04 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Gecemizi aydınlatan kandil


A+ | A-

Astronomi veya coğrafya kitabı olmayan Kur’ân-ı Kerîm’inde Cenâb_ı Hak, yarattığı çoğu mahlûkatından bahseder. Fakat onlardan bahsetmesi zatları hesabına değil, ne vecihle Allah’ın varlık ve birliğine şahitlik yapıyor, bunu ispatlamak içindir. Bu îtibarla, Kur’ân_ı Hakîm’in kâinattan bahsetmesi istidradî ve dolayısıyladır. Onun için teferruâta inmez ve fenciler gibi maddî bilgilere girmez.

54. sûre olan Kamer Sûresi de bu cümledendir. Her gece semâ yüzünü aydınlatan, geceleri yeryüzüne kandillik vazifesi yapan ve şairlerin şiirlerinde güzellik simgesi olan ay da Kur’ân_ı Kerim’de yer almıştır. Yasin Sûresinin 39. âyetinde meâlen “Aya gelince, onun için de menziller tayin ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir” buyurulmuştur.

Ay, dünyanın etrafında eş zamanlı olarak dönmektedir. Onun için her zaman aynı yüzü dünyaya dönüktür. İnce hilâl şeklinden başlayıp dolunay haline gelen ve sonra küçüle küçüle yeniden hilâl şekline bürünerek bize takvimcilik yapan ay, dünyamızın tek uydusudur. Dünya ile arasındaki mesafe, ortalama 384.000 km’dir. Ortalama çapı 3.474 kilometre, ortalama yarı çapı 1.737 kilometredir. Çekim gücü dünyanın altıda biri kadardır. Ay gündüzü 107 santigrat derece, gecesi –153 santigrat derecedir. Bu yüzden ayda canlıların yaşaması mümkün değildir. Dünyadakine benzer bir hayat ayda yoktur.

İnsanlık tarihi boyunca ay, şiirlere, hikâye ve romanlara konu olmuştur. İnsanlık, ayda hayat olup olmadığını hep merak etmiş ve oraya gitmek için heves etmiştir. Önce, hayâl edilen bu arzu için çalışılmaya başlanmış ve insansız bir uzay aracı olan Luna_2’yi Ruslar aya ulaştırmıştır. Ancak bu araç, aya çarparak inebilmiştir. Tarih 12 Eylül 1959 idi. Bu yarışa Amerikalılar da dahil oldu. Defalarca gönderilen Apollo uzay araçlarından Apollo_11 uzay aracı, ilk insanlı inişi gerçekleştirdi. Tarih 16 Temmuz 1969’du. Üç astronottan biri ve araç komutanı olan Neil Armstrong, 21 Temmuz 1969 tarihinde ayda yürüyen ilk insan oldu. Ayda, yeryüzündeki gibi hayat ve canlılar olmadığı fiilen görüldü. Bu olayı otuz dokuz sene önce haber veren Bediüzzaman Hazretleri “Şimdi sen dahi, ey katre içine giren hakîm feylesof! Şimdi senin katre_i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere (aya) kadar terakkî ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulûmatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin (çalışman) beyhude, ilmin faydasız gitti.” (24. Söz, s. 543) Gerçekten bütün çalışmaların neticesi bir torba taşla dönmek oldu. Kendi zatında ışığı olmayan ay, güneşten aldığı ışığı yansıtan bir ayna gibidir. Suyu ve atmosferi olmayan ay, çekim gücüyle denizlerdeki gel_git olaylarına vesile olduğu gibi, daha nice faydalı hizmetlerde istihdam edilmektedir. “Güneşi ve ayı size hizmetkâr kıldım” diyen Allah (cc), insana verdiği değeri nazara vermekte ve sayılamayacak kadar çok nimetlere mazhar kıldığını ferman ederek, bu nimetlere karşı şükür istemektedir.

“Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar bir mu'cize görseler yüz çevirir ve ‘Bu kuvvetli bir sihirdir’ derler.” (Kamer Sûresi: 1_2) Hazret_i Peygamber’i (asm) yalanlayan Kureyş müşrikleri, ondan bir mu'cize göstermesini ve Ay’ı ikiye bölmesini istediler. Kendilerince olmayacak bir şey isteyerek onu zor duruma düşüreceklerdi. Allah Resûlü (asm) şehadet parmağıyla Ay’a işaret etti ve aşağıya doğru bir çizgi çizdi, herkesin dehşet bakışları altında Ay ikiye yarıldı ve bir müddet sonra tekrar birleşti. Ertesi gün, Şam ve Yemen taraflarından gelen kervanlar da böyle bir olayı gördüklerini söyleyince müşrikler bu mu'cizeyi inkâr edemediler ve “Yetim_i Ebu Talib’in sihri semaya da tesir etti” dediler. Bediüzzaman “Büyük bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi Ay’ın ikiye yarılması mümkündür” der. Çektikleri fotoğraflarda ayı çepeçevre kuşatan bir krater dizisi gören ilim adamları “Ayda, milyonlarca yıl önce volkanik bir patlama olmuş” dediler. Halbuki, milyonlarca yıl önce dedikleri olay, 1400 sene önce gerçekleşen mu'cizeydi.

“Ne Güneş Ay’a yetişir, ne gece gündüzü geçer. Hepsi de kendi yörüngelerinde akıp giderler.” (Yasin Sûresi Âyet: 40) Çok ince hesaplarla planlanan bu semavî varlıkları seyrederken, onları planlayıp belli yörüngelerde döndüren Sonsuz Kudret Sahibi olan Allah (cc) düşünülmeli değil mi?

Tefekkür için mehtaplı geceler bizi bekliyor. Özellikle, Barla’dan mehtabın seyri bir başkadır. Aksu Dağları’nın ufkundan doğup, Eğirdir Gölü’ne yansıyan dolunayın yakamozlarının seyrine doyum olmuyor...

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Risâle-i Nur kılcal damarlara işlemiş


A+ | A-

Üç aylık bir “Medrese-i şifâiye” (hastane) tahsilinden sonra, Şâfî isminin şifâsı ve dostların duâsı ile ayağa kalktım. Dizlerim titreyerek ilk adımlarımı atarken, yeni yürümeye başlayan bebekler gibi sevinçli ve heyecanlıydım. Aynı zamanda, yürüyebilmenin ne büyük bir nimet olduğunu daha derinden idrak etmiş oldum. Benim zannettiğim hiçbir şeyin aslında bana ait olmadığını daha iyi anladım. Dizlerim vardı, ama beni taşımıyordu. Ayaklarım vardı, ama ayağa kalkamıyordum. Ellerim ağzıma lokma taşımıyordu. Benim zannettiğim bu organlar, beynimin verdiği komutları yerine getirmiyordu. Hiçbirine sözüm ve hükmüm geçmiyordu. Bir kez daha anladım ki, benim dediğim hiçbir şey benim değilmiş. Ben bir emanetçiymişim. Asıl mal sahibi emir vermeden ve müsaade etmeden, onlar bana hizmet edemiyorlarmış.

Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, hastalık denilen Hakk’ın memuru görevini ifâ etti, Şâfî ismi de imdadıma yetti ve Medrese-i şifâiyeden mezun olduk. Bu vesile ile hissemize düşen dersleri de alarak, önceleri ilmelyakîn bildiğimiz bazı hakikatleri aynelyakîn ve hakkalyakîn olarak idrak ettik.

Yürümeye başladıktan sonra ilk işim seyahate çıkmak ve sıla-yı rahm etmek oldu. İki yıldır gidemediğim köyümü ziyaret etmek, dost ve akrabalarla hasret gidermek için memlekete gittim. Ve orada eski dostların yanı sıra eskimez bir dostla ve meftun olduğum bir sima ile karşılaştım. Önceki yıllarda köyüme gittiğimde gözlerim hep onu arardı. Kulaklarım hep onun sesini duymak isterdi. Ama her seferinde hayal kırıklığına uğrar, hüzünle köyümden ayrılırdım. Ama çok şükür bu defa ona kavuşmuştum. Kalbimi bir huzur, yüreğimi bir sevinç kapladı. “Demek sonunda buralara kadar geldin, hoş geldin, sefalar getirdin” diye sarıldım ve hasret giderdik. Yüreğim kabardı, gözlerim doldu.

Bizim köy, Emirdağ’ına elli kilometredir. Köyümüz eskiden Emirdağ’ına bağlıydı. Her Salı günü, at arabası veya kamyonla Emirdağ’ına pazara gidilirdi. Ayrıca, doktora, mahkemeye, nüfus dairesine, tapu dairesine işi düşenler hiç eksik olmadığından, Emirdağ ile bizim köy arasında sıkı bir irtibat mevcuttu. İşte o yıllar, Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ’ında ikamet ettiği yıllardı. Ama buna rağmen, bu seneye kadar köyümüzde Bediüzzaman’ın kim olduğunu ve Risâle-i Nur’un ne olduğunu bilen kimse yoktu. Bediüzzaman ismini duyanlar çoktu, ama bazıları sıradan bir hoca olarak biliyor, bazıları da abartılı ve olağanüstü güçleri olan Hızır gibi birisi zannediyordu. “Ben Bediüzzaman’ı gördüm, dizlerine kadar inen bembeyaz sakalı vardı” diyenler bile çıkıyordu. Köyümüzün Nur’a bu kadar yakın olduğu halde karanlıkta kalması ve o Nur’dan istifade etmiyor olması, içimi sızlatıyordu. Her gittiğimde gözüm, bir Nur Talebesi arıyordu.

Bu seneki ziyaretimde aradığımı bulmuştum. İkindi namazını kılmak üzere camiye gitmiştim. Namazı, genç bir hoca efendi kıldırıyordu. Farzın sonunda hoca efendi selâten tuncîna duâsını okumaya başladı. “Ve’l-âfât” derken ellerini ters çevirmesi ile gözlerim parladı. Yüreğimi bir sevinç kapladı. “Demek ki nur çiçekleri burada da açmaya başlamış” dedim ve hoca efendi ile tanışmak için namazın bitmesini heyecanla bekledim. Sonra da genç kardeşimle hasretle kucaklaştık. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi samimî ve sıcak bir kucaklaşma oldu. Cami avlusunda sohbete başladık. Benim hoca zannettiğim kardeşim, meğer kendi köyümüzden bir komşunun oğluymuş. Hoca efendi o gün izinli olduğu için bu genç kardeşim namaz kıldırmış. İstanbul’da üniversite okumuş ve orada Risâle-i Nur’larla tanışmış. Yanımızda bulunan eski bir arkadaşım, “Bu benim oğlan” deyince, sevincim bir kat daha arttı. “Demek ki bizim köyden de bir Nurcu hemşehrim çıkmış” diye sevincimi orada bulunan dostlarla paylaştım.

İşte benim yıllardır aradığım ve hasretini çektiğim buydu. Kendi köyümden bir Nur Talebesinin çıkması ve burada bir ışık yakmasıydı. Avrupa’dan Asya’ya, Güney Afrika’dan Kuzey Amerika’ya, Brezilya’dan Kenya’ya kadar yayılan Risâle-i Nur, Konya’nın bir kasabasına daha yeni ulaşmıştı. Ama olsun, bu kadar hasretten sonra kendi köyümden bir Nur Talebesi ile karşılaşmak, benim için büyük bir mutluluk vesilesi olmuştu. Bizim köye bile Nurlar girdikten sonra, Risâle-i Nur ülkenin kılcal damarlarına işlemiş demekti. Bundan sonra memleketimizin imânî ve içtimâî dertlerinin daha çabuk şifa bulacağına olan inancım kuvvetlendi. Kur’ân’ın ilâçları kılcal damarlara kadar ulaştıktan sonra, dertlerin devâsı, hastalıkların şifası yakın demektir. Ümidim arttı, şevkim tazelendi.

NUR VERDİ

Hiç yoktum, yokluktan çıkardı beni,

Şu müzeyyen mülkünde bir yer verdi.

Ruhuma giydirdi tenden bedeni,

Akıl verdi, hayal verdi, sır verdi.

Gafildim, cahildim, bilemiyordum,

Âcizdim, merhamet dileniyordum,

Bir damla rahmetin yeter diyordum,

Sağanak sağanak yağmurlar verdi.

Dünya sarayının odalarında,

Misafir eyledi sofralarında,

Dalların eliyle tablalarında,

Elma verdi, ayva verdi, nar verdi.

Kullarına nazarı bir rahmettir,

Rahmetinin her zerresi servettir,

Benim Rabbim hem Gâni, hem cömerttir,

Bir çiçek istedim, bir bahar verdi.

Yolumu şaşırdım, gaflete daldım,

Fetret asrındaydım, kararsız kaldım,

Gönlümde yakacak bir mum aradım,

Güneş gibi Risâle-i Nur verdi.

(A.Y)

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kur’ân hakkında teknik bazı bilgiler ve kampanya


A+ | A-

Rahmet, mağfiret, zikir ayı olan Ramazan-ı Şerif’te gazetemiz Yeni Asya’nın herkese vereceği Kur’ân-ı Kerim ve onun muhteşem tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Mu’cizat-ı Kur’âniye eserlerinden Kur’ân hakkında pekçok bilgiye ve muhteşem mu’cizelerine ulaşabiliriz.

Ve abone yaparak “Essebebü kel fâil (Sebep olan, vesile olan yapan gibidir)” sırrınca, yapılan ibadetler, kazanılan sevaplar aynen bizim defterimize de geçiyor.

