Ahmet DURSUN |
|
Adaleti beklerken |
“Adaletin bu mu dünya?” serzenişlerini sıkça işittiğimiz bir alemin içindeyiz. Bir mecaz-ı mürsel olan bu serzeniş, dünyadan çok kendi zalimliklerimize işaret etmektedir. Gerçekte, “asla zulmetmeyen, herkesin ve her şeyin hakkına tamamıyle riayet eden, hakkaniyetle hükmeden mutlak adil”in adaletle hükmettiği bir alemdeyiz. İnsanlığın tarih boyunca ısrarla aradığı ve semavî kitapların da özellikle vurguladığı adalet Kur’ân’ın da dört esasından biri olarak, fark edemesek de, gözümüzün önünde bin bir cilvesiyle kendini göstermekte ve bizlere dersler sunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yola iletme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılan “adalet” kavramı, “İsm-i Adl”in bir cilvesi olarak yaradılışta da, insanın fizyonomik yapısı ve kainattaki uyumu, ahengi ve estetik görünüşü ifade etmektedir. Hz. Ömer’in ‘Adalet mülkün temelidir’ sözü de en çok buna işaret etmektedir. Günümüz mahkeme duvarlarını süsleyen bu sözün ontolojik anlamı, adaletin kainatın bütün cüzlerinde tecellisini gösterdiğidir. Adalet her yerde ve her şeyde kendini gösterirken, insan çoğunlukla bu duygudan yoksundur. “Beşerin adli cılız/Dövülen mahkemeden kovulur, çünkü cılız” dedirtecek tarzda adalete güvensizlik duygusunu doğuran, insanın “zalim ve cahil” oluşudur. Kâinat kitabına dikkatli bir nazar, bu güvensizliği ebediyen ortadan kaldıracak ipuçlarıyla doludur. Misafiri olduğumuz bu dünyada hakim olan muvazene, mizan, tevzin; her şeyi ölçülü olan Adil-i Mutlak’ın tartısındaki hassasiyeti gösterir. Güneş sistemimizdeki hassas dengelerden dünyamızdaki bin bir harikalıklara kadar her şey bu hassas ölçü ve tartının bir yansımasıdır. Yağmur duasına kalkan avuçlara damlayan sular, çatlayan toprağa inen yağmur, ışığı arzulayan çiçeğe gülümseyen güneş, simurgayla birlikte bütün varlıklara sunulan nimet, hastalıklara sunulan şifa, yaşanabilir bir dünyanın anahtarını bize sunan nezafet… ismi-i adlin birer cilveleridir. Kur’ân, bu mükemmeliyetin her yönüyle hayatımıza yansıyabilmesinin yolunu “Adalet-i mahza” ile ifade eder. “Birisinin hatası ile başkası cezalandırılamaz”, “Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Bir fert, umumun selameti için dahi feda edilmez. Toplumun selameti için ferdin hayatı veya hakkı feda edilemez. Hem bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez” şeklindeki Kur’ânî yaklaşım insanı merkeze alan bir yaklaşımın ifadesidir ve insanın fıtraten arzuladığı bir durumdur. Adaleti arayan “hukuk devleti”nin, hoşgörüden beslenen demokrasinin, cumhura dayanan bir cumhuriyetin dayanması gereken bir anlayıştır bu. Bugünün Ergenekon tartışmalarında ümitsizliğe düşenler, “evet hayır”ların ifade ettiği anlamı tartışanlar, şehit cenazelerinin ardındaki taşeronları ve azmettiricileri merak edenler, 12 Eylül zindanlarında uğradıkları işkencelerin hesabının sorulamadığını düşünenler, ‘masum başbakanımızı ve bakanlarımızı zalimce sallandıranlar hak ettiği cezayı görmediler’ diye bağıranlar, “herkesin yaptığı yanına kâr kaldı” diyenler ism-i adl penceresinden bir bakışla bütün sıkıntılarını sona erdirebilirler. Zulmün başına geçirdiği adalet tacına karşı “zalimler için yaşasın cehennem” vurgusu az bir şey değildir. Otoriter, totaliter vicdanların kendi varlıklarını devam ettirebilmek için meşruluklarını hukukla bağdaştırmaları, adaleti kendi çizdikleri sınırlar içine hapsetmeleri, kanunla zulmetmeleri, onların mutlak adaletle karşılaşmayacakları anlamına gelmemektedir. Mahkeme-i Kübra, bütün soruların cevabını bulacağı, bütün merakların giderileceği bir yer olarak bizleri davet etmektedir. Yalanla bezenmiş, canavarlaşmış siyaset olaylarının içinde olmak, merakla pis siyaset oyunlarını takip edip zulümlere alet olmak, adaletsizliğe bilerek ya da bilmeyerek taraftar olmak yerine, bize verilen emanete sahip çıkmaya çalışmak, emanetlere karşı adaletsizliğe düşmemek çabası içinde olmak daha karlı ve akıllıca olacaktır. 05.08.2010 E-Posta: [email protected] |