05 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz


Ali FERŞADOĞLU

İfsat komiteleri çalışıyor, biz ne ile meşgulüz?


A+ | A-

PKK’nın tırmandırdığı gerginlik neyin habercisi? Yöneticiler, siyasiler, sosyal bilimciler, politikacılar, psikologlar, eğitimciler ve vatandaşlar, artık kısır çekişmeleri bırakıp, bu sosyal hastalığı teşhis, tedavi ve ameliyat etmeye koşmalı değil mi?

Önce şu hususu teslim edelim: Çeyrek asrı aşkındır PKK’nın üzerine silâhla gidiliyor, askerî metotlarla gidiliyor. 300 milyar dolar para harcanmıştır. Diğer kayıplar 600 milyar dolar mı, 900 milyar dolar mı, belli değil. Manevî kayıpları ve bunların maddeye dönüştürülmesi ise hesapsız kayıp. Yine durdurulamamışsa, hem teşhiste, hem de tedavide bir yanlışlık olduğu kesin değil mi?

Öyle ise asıl hastalığı teşhis edelim: Milliyetçilik, ırkçılık!

Beslendiği toprak: İnançsızlık, ateizm, komünizm, sekülarizm…

Doğu ve Güneydoğu’da bazı dindarları, sıradan vatandaşları ve hatta imamları PKK’ya taraftar eden sebep: İstibdat, baskı, diktatörlük…

Müstebit rejim, insanların giyimine karışıyor, kuşamına karışıyor, diline karışıyor, dinine karışıyor… Hayır, hayır karışmıyor; din dayatıyor, giyim-kuşam biçimi dayatıyor…

Şu halde panzehiri nedir?

İslâm, iman, vatan kardeşliği…

Hürriyet, demokrasi. Başta din, vicdan ve düşünce hürriyeti…

Aslında en büyük düşmanımız PKK veya onun oyununa gelen, tuzağına düşen vatandaş değil; Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “cehalet, fakr u zaruret (fakirlik ve zarurî ihtiyaçlarımızı bile karşılayamama) ve ihtilâf.”

Bir şey daha: Bütün bunlar deccalizmden kaynaklanmaktadır. Yani PKK, deccalizmden besleniyor. Deccalizm nedir?

Marksizm, ateizm, faşizm, sekülarizm gibi “izm”lerin birleşmesinden hasıl olan bir cereyan.

Şu halde bununla nasıl baş edeceğiz? Bediüzzaman, bu cereyana karşı maddî güç, siyaset, iktidar yoluyla mücadele edilemeyeceğini tesbit eder. Ancak Kur’ân nurları, iman yolu ve ihlâsla mukabele edilebilir. Yani, Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin fitneleri siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla durdurulabilir.1

Öyle ise, başta Nur Talebeleri, iktidardakiler ve bütün vatandaşlar olarak oyunu, eğlenceyi, ihale peşinde koşmayı bırakalım da, önce hastalığımızı tedavi edelim, bu yangını söndürelim! Resmî, gayr-i resmî aklı başında bütün zevât olarak, Doğu ve Güneydoğuluların hemşehrisi Bediüzzaman’ı, Risâle-i Nur’u yanımıza alalım ve birlikte Anadolu’ya gidelim, ihlâs, muhabbet ve uhuvvetle kucaklaşalım. Tıpkı mevlidlerde kucaklaştığımız gibi…

Eğer onu okusaydık, anlasaydık ve çizdiği stratejiyi yüz sene önce hayata geçirseydik, ne Ermeni meselesi, ne eğitim problemleri, ne de PKK belâsıyla karşı karşıya kalırdık! Çare yine onda. Bâri şimdi ihmâl etmeyelim!

Dipnotlar:

1-Tarihçe-i Hayatı, s. 131.