Kur’ân’a imanın şükrü, onu başkasına ulaştırmak, okutmakla da yapılır.

Nice akrabalarımız, dostlarımız, arkadaşlarımız, komşularımız buna muhtaç değil mi? Bunlara yemek verirseniz, karınlarını doyurursunuz. Kur’ân hediye ederseniz, ebedî hayatlarını kurtarırsınız ve ebedî sofralarda ziyafet kavuşmalarına sebep olabilirsiniz.

Dünya ve âhiret hayatının bütün safhalarının mukaddes haritası Kur’ân’ın birkaç özelliğini sıralayalım:

* Kur’ân; Cebrail (as) vasıtasıyla Hz. Muhammed’e (asm), 610 yılının Ramazan ayında başlamak üzere âyet âyet, sûre sûre indirilmiş.

* 22 yıl, 2 ay, 22 günde tamamlanmış. 12 yıl 5 ay 13 günü Mekke’de; 9 yıl 9 ay 9 günü ise Medine’de gerçekleşmiştir.

* Kur’ân’da 6666 âyet, 114 sûre mevcuttur.

* Mekke döneminde indirilen ve daha çok “imân, inanç” esaslarını işleyen âyet veya sûrelere “Mekkî”; Medine döneminde indirilen ve daha ziyâde “ibâdet, muamelât ve ahlâka” dair konuları işleyen âyet ve surelere “Medenî” ismi verilir.

* İlk nâzil olan âyet “İkra...” (Oku!) âyeti; ilk nazil olan sûre “Müddessir” veya “Fatiha”; son indirilen sûre “Nasr”dır.

* Kur’ân-ı Kerim ilk olarak Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına inmiş, oradan da bir soru veya sebeple tedricî olarak nâzil olmuştur.

* Yaklaşık 1000 âyet tevhid, 1000 âyet nübüvvet, 1000 âyet haşir, 1000 âyet ibadet ve adalet, 780 civarında âyet akıl, ilim, tefekkür, 250 ahkâm âyeti yer alır.

* Allah lâfzı 2500 küsûr, İslâm kelimesi 100 civarında geçer.

* Tevbe Sûresi hariç, her birisinin başında besmele yer alır. Son nâzil olanlardan olan bu sûrenin başında besmelenin yer almamasının bir sebebi şudur:

Müşriklerle bütün alâkanın kesildiğini bildirerek başlar; müşrik ve ehl-i kitaba karşı muâmelenin esaslarını bildirir; münâfıkların hile ve desiselerini teferruâtlı bir şekilde açıklar. Onlara karşı şiddetli tehditler ihtivâ ettiği ve müşriklere karşı harp ilânı ile başladığı için; rahmet, emniyet ve selâmeti ifâde eden besmele bu sûrenin başında yer almamıştır.

* Peygamberimizin (asm) 42 vahiy kâtibi vardı. En meşhurları, Mekke’de Abdullah b. Sa’d; Medine’de ise Übey ibni Kab’dır. Kur’ân âyetleri kâğıt, bez, deri parçaları, taş, tuğla, kürek kemikleri üzerine yazılmıştır.

* Sebeb-i nüzul: Kur’ân-ı Kerim, bazen âyet-ayet, bazen de sûreler hâlinde parça parça inerek 23 senede tamamlandı. Ayetler, çoğu zaman bir soru veya bir olay üzerine inerdi. Âyetlerin inmesine sebep olan soru ve olaylara “sebeb-i nüzûl” denir.

* Âyet: Kelime anlamı, işaret, delil, alâmet demektir. Istılâhta, Kur’ân-ı Kerim’deki cümle veya cümleler hâlindeki vahiylere denir. Âyetler, bir tek kelimeden oldukları gibi, bir sayfa uzunluğunda âyetler de vardır.

* “Mukattaât-ı suver veya hurûf-u mukattaa” kesik harfler, şifreler 29 sûrenin basında geçen 14 harftir. İkisi Medenî, 14’ü ise Mekkî sûrelerde geçer. İslâm âlimleri, müteşabih olan bu harflerin dikkat çekmek, remiz, şifre, sûre isimleri ve Hz. Peygamber (asm) ile Rabbimiz arasında bir sır olduklarını belirtir.

* Sûre; yüksek makam, derece, şeref, alâmet mânâsına gelir. Birkaç âyetin birleşmesinden meydana gelen bölümlerdir. Sûrelerin en uzunu 286 âyet ile Bakara, en kısası 3 âyet ile Kevser’dir.

* En büyük ve son peygamber Hz. Muhammed (asm) vasıtasıyla insanlığa gönderilen son İlâhî mesaj Kur’ân-ı Kerim, Hz. Âdem’den (as) ona kadar gelen bütün peygamberlerin de mesajlarını ihtiva eder.

04.08.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Yemin bozma kefareti


A+ | A-

Hüseyin Gültekin: “Yeminin çeşitleri ve kefareti hakkında bilgi verir misiniz? Bu hastaneye uğramayacağım diye yemin eden birisi; yıllar sonra söz konusu hastanenin kadrosu, sahibi ve hastane adı değişmiş olsa ve bina yenilenmiş olsa aynı yemini geçerli olur mu? Yoksa yemininin güncelliği geçmiş mi olur? Bu durumda söz konusu hastaneye uğrasa kefaret ödemesi gerekir mi?”

Yemin, bir işi yapmak veya yapmamak hususunda ileri sürülen bir iddiayı kuvvetlendirmek için Allah’ın isim veya sıfatlarından birisini şahit tutmak veya kutsal sayılan bir değere yemin ifadesiyle sığınmaktır. Önemli bir ihtiyaç yokken, normal durumlarda yemin etmemelidir. Dili yemin alışkanlığından kurtarmalı, her zaman sadeliği ve doğruluğu esas almalıyız.

Ancak bazen, ciddî, hassas ve önemli görülen konulara bağlı olarak yemin bir ihtiyaç olur. Bu durumda da yemin doğru sözümüzü teyit eden bir şemsiye olur. Aksi takdirde olur olmaz şeylere yemin etmek ve yemini bir sakız gibi ağzımızda çiğneyip durmak mekruhtur.

Üç çeşit yemin vardır. Bunlar:

1- Lağv yemini.

2- Geçmişe dönük haberleri doğrulamak amacıyla yapılan yeminler.

3- Geleceğe dönük akit ve sözleşmeleri kuvvetlendirmek için yapılan yeminler.

