak için hayatın içinden sohbetler yapıyorduk. Önceki haftalarda da belirttiğimiz gibi bazı temel taşlar sağlam oturmazsa, üzerine binâ edilecekler sağlıklı olmayabilir. Bu açıdan bu haftaki ibareyi anlama mütalâalarımızın hazırlık sohbetini meşiet-i İlâhiyeyi anlamaya dönük, hayatın içinde karşılaştığımız, bizi gerek olumlu gerek olumsuz olarak şaşırtan hallerin nasıl hikmet dolu olduğuna ayırdık. Herşeyden önce şunu da belirtmek gerekir ki, kader ile ilgili mevzuları konuştuğumuz kimselerin niyetleri, bu konuyu anlamaya veya daha da karıştırmaya sebep olabilir. Yani kader meselesiyle ilgili soruları itiraz kastıyla değil, merak etme ve öğrenme arzusuyla bir araya gelenlerle konuşmak ve mütalâa etmek gerekecektir. Bu, kulluğun bir gereğidir. İlim tahsil etme anlamında olan bu mütalâalar, farz ibadet mânâsına da gelmektedir. Kader ile ilgili olarak, öncelikle zihinlere şu meseleyi yerleştirmek gerekecektir. İnsanla ilgili olan kader, ikiye ayrılır. Diğer mahlûklarda cüz’î irade olmadığı için cebrî bir kaderleri söz konusudur. Vazifeli bir memur gibi işlerler. Fakat insan ihtiyar sahibi olduğu için kendi tercihleriyle ve kudretiyle oluşan bir kaderi daha vardır. İnsanın kendi iradesi ve gücü dışında meydana gelen hadise ve hallere ait, diğer mahlûkat gibi ikinci bir kaderi de vardır. Bediüzzaman, birincisini nazarî, ikincisini bedihî kader olarak isimlendirmiştir. Bu ayırım yapılmadığı takdirde insanlar irâdî tercihleriyle yaptığı halleri de sorumluluktan ve mes’uliyetten kurtulmak maksadıyla, irâdî seçimlerinden oluşan kaderi dikkate almadan “Allah yazmış biz yaşıyoruz” düşüncesine kapılabilir. Yani “Allah ezelde her şeyi takdir etmiş, demek ki benim günah işlememi de takdir etmiş ve ben bu yüzden günah işliyorum” diyebilir. Veya “İyi bir kul olmamı takdir etseydi, ben de iyilerden olurdum” diye, nefsî ve şeytânî olan bu düşünce ile kendisini mes’uliyetten azad edip, felâkete atabilirdi. Oysa nazarî kaderin oluşmasına insanların kendi irâdî tercihleri sebep olmaktadır. İnsan nasıl işleyecekse, Allah ezelî ilmiyle öyle bilip, takdir edip, yazmıştır. Yoksa Allah’ın ilmî planda her şeyi bilmesi, bizim ihtiyarımızı bağlayıcı değildir. Cenâb-ı Hak yarattığı kulların dünya ve ahiret saadeti için takip etmeleri gereken yolları tayin etmiş ve bunun için kitaplar, peygamberler göndermiş ve hatta bunlardan haberdar olmasa bile insanın bâtınına akıl ve vicdan mekanizmasını yerleştirmiştir. İnsanın kendi mukadderâtına kendisinin sebep olduğunu ifade etmiştir. Cenâb-ı Hak dünya ve ahiret saadetinin sebeplerini, nimetlere kavuşmanın yollarını, bir takım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şartlara bağlamıştır. Yani bir nimete kavuşmak için sebeplere müracaat etmeden elde etmeyi arzu etmek, İlâhî kanunlara zıt hareket anlamına gelmektedir. Allah’tan bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. Meyve için ağaca, çocuk için evliliğe, rızık için çalışmaya ihtiyaç vardır. Cenneti