05.08.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Esma-i Hüsnâ'dan Vehhab ismi


A+ | A-

Cenâb-ı Allah, Vehhab’tır. Yani kullarına cömertçe veren, mahlûkâtının her ihtiyâcını umulmadık yerlerden bedelsiz ihsan eden, her isteyene karşılıksız, bol, bereketle ve cömertçe ikrâm edendir. Cenâb-ı Hak hastaya şifâ, dertliye devâ verir, musîbete düşene âfiyet hîbe eder, dalâlette olana hidâyet lütfeder, her duâ edenin dileklerini, hikmeti mûcibince yerine getirir.

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da: “Yoksa Azîz ve Vehhâb olan Rabb’inin rahmet hazîneleri onların yanında mıdır?”1 buyurur. Bir diğer âyette Hazret-i Süleyman’ın (as) şu dileği nakledilir: “Rabb’im, bana mağfiret et. Bana benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümrânlık hîbe et (ver). Şüphesiz Sen Vehhâb’sın’ demişti.”2 Şu âyette, duâ lâfzı içinde Vehhâb ismi de zikredilir: “Rabbimiz! Bize hidâyet lütfettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Katından bize rahmet hîbe et (ver). Muhakkak Sen Vehhâb’sın.”3

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, insan kendisine hayatı veren Allah’ı tanımalı, O’nun bütün kâinâtın hâkimi olduğunu bilmeli, varlığına ve birliğine şehâdette bulunmalı, isimlerinin bütün kâinâttaki cilvelerini tefekkür etmeli, ubûdiyetini hiçbir zaman eksik etmemelidir. Bunlar insan hayatının en mühim gâyeleridir. Bu gâyeleri insan, kendi hayatına verilen cüz’î ilim, küçücük kudret ve azıcık irâde gibi mikro ölçüdeki sıfat ve hallerini, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak, nihâyetsiz ve kâmil sıfatlarına ve mukaddes şuûnâtına birebir ölçü ve mukâyese yapmak sûretiyle kavrayabilir. Meselâ küçücük gücüyle, irâdesiyle ve bilgisiyle evini binâ eden adam, kâinâtı halk eden Cenâb-ı Allah’ın nihâyetsiz kudretini, küllî irâdesini ve sonsuz ilmini kolaylıkla idrâk eder. Başkalarına cömertçe vermeyi ve ihsân etmeyi seven insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinâtın üstündeki Vehhâb ismini anlamakta güçlük çekmez.4

Üstad Saîd Nursî’ye göre, maddî-mânevî lezîz nîmetlerini ihsân eden, her istediğini ikrâm eden, her dilediğini hîbe eden Cenâb-ı Hakk’a karşı insan; fiiliyle, hâliyle, sözüyle ve hattâ bütün duygularıyla şükür ve hamd ü senasını eksik etmemelidir. Gani-i Mutlak olan Cenâb-ı Allah’ın, sonsuz bir cömertlikle nihâyetsiz servetini ve hazînelerini insanın önüne serdiğinde şüphe yoktur. Öyleyse insan tazim ve senâ içinde, fakrını ve aczini tam hissederek Cenâb-ı Hak’tan hem istemeli, hem de O’na şükretmelidir.5

Yeryüzünün bütün sâkinleriyle, Hâlık’ının Vâcib’ül-Vücud ve Vehhâb-ı Rezzâk olduğuna şehâdet ettiğini beyan eden Üstad Hazretleri, dört yüz bin muhtelif bitki ve hayvan türlerine hayatî önemi hâiz bulunan ayrı ayrı cihâzların ve duyguların verilmesinin ve hiçbirinin hiçbir zaman ihmal edilmemesinin, Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetiştiğine delâlet ettiğini kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, hadsiz canlıların rızıklarının, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan rahîmâne ve kerîmâne verilmesi, Allah Teâlâ’nın rahmetinin her şeye şümûlünü ve hâkimiyetinin her şeye ihâtasını gösterir.6 Öyle ki, biz fakîriz, Cenâb-ı Hak ise Ganî-i Mutlak’tır. Fakrımızın eline, elimizin yetişmediği bir gınâ ve zenginlik verilmektedir. Veren, Ganî olan, sonsuz zengin olan Cenâb-ı Hak’tan başkası değildir. Nîmetlerini ihsân eden, arzû ettiklerimizi hîbe eden ve duâlarımıza cevap veren Cenâb-ı Hak’tır. Çünkü biz istiyoruz; istedikçe arzûlarımızın yerine geldiğini görüyoruz.7 Biz duâ ediyoruz, mağfiret talep ediyoruz; Vehhâb olan Cenâb-ı Hak günahlarımızı bağışlıyor; günahlarımızın yerine bize hidâyet, sevap, fazîlet ve feyiz lütfediyor.8

Dipnotlar:

1- Sâd Sûresi: 9.