Bunlara sırayla temas edelim:

1- Lağv Yemini: “Lağv” tabiri Kur’ân’a aittir. Kur’ân, “doğru olduğu sanılarak, dil alışkanlığı ile veya yanlışlıkla” yapılan yeminleri bu tâbirle zikreder. Ve bu tür yeminlerden dolayı sorumluluk olmadığını bildirir. Âyet şöyledir: “Allah sizi lağv türü yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz. Lâkin bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafûrdur, halîmdir.” 1

Lağv yeminine “alışkanlık yemini” de denebilir. Kişinin dilinin kasıtsız ve bilinçsiz olarak yemin cümlesine kayması ve takılıp kalması bu cümledendir. Bu, bir yemin sayılmaz. Çünkü bu tür yeminler bir işi sağlama almak veya ispatlamak kastıyla yapılmış değildir. Bunlar, mânâsı düşünülmeden, kendiliğinden ağızdan çıkıveren sözlerden ibârettir. Meselâ herhangi bir konuşma sırasında ikide bir “Evet, vallahi... Hayır, vallahi” gibi sarf edilen sözler lağv sözleridirler. Yemin değildirler. Bu sözlerin kefareti, mümkün mertebe dili bu sözlerden temizlemektir.

2- Geçmişe dönük haberleri teyid eden yeminler. Bu tür yeminlere fıkıh dilinde “gamûs yemini” de denmektedir. “Vallahi ben falan işi yaptım” veya “Allah’a yemin ederim ki, ben o kişiyi görmedim” gibi yapılan yeminler bu türdendir. Geçmişe dönük sözlerle ilgili yapılan yeminlerin şer’î mânâda yemin olduğunun delili şu âyettir: “O sözleri söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar.” 2

3- Geleceğe dönük akitleri ve verilen sözleri kuvvetlendirmek için yapılan yeminler. Bu tür yeminlere de fıkıh dilinde “Mün’akit yemin” denmiştir. “Vallahi şu işi yapacağım”, “Billahi oraya girmeyeceğim” gibi ifâdelerle, gelecekle ilgili işlere dönük verilen sözleri kuvvetlendirmek için yapılır. Peygamber Efendimiz’in (asm), “Allah’a yemin ederim ki, ben Kureyş’e savaş açacağım” 3 sözü gelecekle ilgili yapılan yemine bir örnektir.

Lağv yemini için kefaret gerekmiyor. Fakat dili böyle alışkanlıklardan temizlemek gerekiyor.

Diğer yemin türlerine gelince: Gerek geçmişe dönük haberlerle ilgili yalan yere bilerek yapılan yeminler için, gerekse geleceğe dönük akit ve sözleşmelerle ilgili yalan yere bilerek yapılan yeminler için kefaret ödemek Allah’ın emridir, yani farzdır. Bu tür yeminlerle eğer birisine zarar vermişsek ve bir kul hakkını ihlâl etmişsek, önce zararı telâfi etmeli, kul hakkını ortadan kaldırmalı; sonra adamla helâlleşmeli; ardından da tövbe ederek yeminin kefaretini ödemeliyiz.

Yeminin kefareti için sırayla: 1- On fakiri yedirmek, 2- On fakiri giydirmek, 3- Mü’min bir köle âzâd etmek şıklarından herhangi birisi tercih edilir. Eğer bunları yapmaya imkân bulunamaz veya bunlara güç yetirilemezse, yalan yere yapılan her bir yemin için üç gün oruç tutulur. 4

Yemin eğer bir farzı terk etmeye, Müslümanlar arası barışı bozmaya, Müslümanların zararına, bir musîbetin gelmesine veya bir menfaatin engellenmesine sebep olacak şekilde yapılmışsa; yemin bozulur, yani yemine uyulmaz ve yapılan yemin için kefaret ödenir.

“Bu hastaneye gitmeyeceğim” diye yemin etmek, esasen kendini bir menfaatten mahrum etmeye yönelik bir yemindir. Aslında böyle mahrumiyet yeminleriyle insanın kendi kendisini ve geleceğini bağlamasına lüzum yoktur. Bu tehlikelidir. Hoşuna gitmiyorsa gitmez. Ama bir şekilde yemin yapılmışsa, ihtiyaç olduğunda yemin bozulur ve kefaret ödenir.

Böyle yıllar sonra kadrosu, sahibi, yönetimi, adı ve binası değişmiş olan bir kurumu yeni bir kurum saymak ve yeminin bu yeni kurumu kapsamadığını düşünmek mümkündür. Fakat kefaret ödemenin gündemden kalktığı kanaatine varılsa bile, yapılan yeminin kefaretini ihtiyaten ödemek faziletten ve bereketten hâlî değildir. Çünkü kefaretin hangi şıkkı olursa olsun, ibadet yapılmış olacaktır.

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/225, 2- Tevbe Sûresi, 9/74. 3- Ebû Dâvûd, 3285, 4- Mâide Sûresi, 5/89.

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Risâle-i Nur’a güveniyoruz


A+ | A-

Risâle-i Nur okurken, Bediüzzaman Said Nursî’nin kuvvetli bilgeliğinden ve basiretli fikirlerinden dolayı kendimi büyülenmiş hissediyorum.

Risâle-i Nur eserleri bana kelimenin tam mânâsıyla doğru bir Müslüman olmanın reçetesini sunuyor: Tefekkürden bilgiye, bilgiden tasdiğe, tasdikten iman veya inanca, inançtan da teslimiyete götürüyor...

Bu yolda eğitimimde ve inancımda ilerlerken, her geçen gün, tıpkı her gün güneşin doğması gibi, ilâhî hakikatin tecellisinin üzerimde parıldadığını görüyorum. Ve bu ilâhî hakikat asla sönmeyecek bir ışık gibi... Tıpkı gün boyunca güneş ışınlarıyla aydınlanmamız ve gece olunca da ayın nuruyla nurlanmamız gibi daimî ve sürekli bir aydınlanmadır... İşte o ışık Risâle-i Nur’dur ki, benim imanımı aydınlatmış, Müslüman olmam için gereken bilgiyi vermiş ve beni basit ve taklidi bir imandan kurtarmıştır.

Bir Müslüman olarak, Amerikalılara İslâmı sunmak için yapmam gerekenleri hep düşünürüm... Wisconsin’de Risâle-i Nur hizmetine başladıktan sonra, bu meseleyi tekrar tekrar düşündüm ve sonunda şu neticeye vardım ki, Wisconsin’de ve pek tabiî ki geneli itibariyle Amerika’da bizim bu hizmetimiz sayesinde bir çok fütuhatlar yaşanabilir, ama henüz çabalarımız bunu sağlamak için yeterli değil. Kesinlikle, biz inanıyoruz ki İslâmiyet inancı Müslümanlar için herşeydir. Bizim inancımız, İslâmın anlaşılması ve doğru yorumlanması üzerine bina edilmektedir, ancak bir çok inançsız insan için bu pek bir anlam ifade etmeyebilir.

Batı’da İslâmı inanmayan insanlara tanıtmak için yazılan kitaplar tamamen Batılı bir zihniyete göre yazılmış kitaplardır. İnançları harekete geçiren nosyonlar ise ya örtülmüş yahut yok sayılmıştır... Bu ise inanmayan bir insana kesinlikle faydalı bir bilgi sunmamaktadır.