istemenin yolu da, Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktır. Ağaç dikmeksizin meyve istemek, ibadet etmeksizin ebedî saadeti beklemek hem âdetullah kanunlarına zıttır, hem takdire karşı gelmektir. Cezası da nimetten mahrumiyettir. Kader mevzuu ile ilgili kafa karıştıran hususlardan birisi de; kâinattaki evrensel kuralların, aynı deneyimlerin aynı sonucu vermesi gibi durumların meşiet-i İlâhiyeyi gözden kaçırmaya, netice odaklı yaşantıya, bununla beraber hırsların, ihtirasların ve depresyonların olduğu hayatlara sebep olmasıydı. Talebelerin sorduğu sorular ve içinden çıkamadığı meselelerin özünü bu oluşturuyordu. Zirâ evrensel kaideler içinde insan bulunduğu zaman, istisnalar sergileyebiliyordu. Çünkü cüz’î iradenin gereği buydu. Daha çok başarı ve kader bağlantısı üzerinde sorular ve cevaplardan oluşan okuma programımızda talebeler şu nokta üzerinde duruyorlardı: Başarının şartları yerine getirilirse, netice kaçınılmazdı. Bu düşünce âdet-i İlâhiye açısından doğru olsa da, determinist bir anlayışı içinde barındırıp, meşiet-i İlâhiyenin göz ardı edilmesini sonuç veriyordu. Bu düşünce itikadî sapmalara, itirazlara ve isyanlara sebep oluyordu. Cenâb-ı Hak, zaman zaman bu determinist yaklaşımdaki itikadî kaymaları rahmetiyle değiştiriyor ve biz kulları şaşırtarak imtihan ediyordu. Yani her zaman bu sebep bu sonucu doğurmuyordu. Bundan maksat da; Cenâb-ı Hakk’ın meşieti olmaksızın âciz kulların hiçbir şey yapamayacağı; kısaca, Allah’ın, kullarına haddini hatırlatmasıydı. Kâinatta elbette âdet-i İlâhiye hâkimdir. Cenâb-ı Hak, genelde sebepler ve sonuçlarla ilgili kanunlarını değiştirmez. Fakat insan söz konusu olduğu zaman bu kanunlarını zaman zaman değiştirdiği görülür. Bu değişikliklerin en azam mertebeleri ise, peygamber mu’cizeleridir. Meşiet-i İlâhiyenin apaçık görüldüğü bu zamanlarda olağanüstü haller zuhura gelir. Kesen bıçak kesmez olur, yakan ateş yakmaz olur, parmaklarından bir çeşme gibi sular akar. Aslında bu haller, Cenâb-ı Hakk’ın resûlünü rahmetiyle tasdik ettiği anlar olmakla beraber, azamet-i İlâhiyesini, meşîetini en yüksek derecede gösterdiği anlardır. Ama bahtsızlar ve talihsizler apaçık bu halleri gördükleri halde inkârlarından vazgeçmezler, hadlerinden tecavüz ederler. Hâsılı, bu noktadan yola çıkarak, biz aciz kullar da şöyle hikmetli bir bakış açısı geliştirebiliriz: Hayatımızdaki bazı olumsuzluklar, aksilikler, beklentilerimizin boşa çıkması gibi hadiseler, musîbetler—dinî olmamak şartıyla,—rahmet-i İlâhiyenin meşietinin apaçık devreye girdiği, bize kulluğumuzu hatırlattığı, duâya ve sığınmaya dâvet ettiği, aczimizi ve fakrımızı hissettirip enaniyet dâvâlarından bizi kurtardığı durumlar olarak algılayıp, sabır içinde şükretmemiz gereken haller diye düşünebiliriz. Bu sağlıklı ve hikmetli bakış, günahlarımıza kefâret olabildiği gibi, bizi istikamete sokan ve manevî derecemizi arttıran bir kazanım hâline getirilebilir. 07.08.2010 E-Posta: [email protected] |