2- Sâd Sûresi: 35.

3- Âl-i İmrân Sûresi: 8.

4- Sözler, s. 118.

5- Sözler, s. 298.

6- Lem’alar, s. 353.

7- Mektûbât, s. 234.

8- Mesnevî-i Nûriye, s. 113.

05.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

"Biz abi değil miyiz?"


A+ | A-

Yıl, 1996 ya da 1997…

İstanbul’da güz dönemi “Temsilciler Toplantısı” var.

Ankara’yı temsilen bir grup kafadar, eski model vasıtayla koyulduk yolumuza. Hava güzel, yol uzun, muhabbette kaynak var. Dünden, bugünden, hizmetlerden, siyasetten derken, vardık Sapanca’nın düzüne.

Gelelim meselenin özüne:

Arkadaşlar hep beraber dedik ki: “Duralım şurada biraz, hem istirahat ederiz, hem de kılarız namaz.” Durduk, yol boyu kahvesine. Namaz, niyazdan sonra, çay molası verildi. “Dört tane çay!” denildi.

Bahçedeki bir plâstik masaya bendeniz, İrfan Özçelik, Ömer Pektaş, bir de Metin Tez’imiz kurulduk şöylece, hepimiz.

Çaylar geldi masaya, şeker kaldı arkaya. Garsona seslendim: “Oğlum, şekerin yok mu?” Telâşla giden garson, getirdiği şekeri, avucundan masaya koyuverdi, ivedi. Masa naylon, üstü kir! Şekerler saçıldı, bir bir. Arkasından seslendim:

“Oğlum, hani tabağı, tası? Görmüyor musun pisi?” Garson, eliyle, o an gelen bir Mercedes otoyu göstererek: “Abiler geldi” dedi. Koştu gitti oraya. Kafamdan cıngı çıktı, seslendim delikanlıya:

“Bana bak! Biz, abi değil miyiz?”

Maksadını anladım.

Gelen, konforlu araba, içi de pek kalaba. Zahir, bahşiş onda dolgun. Bizim oto pek yorgun! 82 Audi, ona göre garipti. Bakıştık birbirimize, gülmek geldi her birimize. Hep beraber söylendik:

“Biz, abi değil miyiz?”

Garson kardeş espriyi fark etti, yanımızdan, bahşiş için çark etti. Fakat, fark edemediği bir şey, herkes Allah kuluydu!

Nasreddin Hoca’nın sözü, burada bir defa daha tahakkuk etti:

“Ye kürküm, ye!”

Hayatın her yerinde böyle şeyler oluyor. İnsanlar, bazı nâkıs kimselerden kılığına kıyafetine, verdiği ziyafetine, güttüğü siyasetine, velhâsıl; sırtındaki kürküne göre ilgi hürmet görüyor. Doğru mudur, yanlış mıdır? Hükmü sizler verin.

Ceket-pantolon çıkıyorsun çarşıya, veyahut varıyorsun bir kuruma; muhatabın en centilmen hitabı:

“Amca, dayı; hişt hişt!.”

Bir kıravat farkıyla o an çaptan düşersin. Bağlanınca kıravat, hemen değişir hitap: “Efendim” ya da “beyefendi” oluverirsin, hemen.

İlginç hâl! Her ne ise…

O gün, bu gün bu sözü pelesenk ettik dile, aramızda parola oluşturuldu bile:

Biz, abi değil miyiz?..

05.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Geçmiş zaman olur ki...