Bu sebeplerden ötürü, Batı dünyası benim gözümde, güneşin ışığının sönmesi yahut insanları karanlıklarda bırakan ve dinî inançlardan uzaklaştıran bir ay tutulması metaforundan öteye geçmemektedir. Karanlık Batı’da hızla yayılmaktadır çünkü Batılıların çoğu gerçeklerden ve imandan hızla uzaklaşmakta, Bediüzzaman Said Nursî’nin önemle işaret ettiği “firavunlaşma” mânâsında, iman hakikatlerini hayatından silip süpürmektedir.

Amerikan kültüründe, insan için tek referans kendisidir, kendini, kendi kâinatının merkezinde görür ve hayatındaki tek geçerli kriter kendi sefil hayatıdır. Batı kültürü adeta insana Esma-ül Hüsna kıyafetlerini çalıp kendi üzerine giyme hakkı tanır ve insan bu şekilde “İlâh” kılığına girmeye çalışır. Zenginlikten, egodan ve firavunluktan dolayı Batı insanı kendi hayat tarzının biz Müslümanların inandığı ideal hayat tarzına uygun olduğu yanılgısına kapılır. Problem şudur ki, Batılı düşünceler ve hayat tarzı asla ve asla İslâma uygun olmamıştır ve olamaz...

Tarihe şöyle bir bakarsak, asırlardan beridir Batılı insanların bütün dünyayı kendi mülkleri gibi gördüklerini ve bütün hayatlarını elde ettikleri varlığa varlık katmakla harcadıkları görülecektir. Batı insanı fıtratındaki Yaratıcı’yı tanıma ve O’nu sevme kabiliyetini bastırmış ve aslında tek başına kaldığında zayıf ve güçsüz bir hiç olduğu gerçeğini kibriyle göz ardı etmiştir.

İşte bizim Risâle-i Nur’u kendilerine getirmek istediğimiz bu seküler ve bencil toplum bütün katmanlarıyla insanı körleştirmek ve aptallaştırmak için tasarlanmıştır. Bunun için biliyoruz ki, en başta “Ene” hastalığına çare bulunmalıdır. Bu hastalığa yakalanmış birine, İslâmın öngördüğü ekonomi ve adalet sisteminin en eşitlikçi ve en adil sistem olduğu gerçeğini anlatmak kesinlikle mümkün değildir. Batı dünyası yakalanmış olduğu kanser hastalığından artık topraklarını fethederek veya işgal ederek kurtarılamaz. Bunun için gereken şey ise Risâle-i Nur’dur... Said Nursî’nin sözlerinde gizli saklı hiçbir şey yoktur, herşeyi apaçık önümüze koyar: İman ya da imansızlık; ebedî saadet ya da ebedî sefalet; kurtuluş ya da azap; cennet ya da cehennem... Bu dünyada ve öteki dünyada...

Amerika’daki Müslümanlar olarak bizler, Risâle-i Nur’un her üniversitede okutulması gerektiğini haykıracağız. Bunu gerçek kılmak için de Amerika’da Yeni Asya hizmetlerini yürütecek bir mekanizmanın hayata geçirilmesinin heyecanını yaşıyoruz. Bunu gerçekleştirirsek ve eğer Bediüzzaman Said Nursî’nin de Amerika’da bir hanesinin, bir adresinin olmasını temin edersek, şüphesiz bu Allah’ın izni ve iradesiyle olacaktır...

TERCÜME: UMUT YAVUZ

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Tatil notları


A+ | A-

Rüzgârın incitmekten korka korka taşıdığı kekik kokusunu içime çektim. Bu koku bana her zaman çocukluğumu hatırlatır. Tatile geldiğimiz beher yaz mevsimi; gunagun çiçeklerle bezeli tarlalar, elma bahçeleri ve hudutları olmayan emsalsiz hayallerle evcilik oynarken o esrik kekik kokusu salınıverirdi bütün dikkatleri çekerek. Cırcır böceklerinin sesi kuşların cıvıldamalarına karışırdı. Gece, gökyüzünde parlayan ne çok yıldız vardır; kepçeye benzer görünümüyle hemen fark ederdik Büyük Ayı takımyıldızını. En ulaşılabilir ve üzerine hayaller kurulabilir yıldızlar onlardı çocukluk dünyamızda. Ve günler, asırlara bedeldi; gökyüzünden aldığı ilhamla hiç bitmeyecekmiş gibi sonsuzluğa uzanmaktaydı.

Çocukken haftalar bana asırdı / Derken saat oldu, derken saniye, diyen şairin derdini şimdi anlıyorum.*

*

Zahmetli bir hayatın gürültü patırtısıyla titreşen bir havaya kapılmış, kendi keşmekeş dünyamda savrulup gidiyordum. Onca koşuşturma ve telâşenin hengâmında her an kaybolup yitebilirim diye düşünürken bir tatil fırsatına eriştim bu sene de… Hırçın dalgalara aldırmadan şifa niyetiyle daldım soğuk sulara… Suyun iyileştirici yanı bu olmalı, diye düşündüm deniz ile coşarken. Bütün kötü enerjinizi, öfkenizi, kırgınlığınızı, sıkıntınızı alıyordu usulca. Bir bir unutuyordunuz başınızdan geçen olumsuz, talihsiz olayları. Zaman başkalaşıyor; bir vakitler iç çekerek ağladığınız hallerinize, kahkahalarla gülüyordunuz. Ruhunuza fısıldayan denize bakarken yüzünüzde tebessüm çizgileri çoğalıyordu.

*

Kimsenin beni tanımadığı küçük bir sahil kasabasındayım diye keyifle geziyordum sokaklarda. Ta ki tanıdık dostlar ile karşılaşıncaya kadar. O kocaman, büyük ve sınırları geniş zannettiğimiz dünya meğer ne kadar küçük, küçücükmüş…

*

Yazarlığın, durağan bir meslek olmadığını idrak ettim şu küçücük tatil diliminde. Zihin durmuyor, ha bire etraftan hikâyeler, yazı konuları çıkarmaya bakıyor. Sıkı sıkıya ellerinden kavradığım diz üstü bilgisayarım, çocuğum gibi oldu; nereye gitsem, hangi şehirlere savrulsam peşimden onu da sürüklüyorum.

