Abdil YILDIRIM |
|
Risâle-i Nur kılcal damarlara işlemiş |
Üç aylık bir “Medrese-i şifâiye” (hastane) tahsilinden sonra, Şâfî isminin şifâsı ve dostların duâsı ile ayağa kalktım. Dizlerim titreyerek ilk adımlarımı atarken, yeni yürümeye başlayan bebekler gibi sevinçli ve heyecanlıydım. Aynı zamanda, yürüyebilmenin ne büyük bir nimet olduğunu daha derinden idrak etmiş oldum. Benim zannettiğim hiçbir şeyin aslında bana ait olmadığını daha iyi anladım. Dizlerim vardı, ama beni taşımıyordu. Ayaklarım vardı, ama ayağa kalkamıyordum. Ellerim ağzıma lokma taşımıyordu. Benim zannettiğim bu organlar, beynimin verdiği komutları yerine getirmiyordu. Hiçbirine sözüm ve hükmüm geçmiyordu. Bir kez daha anladım ki, benim dediğim hiçbir şey benim değilmiş. Ben bir emanetçiymişim. Asıl mal sahibi emir vermeden ve müsaade etmeden, onlar bana hizmet edemiyorlarmış. Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, hastalık denilen Hakk’ın memuru görevini ifâ etti, Şâfî ismi de imdadıma yetti ve Medrese-i şifâiyeden mezun olduk. Bu vesile ile hissemize düşen dersleri de alarak, önceleri ilmelyakîn bildiğimiz bazı hakikatleri aynelyakîn ve hakkalyakîn olarak idrak ettik. Yürümeye başladıktan sonra ilk işim seyahate çıkmak ve sıla-yı rahm etmek oldu. İki yıldır gidemediğim köyümü ziyaret etmek, dost ve akrabalarla hasret gidermek için memlekete gittim. Ve orada eski dostların yanı sıra eskimez bir dostla ve meftun olduğum bir sima ile karşılaştım. Önceki yıllarda köyüme gittiğimde gözlerim hep onu arardı. Kulaklarım hep onun sesini duymak isterdi. Ama her seferinde hayal kırıklığına uğrar, hüzünle köyümden ayrılırdım. Ama çok şükür bu defa ona kavuşmuştum. Kalbimi bir huzur, yüreğimi bir sevinç kapladı. “Demek sonunda buralara kadar geldin, hoş geldin, sefalar getirdin” diye sarıldım ve hasret giderdik. Yüreğim kabardı, gözlerim doldu. Bizim köy, Emirdağ’ına elli kilometredir. Köyümüz eskiden Emirdağ’ına bağlıydı. Her Salı günü, at arabası veya kamyonla Emirdağ’ına pazara gidilirdi. Ayrıca, doktora, mahkemeye, nüfus dairesine, tapu dairesine işi düşenler hiç eksik olmadığından, Emirdağ ile bizim köy arasında sıkı bir irtibat mevcuttu. İşte o yıllar, Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ’ında ikamet ettiği yıllardı. Ama buna rağmen, bu seneye kadar köyümüzde Bediüzzaman’ın kim olduğunu ve Risâle-i Nur’un ne olduğunu bilen kimse yoktu. Bediüzzaman ismini duyanlar çoktu, ama bazıları sıradan bir hoca olarak biliyor, bazıları da abartılı ve olağanüstü güçleri olan Hızır gibi birisi zannediyordu. “Ben Bediüzzaman’ı gördüm, dizlerine kadar inen bembeyaz sakalı vardı” diyenler bile çıkıyordu. Köyümüzün Nur’a bu kadar yakın olduğu halde karanlıkta kalması ve o Nur’dan istifade etmiyor olması, içimi sızlatıyordu. Her gittiğimde gözüm, bir Nur Talebesi arıyordu. Bu seneki ziyaretimde aradığımı bulmuştum. İkindi namazını kılmak üzere camiye gitmiştim. Namazı, genç bir hoca efendi kıldırıyordu. Farzın sonunda hoca efendi selâten tuncîna duâsını okumaya başladı. “Ve’l-âfât” derken ellerini ters çevirmesi ile gözlerim parladı. Yüreğimi bir sevinç kapladı. “Demek ki nur çiçekleri burada da açmaya başlamış” dedim ve hoca efendi ile tanışmak için namazın bitmesini heyecanla bekledim. Sonra da genç kardeşimle hasretle kucaklaştık. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi samimî ve sıcak bir kucaklaşma oldu. Cami avlusunda sohbete başladık. Benim hoca zannettiğim kardeşim, meğer kendi köyümüzden bir komşunun oğluymuş. Hoca efendi o gün izinli olduğu için bu genç kardeşim namaz kıldırmış. İstanbul’da üniversite okumuş ve orada Risâle-i Nur’larla tanışmış. Yanımızda bulunan eski bir arkadaşım, “Bu benim oğlan” deyince, sevincim bir kat daha arttı. “Demek ki bizim köyden de bir Nurcu hemşehrim çıkmış” diye sevincimi orada bulunan dostlarla paylaştım. İşte benim yıllardır aradığım ve hasretini çektiğim buydu. Kendi köyümden bir Nur Talebesinin çıkması ve burada bir ışık yakmasıydı. Avrupa’dan Asya’ya, Güney Afrika’dan Kuzey Amerika’ya, Brezilya’dan Kenya’ya kadar yayılan Risâle-i Nur, Konya’nın bir kasabasına daha yeni ulaşmıştı. Ama olsun, bu kadar hasretten sonra kendi köyümden bir Nur Talebesi ile karşılaşmak, benim için büyük bir mutluluk vesilesi olmuştu. Bizim köye bile Nurlar girdikten sonra, Risâle-i Nur ülkenin kılcal damarlarına işlemiş demekti. Bundan sonra memleketimizin imânî ve içtimâî dertlerinin daha çabuk şifa bulacağına olan inancım kuvvetlendi. Kur’ân’ın ilâçları kılcal damarlara kadar ulaştıktan sonra, dertlerin devâsı, hastalıkların şifası yakın demektir. Ümidim arttı, şevkim tazelendi.
NUR VERDİ Hiç yoktum, yokluktan çıkardı beni, Şu müzeyyen mülkünde bir yer verdi. Ruhuma giydirdi tenden bedeni, Akıl verdi, hayal verdi, sır verdi.
Gafildim, cahildim, bilemiyordum, Âcizdim, merhamet dileniyordum, Bir damla rahmetin yeter diyordum, Sağanak sağanak yağmurlar verdi.
Dünya sarayının odalarında, Misafir eyledi sofralarında, Dalların eliyle tablalarında, Elma verdi, ayva verdi, nar verdi.
Kullarına nazarı bir rahmettir, Rahmetinin her zerresi servettir, Benim Rabbim hem Gâni, hem cömerttir, Bir çiçek istedim, bir bahar verdi.
Yolumu şaşırdım, gaflete daldım, Fetret asrındaydım, kararsız kaldım, Gönlümde yakacak bir mum aradım, Güneş gibi Risâle-i Nur verdi. (A.Y) 04.08.2010 E-Posta: [email protected] |