A+ | A-

Daha önce büyük bir yayınevinin sorumlularından biri olarak tanışıyorduk İsmet Beyle. Sonraları ortak bir yönümüzün de İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Korosunun bizden epeyce önceki talebelerinden olduğunu öğrenmiştim. Eski İstanbul beyefendisi derler ya, öyle bir zattı İsmet Elbaşı. Çok zamandır görüşemedik kendisiyle gerçi, ama yıllar önce bir dergide çıkan yazısını yeri gelmişken paylaşmak istiyorum. Eski İstanbul’dan yaşadığı bir hatırayı anlatıyor…

“1950‘li yıllar. O yıllarda Kumkapı Nişanca’sında oturuyorduk. Kumkapı Nişancası orta halli, orta kültürlü mütevazi insanların semti idi. Bu semtin sakinlerinin ortak özellikleri dindarlık ve edep idi. Nişanca’da çok sevilen bir Agâh Dede vardı. Agâh Dede, Türk Musikîsine aşina bir şahsiyet olup iyi de ney üflerdi. Küçücük dükkânında enstrümanlar tamir eder ya da satardı. O küçücük dükkân gelen seçkin ziyaretçilerle dolar, çok renkli sohbetler olurdu. Sohbetlerin ana teması ise genelde musikî idi. Daracık sokaklarda evlerden taşan tanbur, ney, ud ve kemençe seslerinin duyulduğu hasret dolu cümlelerle anlatılırdı. Kız istenirken Kerime Hanımın hangi enstrümanı çaldığının sorulduğunu söylerlerdi. Aynı zevatın rivayetine göre, enstrüman bilmeyen kızlar evde kalırmış. Hanımlar için en makbul sazlar ise daha çok ud ve kemençe imiş. Agâh Dede’den hiç unutamayacağım bir hatıra da babasının son demleri ile ilgili olanı idi: Babası rahatsızlanmış ve doktorlar yakınlarına hastanın ümitsiz olduğunu söylemişler. O ümitsiz günlerde babası Agâh’dan neyle bir segâh taksim istemiş. Agâh Dede ağlamamak şartıyla ney üfleyeceğini söyleyip kendisinin de etkilendiği bir segâh taksime başlamış. Bir ara göz göze gelmişler, babası ağlıyormuş. Agâh Dede ‘hani ağlamayacaktın’ deyince babası , ‘Ağlamıyorum gözlerim terledi ‘ diye cevap vermiş. Agâh Dedenin hatırası bittiğinde bizimde gözlerimizin terlediğini hissettik.’’

ŞİİR KİTAPLIĞI...

Yaristanbul - Ekrem Kaftan

Ezel ve ebed içre gönlümde yar İstanbul

Gönül verip sevdiğim gönlümü Yaristan bul.

Düşersem yarden ayrı, yalnız sana düşeyim

Ağyara meyledersem gönlümü yar, İstanbul.

Okuyanından ziyade şairinin daha bol olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Amatör bir heyecanla şiir yazanları takdir etmekle beraber hakikaten kendini okutmayı başarabilenlerin sayısının ise çok olmadığı ortada. Doğrusunu isterseniz, uzun süredir bir şiir kitabı okumamış olmanın eksikliğini Yaristanbul’u okuyunca fark ettim. Ekrem Kaftan’ı daha çok Zaman, Türkiye gibi gazetelerin kültür san'at sayfasındaki yazılarından tanıyordum. Yaristanbul’u imzalayıp verme nezaketini gösteren şairin dizelerini okumaya başlayınca elimden bırakmam pek de mümkün olmadı. Artık okurken tad alınabilecek nitelikte şiirlerin pek yazılamadığını düşünürken Ekrem Bey’in kitabı bu düşüncemi değiştirdi.