Birçok mesleğin tatil günleri olabiliyorken, yazarlığın böyle bir lüksü yok. Zaten bir yazar, kelimelerini yitirdiği lâhzada uzun bir tatil/duraklama dönemine girmiş demektir. Asıl sıkıntı, azap ve kutsal çile o vakit başlar… Günlerce, aylarca ve şanssızsa yıllarca harflere küskün kalır, uzaktan uzağa bakışırlar. Evvelden yazılmış satırlar, müsveddeler gözünde büyür, büyür; bir zamanlar burun kıvrılırken şimdilerde kıymet kazanır. Yazmak hırsıyla el, kaleme yahut klâvyeye dokunur, bir iki satır karalamadan sonra yenilgiyle baş öne eğilir, omuzlar düşer. Harfler yetim kalakalır…

Peygamberimiz Muhammed’e (asm) inen ilk üç âyetin “Oku!”, dördüncü âyetin “Yaz!” emri üzerine, Rabbim, yazmak fiiliyle hemhal olanların kalemine zeval vermesin, cümlelerine palanga vurmasın, düşüncelerini esir tutmasın…

Âmin.

*Necip Fazıl Kısakürek

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Hangisi suç?


A+ | A-

Yüksek Askerî Şûrâ toplandı ve mutad olduğu üzere TSK’daki terfileri görüştü. Ağustos başında toplanan heyetin aldığı kararlar cumhurbaşkanının imzasından sonra kamuoyu ile paylaşılacak.

Son yıllarda yapılan hemen her YAŞ toplantısından sonra bazı TSK mensupları ‘ihraç’ edilirdi. Bu defa böyle bir karar alınıp alınmadığını bilmiyoruz. Fakat şöyle bir çelişki dikkatlerden kaçmıyor: Son yıllarda yüzlerce, belki de binlerce kişi ‘inançları’ sebebiyle, daha açık ifade etmek gerekirse ‘namaz kıldığı için’ ya da ‘eşi başörtülü diye’ TSK’dan (YAŞ kararlarıyla) atılmıştır.

Bu yılki YAŞ toplantısı öncesinde haklarında tutuklama kararı alınan TSK mensupları vardı. Bir şekilde bu kişiler tutuklanmadı ve YAŞ toplantısı bu beklentilerin altında yapıldı. İşte ‘çelişki’ burada: Namaz kılanlar ‘irtica’ suçlamasıyla çok rahatlıkla YAŞ kararıyla TSK’dan atılabilirken ‘darbe planı yapanlar’ korunuyor!

Muhtemelen ‘resmî zevat’ çıkıp, “Biz hiç kimseyi namaz kıldığı için ordudan atmadık!” diyebilir. Merak ediyoruz: Bunca şahit varken, böyle bir yanıltmaya nasıl tevessül edilir?

Bu durum, vatandaşın merakını celbediyor: Darbeci olmak, darbe planları yapmak ‘suç’ değil de; inancı gereği namaz kılmak, eşi başörtülü olmak ‘suç’ mu?

Çelişkiler yumağının bir katı da şu: Bu kararlara imza atanlar da yeri ve zamanı geldiğinde, “Benim de anam başörtülü, benim de babam namaz kılar, ben de hiç değilse ‘cenaze namazı’ kılarım!” der. Der, ama önüne gelen bu kararları gözü kapalı olarak imzalar. Bütün zerrâtımızla “Bu yanlışlara bir son verilsin” diyoruz.

Milletin gözü önünde yaşanan bu çelişkiye dikkat çeken Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Eser Karakaş, hadiseyi şöyle değerlendirmiş: “Acaba bu subaylar hakkında aynı subaylar için bir yakalama emrini bir özel yetkili mahkeme ‘Komünizm’ suçundan ya da ‘Dinî faaliyetler’ yüzünden vermiş olsalardı, acaba asker aynı tutumda olur muydu? Genelkurmay’ın tavrı aynı olur muydu? Şimdi o zaman Genelkurmay komünizm propagandası yapmak, irticai faaliyette bulunmak ya da bir silâhlı terör örgütüne üye olmak darbecilik konusundaki mahkeme kararları arasında bir ayırım yapmış oluyor. Bu Türk Silâhlı Kuvvetleri açısından çok talihsiz bir durumdur.” (Yeni Şafak, 3 Ağustos 2010)

Yaşanan bu çelişkiye sivil toplum kuruluşlarının yeteri kadar itiraz etmediği görülüyor. Elbette itiraz edip basın açıklaması yapanlar var, ama yeterli olduğunu söylemek zor.

Siyasî partilerin bu konudaki sessizliği de ayrı bir konu. Milletten aldıkları güçle faaliyetlerini devam ettiren partiler, darbe suçlamasıyla tutuklanmak istenen personelin terfi alma ihtimaline karşı sessiz kalmayı tercih etmiş durumdalar. Darbelerin birinci hedefi siyasî partiler ve TBMM olduğuna göre en ciddî itiraz bu kesimden gelmeli değil miydi?

Milleti yanılttığını, uyuttuğunu ve gerçekleri unutturduğunu zannedenler yanlış yapıyor. Kamuoyu bu hataları görüyor, ikaz ediyor ve tekrarlanmamasını istiyor. Darbecileri korumak ve kollamak hiç kimseye fayda sağlamaz, vesselâm.

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Özerklik” değil, demokratikleşme… (2)


A+ | A-

Aslında Öcalan’ın “yol haritası”, Karayılan’ın “özerk bölgeler” önerisi, BDP’nin “federasyon raporu” ve en son BDP eşbakanı Demirtaş’ın “adem-i merkeziyet”i dile getirmesinden sonra Baydemir’in “bölgesel özerklik projesi”nin bir etnik-bölgesel ayrışma süreci olduğu, anlaşılmakta.

Osmanlı’nın son devrinde de çokça tartışılan bu proje, Avrupa’daki Anglo-Sakson eğitimden ve Jöntürklerden etkilenen Prens Sabahaddin’in “iyi niyetli” de olsa Bediüzzaman’dan “frenk illeti” tâbir ettiği ecnebilerin “kavmiyetçilik” tahrikine âlet edileceği ikazını almıştı. (Sebilürreşad, 4 Mart 1336 -17 Mart 1920; Eski Said Dönemi Eserleri, 108-109)

O gün “muhtariyet” denilen “özerkliğin”, ırkçılıkla tefrikayı uyandıracağı, ülkeyi ve milleti bölüp parçalayacağı bizzat Bediüzzaman tarafından başta Prens Sabahaddin olmak üzere muhataplara bildirilmişti.

Önce “muhtariyetle-özerklikle” eyâletlere, ardından “istiklâliyetle - bağımsızlığını ilânla, ayrı devlete ve nihâyetinde “tavâif-i mülûk” diye tâbir edilen ülkenin ayrı ayrı devletçiklere taksimi felâket ve fitnesine zemin hazırlayan “ecnebi plânı”nı olduğuna dikkat çekilmişti.

Demokrasi noksanlığıyla ırklar ve mezhepler arasındaki şiddetli ihtilâfların tahrikiyle, birdenbire merkez kaç kuvvetiyle, merkeze yönelik nefretle, Osmanlıdaki toplulukları başı buyruk yapıp dağıtacağını ve birbirinden koparacağı belirtilmişti. Daha medenileşmemiş, demokrasi ve hürriyete yabanî kalmış toplumdaki “vahşetin galeyanı”na sığmayacağını, Osmanlılık ve meşrûtiyet perdesini birden depreşip feverân ile yırtacağını yazmıştı.