Kaftan, bugün Türkiye’de bir çok şairin cebri bir şöhrete sahip olduklarını, şiir okuyucusunun ekseriyeti tarafından alâka görmediklerini, gelenekten kopuşun hızlanmasıyla beraber Türk şiir okuyucusunun da şiirden kopuşunun hızlandığını söylüyor kitabının önsözünde. Şiir geleneğini bugünün imkânları ve şartları ölçüsünde yaşatmayı arzu ettiğini de sözlerine ekliyor. Ekrem Kaftan 1966 Denizli doğumlu. İ.Ü. İletişim Fakültesini bitirmiş. 1988 yılında başladığı gazetecilik hayatının yanı sıra ard arda kitaplarını da yayınlamaya başlamış; Yeryüzü Melekleri, Beyaz Zambak Gölgesinde, Gülistanbul’dan sonra Yaristanbul şairin şimdilik son kitabı olmuş. Yaristanbul, Osmanlı’ya Mersiye, Meçhul Sultana, Ağla, Sılaya Mektub, İstanbul Işıkları, Rabbim, Yare Gazel, Dilara, Elif ve Aşk gibi birbirinden güzel tam 110 adet şiirden oluşuyor. Kitabın sonunda şiirlerin içinde geçen bazı kavramların açıklaması ve lügatçe de var. Üslûbu, dili, Türkçe’yi kullanmaktaki ustalığı ile Yaristanbul hakikaten okunmaya değer çok güzel bir şiir kitabı.

İsteme adresi: Nesil Yayınları, 0(212) 551 32 25

BİR ŞİİR

Ezan-ı Muhammedi

Mukaddes bir sadaya tutunup geldim sana

Sen gark eyle Allah’ım beni sonsuz ihsana

Hangi diyar mülküdür okunan ezanların

Yıldızlar mı gökler mi ya cennet mi onların

Var mıdır cennetinde böyle sonsuz bir nida

Bu ezanın yolunda etsem mi cana veda

İsrafil’in suru da acep ezan gibi mi

Bilmem onu duyunca meşrık u mağribimi

İlâhî bu ezanı duyurupda beşere

Düşürme sen ukbada cehennem gibi yere.

Ekrem Kaftan / Yaristanbul

Gönülden Dile

“İslâm imiş devlete pa-bendi terakki

Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı.

İsnadı taassub olur mu merdi gayura

Dinsizlere tevcih seviyyet yeni çıktı

Eyvah! Bu baziçede bizler yine yandık

Zoraki ziyan ortada , bilmem ne kazandık.”

Ziya Paşa

05.08.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ahmet DURSUN

Adaleti beklerken


A+ | A-

“Adaletin bu mu dünya?” serzenişlerini sıkça işittiğimiz bir alemin içindeyiz. Bir mecaz-ı mürsel olan bu serzeniş, dünyadan çok kendi zalimliklerimize işaret etmektedir. Gerçekte, “asla zulmetmeyen, herkesin ve her şeyin hakkına tamamıyle riayet eden, hakkaniyetle hükmeden mutlak adil”in adaletle hükmettiği bir alemdeyiz.

İnsanlığın tarih boyunca ısrarla aradığı ve semavî kitapların da özellikle vurguladığı adalet Kur’ân’ın da dört esasından biri olarak, fark edemesek de, gözümüzün önünde bin bir cilvesiyle kendini göstermekte ve bizlere dersler sunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yola iletme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılan “adalet” kavramı, “İsm-i Adl”in bir cilvesi olarak yaradılışta da, insanın fizyonomik yapısı ve kainattaki uyumu, ahengi ve estetik görünüşü ifade etmektedir. Hz. Ömer’in ‘Adalet mülkün temelidir’ sözü de en çok buna işaret etmektedir. Günümüz mahkeme duvarlarını süsleyen bu sözün ontolojik anlamı, adaletin kainatın bütün cüzlerinde tecellisini gösterdiğidir.

Adalet her yerde ve her şeyde kendini gösterirken, insan çoğunlukla bu duygudan yoksundur. “Beşerin adli cılız/Dövülen mahkemeden kovulur, çünkü cılız” dedirtecek tarzda adalete güvensizlik duygusunu doğuran, insanın “zalim ve cahil” oluşudur. Kâinat kitabına dikkatli bir nazar, bu güvensizliği ebediyen ortadan kaldıracak ipuçlarıyla doludur. Misafiri olduğumuz bu dünyada hakim olan muvazene, mizan, tevzin; her şeyi ölçülü olan Adil-i Mutlak’ın tartısındaki hassasiyeti gösterir. Güneş sistemimizdeki hassas dengelerden dünyamızdaki bin bir harikalıklara kadar her şey bu hassas ölçü ve tartının bir yansımasıdır. Yağmur duasına kalkan avuçlara damlayan sular, çatlayan toprağa inen yağmur, ışığı arzulayan çiçeğe gülümseyen güneş, simurgayla birlikte bütün varlıklara sunulan nimet, hastalıklara sunulan şifa, yaşanabilir bir dünyanın anahtarını bize sunan nezafet… ismi-i adlin birer cilveleridir.

Kur’ân, bu mükemmeliyetin her yönüyle hayatımıza yansıyabilmesinin yolunu “Adalet-i mahza” ile ifade eder. “Birisinin hatası ile başkası cezalandırılamaz”, “Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Bir fert, umumun selameti için dahi feda edilmez. Toplumun selameti için ferdin hayatı veya hakkı feda edilemez. Hem bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez” şeklindeki Kur’ânî yaklaşım insanı merkeze alan bir yaklaşımın ifadesidir ve insanın fıtraten arzuladığı bir durumdur. Adaleti arayan “hukuk devleti”nin, hoşgörüden beslenen demokrasinin, cumhura dayanan bir cumhuriyetin dayanması gereken bir anlayıştır bu.

Bugünün Ergenekon tartışmalarında ümitsizliğe düşenler, “evet hayır”ların ifade ettiği anlamı tartışanlar, şehit cenazelerinin ardındaki taşeronları ve azmettiricileri merak edenler, 12 Eylül zindanlarında uğradıkları işkencelerin hesabının sorulamadığını düşünenler, ‘masum başbakanımızı ve bakanlarımızı zalimce sallandıranlar hak ettiği cezayı görmediler’ diye bağıranlar, “herkesin yaptığı yanına kâr kaldı” diyenler ism-i adl penceresinden bir bakışla bütün sıkıntılarını sona erdirebilirler. Zulmün başına geçirdiği adalet tacına karşı “zalimler için yaşasın cehennem” vurgusu az bir şey değildir.

Otoriter, totaliter vicdanların kendi varlıklarını devam ettirebilmek için meşruluklarını hukukla bağdaştırmaları, adaleti kendi çizdikleri sınırlar içine hapsetmeleri, kanunla zulmetmeleri, onların mutlak adaletle karşılaşmayacakları anlamına gelmemektedir. Mahkeme-i Kübra, bütün soruların cevabını bulacağı, bütün merakların giderileceği bir yer olarak bizleri davet etmektedir. Yalanla bezenmiş, canavarlaşmış siyaset olaylarının içinde olmak, merakla pis siyaset oyunlarını takip edip zulümlere alet olmak, adaletsizliğe bilerek ya da bilmeyerek taraftar olmak yerine, bize verilen emanete sahip çıkmaya çalışmak, emanetlere karşı adaletsizliğe düşmemek çabası içinde olmak daha karlı ve akıllıca olacaktır.

05.08.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İkiz kulelerin yanıbaşına cami!


A+ | A-

11 Eylül 2001’de saldırıya uğrayan İkiz Kuleler'in yakınına inşa edilmek istenen İslâm kültür merkezi, Amerikalıları hoşgörü testine tabi tutuyor.

Kulelerin bulunduğu alanın iki blok ötesindeki eski ve aynı saldırıda hasar gördüğü için kullanılmayan İtalyan stili binayı şimdi Müslümanlar camisi, spor merkezi ve toplantı salonlarıyla bir kültür merkezine dönüştürecek. Yüzme havuzu, basketbol sahası, lokanta, tiyatro ve sergi alanı da bulunacak merkezde.