Bunun idârî hüviyette kalmayacağını, Birinci Dünya Savaşında görüldüğü gibi ecnebilerin parmak karıştırmalarıyla tefrikayla iftirakı azdıracağı ferâsetli tesbitini yapmıştı...

TEFRİKA FİTNESİ BELÂSI

Bunun içindir ki Bediüzzaman, “Her kavmin devamlılık sebebini sağlayan millî örf ve âdetlerine, kendilerine mahsus dile-edebiyata ve fikrî kabiliyet kapasitesine uygun olarak mutlaka teşebbüslere başlanması gerektiğini tavsiye eder. Demokrasinin yaygınlaşmasının idarî anlamda yerinde yönetimin, mahallere mahsus lisân ve millî âdetlerinin gelişmesinin gereğini ifâde eder. İnsan hakları ve hürriyetlerinin mükemmelleştirilmesini ister.

Milletin maddî ve mânevî kalkınmasının, etnisiteye ve bölgesel farklılıklara göre vatanı ve milleti tefrika fitnesi belâsına duçar etmeye kapı açan “adem-i merkeziyet” ya da “muhtariyet-özerklik”le değil, “usûl-ü merkeziye” denilen demokratik merkezî idâre içindeki birlik ve bütünlükle sağlanabileceğini açıklar.

Diğer yandan Baydemir’in “özerk Kürdistan projesi”nin gelir dağılımında adaletin sağlayacağı tezinin sathî bir çarpıtma olduğu meydanda. Belli ki “küçük olsun, benim olsun” kavgası veriliyor. Ülkeyle birlikte topyekûn kalkınma vetiresini tamamlamış bir “Kürdistan” yerine, bölgenin tek başına kıt ve sınırlı kaynaklarla geri kalmasına râzı olunuyor.

Oysa kalkınmanın demokratik ve sosyal yönü bir yana, bölgenin ekonomik açıdan diğer bölgelerden izole ve azâde mevcut imkânlarla kalkınmayacağı, en basit rakamlarla bilinmekte.

Buna karşı Bediüzzaman, milletin “bütünlük ciheti” olan “usûl-u merkeziye”nin milleti birbirine bağlayan bağları ve gidiş yolunu, istikameti aydınlattığını anlatır; vatandaşlar arasında millî sevgi ve birlik bağlarını tahkim edeceğini beyân eder. “Zülâl-ı medeniyet” dediği medeniyetin tatlı suyunun bu mecrâda akacağını, unsurlar ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin ancak “demokratik merkezî usûl”le bir giderileceği tesbitinde bulunur…

“ÖZERK KÜRDİSTAN

PROJESİ”NİN AKIBETİ…

Yine bundandır ki, geçen asrın başında bilhassa gayr-i müslim unsurlar üzerinde oynanan “adem-i merkeziyet” ve “muhtariyet”le tefrikayı kışkırtan ve bugün “yerinde yönetim” ve “idarî taksimat” paravanında gündeme getirilen ve ülkenin bölüşülüp küresel güçlerin müdahâlesine sebebiyet verecek “özerklik projesi”nin, bölgelerin ve özellikle Doğu ve Güneydoğu’nun maddî kalkınmasını kamçılayacağı, boş bir iddiadan ibâret…

Bediüzzaman’ın bundan tam doksan yıl önce, “eyâlet sistemi”ne kapılar açmanın, Peygamberimizin beyânıyla, “asâbiyet-i cahîliye” denilen onüç asır evvel ölmüş ırkçılığı-kavmiyetçiliği yeniden azdırmakla fitneyi uyandıracağı ihtarının ehemmiyeti büyüktür.

Terör örgütünün terörü tırmandırdığı, karakol ve birlik baskınlarından şehirlere kadar indiği ortamda, “aylılıkça tehditler”le ve şantajlarla politik tartışma zeminine taşınan ortamda, ülkenin etnik ve bölgesel ayırımlar üzerine ayrı ayrı meclislerle ve bayraklarla bölünmesini hedefleyen “özerklik projesi”nin akıbeti bu…

Buna mukabil, gerçek ve sürdürülebilir maddî ve mânevî kalkınmanın, “demokratik merkezî usûl”le demokratikleşmeyi başarmış, hak ve özgürlüklerde ilerlemiş “müreffeh Türkiye”nin büyük bütçesi ve kalkınma plânı içinde olacağı, hissiyatta mağlup olmayan aklı başında herkesçe teslim edilmekte…

Özetle hak ve hürriyetlerin hakkıyla geliştirilmesi, millet irâdesinin ortak temsilcisi ve birliğinin çatısı Meclis’in uhdesinde yapılmalı. Yoksa bugün “özerklik”le ileri sürülen “adem-i merkeziyet”in milleti birbirine bağlayan mânevî ve maddî râbıtaları kesip bozacağı, dünden bugüne vâhim ve çarpıcı örnekleriyle ortada…

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

ABD, Irak’tan zaferle (!) ayrılıyor!


A+ | A-

Amerikan Başkanı Obama'nın Amerika'nın bitmek bilmeyen anlamsız savaşlarında sakat kalmış gazilere yaptığı konuşma içler acısıydı.

Irak'taki muharip askerlerin tamamını Ağustos ayı sonuna kadar çekeceğini, geriye destek ve eğitim amaçlı 50 bin asker kalacağını açıklayan Amerikan Başkanı, bunu bir başarı olarak anlatmak için çok ter döktü. Ancak özellikle de savaşın acısını bizzat yaşamış gazilere bunu anlatması zordu. Daha da ilginci Irak'tan çekilen onbinlerce asker ve tonlarca mühimmatın başka bir savaş bataklığına, Afganistan'a gönderiliyor olmasıydı.

Irak savaşı ABD için bir başarı mıydı? Bir milyondan fazla -ayrıntılı hesaplamalara göre 1.366.000- Iraklının hayatına mal olan, bütün ülkenin harap olmasına sebep olan savaş Irak'a ne kazandırdı? Başka yöntemlerle kolaylıkla iktidardan uzaklaştırılabilecek olan kukla Saddam'ın devrilmesi ülkeye demokrasi getirdi mi?

Şimdi ABD'nin Irak başarısını görmek için, çekilirken bıraktıkları manzaraya bakalım.

Ülkenin petrol gelirlerinin eski düzeyine ulaşması için en az üç yıl gerekiyor. Bu arada savaşın ardından harap olmuş altyapının onarımı da büyük maliyetler gerektiriyor. İşsizlik hat safhada. Gelirleri ise hâlâ BM denetimi altında.