Son başkanlık seçimlerinde başkan yardımcılığı için mücadele eden, gaflarıyla Amerikan kamuoyunun ilgisini çeken Sarah Palin, projeye en çok karşı çıkanlardan. “Burada cami yapmak gereksiz bir provokasyon” diye New Yorkluları kışkırtmaya çalışan Palin’e bazı Hıristiyan gruplar da destek veriyor. Güya 11 Eylül saldırıları İslâm adına yapılmış gibi, şimdi bunu terörizmin zaferi olarak göstermeye çalışan kışkırtıcılar, binanın inşa edileceği yerde gösteriler düzenliyor.

Bu grupların son umudu tarihî eserleri koruma kurulunun, mevcut binayı tarihî eser sayıp, inşaata izin vermemesiydi. Komisyon önceki gün oybirliği ile binanın kayda değer bir tarihî değeri olmadığına karar verince bu umutları da suya düştü.

İşin sevindirici tarafı, popüler kışkırtıcılara rağmen bir çok Amerikalının bu İslamofobiden etkilenmemiş olması. New York Belediye Başkanı da aklı selimle düşünenlerden. Başkan Michael Bloomberg, “şurası bir gerçek ki, eğer bu arsaya birisi kilise ya da sinagog inşa etmeye kalksaydı, bağırıp çağıran hiç kimse olmazdı” sözleriyle bu İslâm düşmanlarına karşı duruşunu gösterdi. Zaten belediye meclisi de, onayına ihtiyaç olmamasına rağmen, yapılan başvuru üzerine 13 katlı merkezin inşasını onayladı.

Peki aynı testi Türkiye’de yapsaydık, nasıl bir sonuç ortaya çıkardı? Belediye Meclisi böyle bir imar plan değişikliği yapıp, belediye böyle bir ruhsat verebilir miydi? Verirlerse halk ne gibi tepki gösterirdi? Aslında bu sorular bizim dinimizin öngördüğü müsamahaya sahip olup olmadığımızı da ortaya koyardı. Katolik Hıristiyanlığının merkezi Roma’ya cami yapılması bizi son derece sevindirirken, New York’taki cami inşaatına karşı çıkanlara kızarken, bizim bu tür faaliyetler karşısında ne kadar hoşgörüsüz olduğumuzu bazen unutuyoruz. Hatta bunları söylemek bile sizi “Hıristiyanlığın savunucusu” yaftasıyla yaftalanmaya götürebilir.

Evet, 11 Eylül saldırılarında yıkılan İkiz Kuleler'in iki blok yakınına cami yapılmasında New Yorklular hoşgörü sınavını geçti. İnşa edilecek kültür merkezinin aynı zamanda bir çok Amerikalının da –İnşallah- hidayetine vesile olmasını dilerken, bizim de samimiyet ve hoşgörü testlerinden aynı kolaylıkla geçebilmemizi temenni ediyoruz.

05.08.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Neden referandum?


A+ | A-

Yürürlükteki 28. senesini önümüzdeki 7 Kasım’da dolduracak olan 12 Eylül anayasasındaki ilk kapsamlı değişiklik, DYP-SHP koalisyonunun inisiyatifi ve diğer partilerin katılımıyla 1995 yazında gerçekleşmişti.

Öyle ki, DEP’in Başkanı Ahmet Türk de, Mecliste tek sandalyeye sahip BBP’nin lideri rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu da, aritmetik olarak onların vereceği oylara ihtiyaç olmadığı halde, anayasa paketi için sağlanan uzlaşmaya dahil edilmişti.

Maksat, değişiklikleri herkese mal etmekti.

Ve pakette, anayasanın başlangıç kısmındaki 12 Eylül övgüleri metinden çıkarılmıştı. Bunda da, paketin Meclise gelmesinden on ay kadar önce konuyu gündeme taşıyan Yeni Asya’nın çok önemli ve tarihî bir katkısı olmuştu. (Bkz. 23.2.08 tarihinde, gazetenin 39. yılına girerken verdiğimiz “Ses getiren manşetler” ekimiz, s. 5)

Ama başlangıçta yapılan ayıklama eksik kaldı.

“Hiçbir düşünce ve mülâhaza Atatürkçülük karşısında korunma görmez” şeklinde özetleyebileceğimiz kısma da el atılması icab ediyordu.

O aşamaya ancak altı yıl sonra, 2001’de gelinebildi. O dönemde iktidar olan Anasol-M koalisyonunun özellikle MHP kanadı bu ifadeye dokunulmaması için son âna kadar direndiği halde, AB’nin ısrarlı takip ve tazyiki ile ibare değişti.

“Hiçbir düşünce ve mülâhaza” kelimelerinin yerine “hiçbir faaliyet” ifadeleri konuldu ve böylece Atatürkçülüğün imtiyazlı konumu devam ettirilmiş oldu. Yani, demokrasi ayıbı sürüyor.

Oylanacak pakette de onunla ilgili birşey yok.

Ve Türkiye hâlâ bu ayıplı metni tümüyle kaldıracak kuvvetli bir irade ve kararlılığı bekliyor.

Anayasada daha sonra da başka değişiklikler yapıldı. 80 civarında maddesi değişti. Ama bunlar, darbe anayasası ile getirilen düzenin özüne ve esasına dokunmadığı için sıkıntı bitmedi.

Buna karşılık, söz konusu değişikliklerin büyük kısmı iktidar ve muhalefetin uzlaşmasıyla gerçekleştiğinden, referanduma gerek kalmadı.

1987’de siyasî yasaklar ve 2007’de cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle ilgili oylamalar hariç.

AKP iktidarında da, çoğu AB reformları çerçevesinde olmak üzere, anayasanın epeyce maddesi değiştirildi. Ve cumhurbaşkanını halkın seçmesine dair düzenleme ile 12 Eylül’de oylanacak paket dışında hiçbiri referanduma gitmedi. Çünkü Meclisten yeterli oy sayısı ile geçti.

Başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak serbest bırakma iddiasıyla yapılan ve 411 gibi rekor bir oyla kabul edilen değişiklik ise AYM’ye takıldı.

Şimdi gündemde olan pakete gelince, destek verdiği söylenen bağımsızları saymazsak, sadece AKP oylarıyla geçti ve kabul oyları 376’nın altında kaldığı için mecburen referanduma gidiyor.

Neden böyle olduğuna baktığımızda, garip çelişkiler görmekteyiz. Muhalefetin itiraz ettiği maddelerden parti kapatmayla ilgili olanı Meclisteki ikinci tur oylamada birkaç oy farkla düştü. AYM ve HSYK ile ilgili maddeler ise, iptali için götürüldükleri AYM’den vize aldı. Dolayısıyla bilhassa CHP için itiraz gerekçeleri kalktı.

Ama buna rağmen, evvelce “İtiraz ettiğimiz üç maddeyi çıkarın, diğerlerine biz de kabul oyu verelim” diyen anamuhalefet partisi, AYM kararı sonrasında “pakete hayır” kampanyası başlattı.

Aslında normal ve mâkul olan, özellikle AYM kararından sonra AKP ile CHP’nin bir araya gelip, konuyu referandumsuz çözecek bir formül üzerinde uzlaşmalarıydı. Ama maalesef olmadı.

Paket Meclise gelmeden ve geldikten sonra da mesele anlamsız bir inatlaşmanın konusu haline getirildi. AKP ve CHP liderlerinin birbiriyle görüşmeleri dahi “kamera şartı” gibi muhabbetlere kurban edildi. Partiler uzlaşmayı beceremediler.

Sonuçta AKP oylarıyla Meclisten geçen pakete “AKP anayasası” damgası vuruldu. Ve bunda AKP kadar, CHP başta olmak üzere diğer partilerin de çok ciddî bir payı ve sorumluluğu vardı.

Bu hal, 28 Şubat ürünü mevcut siyasî yapının çözüm üretmedeki tıkanıklığını da gösteriyor.

05.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.