Siyasî manzara daha da karışık. 7 Mart seçimlerinden bu yana geçen beş ayda hâlâ hükümet kurulamadı. Ne zaman ve nasıl kurulacağı ise belirsiz. Sünnîlerin hükümete ve ekonomiye dahil edilmemesine yönelik engellemeler, ülkede kargaşayı sürdürecek boyuta ulaştı.

Ülkede hangi gerekçeyle, kim tarafından düzenlendiği bilinmeyen kanlı bombalı saldırılarda her gün bir çok insan ölmeye devam ediyor. Sünnî-Şiî, Arap-Kürt, Kürt-Türkmen grupları arasındaki husûmet iyice keskinleşmiş halde.

Kuzeyde ise Musul ve Kerkük'ün paylaşımı ve yönetimi konusunda Kürt-Arap-Türkmen grupları arasındaki ihtilâf aynen yerinde duruyor. Birleşmiş Milletlerin çözüm bulma çabalarında bir sonuca ulaşılamadı. Kuzey Irak Kürt Yönetimi kozunu elinden bırakma niyetinde olmayan ABD'nin, tarafı olduğu bu soruna çözüm bulması mümkün görünmüyor. Sınırlarımızın hemen ötesinde, tarihî bağlarımız ve menfaatlerimizin bulunduğu bir bölgede gerginleşen atmosfer kuşkusuz bizi de etkileyecek.

Bu tablo karşısında Obama'nın Irak savaşını bir zafermiş gibi göstermeye çalışması gerçekten gülünç. Kendi ekibindekileri bile buna ikna edemiyor. O da bunu görmüş olacak ki, kendilerinin çekilmesinden sonraki Irak için parlak bir tablo çizemiyor. Askerlerini çekip, elini çekmediği bir Irak'ta istikrarın gelmesinin güç olduğunu o da biliyor.

İşte Obama'nın parlak Irak zaferinin bilânçosu böyle. Irak'a demokrasi getirmek için gelenler, yüzbinlerce Iraklıyı öldürerek, petrol kaynaklarını talan ederek, şimdi de yıktıkları ülkenin imarında pastayı paylaşarak, kan ve gözyaşı getirdiler. Şimdi aynı oyunu kendi kuklaları bin Ladin'i kendi inşa ettikleri Tora Bora'da bir türlü bulamadıkları Afganistan'da sergiliyorlar. Görünen o ki, Obama elinde bulduğu Irak'ın olumsuz imajını Afganistan'da başarı kazanarak silmeyi planlıyor. Ama unuttuğu bir husus var; en güçlü döneminde Sovyetler Birliği'nin başarılı olamadığı Afganistan'da, Taliban'ı ve Afgan halkını yok sayarak, masum sivilleri öldürerek, uyuşturucu üretimini teşvik ederek, rüşvetçi Karzai'yi iktidarda tutarak başarılı olması imkânsız.

Umarız Afganistan'daki savaşın da Irak'taki gibi hezimetle sonuçlanacağını anlamaları için 1 milyon Afganlının ölmesi gerekmez. ABD'nin Irak'tan çekilmesinin tek yararlı yönü ise; Irak'ın kendi yaralarını sarması fırsatının doğacak olması. Elbette Türkiye dahil bütün dostlarının desteği ile. İstikrarlı bir Irak bütün bölgeye yarar sağlayacaktır.

04.08.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

12 Eylül’le hesaplaşmak


A+ | A-

Müdakkik ve cevval okuyucularımızdan Salih Aytemur, gönderdiği mesajda önemli bir noktaya dikkatlerimizi çekiyor:

“Başbakan Erdoğan ve AKP’liler referandumun 12 Eylül ile hesaplaşma olduğunu söylüyorlar. Hesaplaşma hesap sormayı da gerektirmez mi? Anayasa değişiklikleri ile ilgili sorular ve cevaplar olarak yayınlanan ve www.akparti.org.tr adresinde de yer alan kitapçıktaki 10. soruda ‘Anayasa değişikliği ile 12 Eylül darbesinin failleri ve yardımcıları yargılanabilecek mi?’ diye soruluyor, ama altta verilen cevap ‘Evet, yargılanacak’ şeklinde değil, muğlak ve ilgisiz ifadeler. Aynen şöyle:

“Anayasanın geçici 15. maddesi 12 Eylül darbecilerini, onların tercihi ile oluşan Danışma Meclisi üyelerini ve Millî Güvenlik Konseyinin işbaşına getirdiği hükümetleri yargılanamaz ve hesap sorulamaz hale getirmiştir. Darbelerin tipik bir geri kalmışlık göstergesi olduğu, medenî ve kalkınmış ülkelerde darbenin adının bile itici olduğu bilinmektedir. Hukukun üstünlüğüne dayalı devletlerde ‘yapanın yanına kâr kalması’ söz konusu değildir. Amaç geçmişin acılarını deşmek ve bugüne taşımak değil, dünden ders çıkararak, günümüzde ve yarınlarda yeni yanlışların yapılmasına ve acıların çekilmesine mani olmaktır.”

Bu cevap için Aytemur şu suali soruyor:

“12 Eylül’le hesaplaşmanız böyle mi? Meydanlardaki 12 Eylül edebiyatıyla bu nasıl bağdaşıyor?”

28 yıldır yürürlükte olan “geçici” 15. maddenin, şimdi gündeme gelen paketle nihayet kaldırılmasının, sembolik anlam taşıması haricinde, pratikte bir sonuç doğurmayacağını herkes ifade ediyor.

Maddenin kaldırılması Mecliste görüşülürken CHP’nin yaptığı “12 Eylülcülere açılacak dâvâlarda zamanaşımı geçerli olmasın” teklifinin AKP oylarıyla reddedilmiş olması da bunu gösteriyor.

Ancak CHP’nin teklifinin de hukukî bir temeli bulunmadığını ve uygulanamayacağını, Adalet Bakanı Sadullah Ergin şu ifadelerle dile getiriyor:

“Ceza hukukuna göre, sanık aleyhine olan işlem geriye doğru işlemez. CHP'nin verdiği önerge kabul olsaydı bile, kabulünden önceki hukukî hadiselere uygulanamayacaktı.” (Radikal, 22 .7.10)

Bazı hukukçuların “Ceza dâvâsı olmasa bile, hukuk dâvâsı açılabilir” iddiası için ise Yargıtay eski Başkanlarından Sami Selçuk şöyle diyor:

“Hayır, bence onlar da açılamaz. Devlet, ‘Dün yapmış olduğun zararlardan dolayı senin hakkında dâvâ açılamaz demiştim. Yanılmışım. Aradan 30 yıl geçse de verdiğin zararları ödemelisin’ diyebilir mi?” (M. Şenocaklı, Vatan, 3.8.10)

Selçuk, geçmişte bazı savcıların—Sacit Kayasu’yu kastediyor—12 Eylül’e karşı açtığı dâvâların zamanaşımını kestiği görüşüne de katılmıyor, “Kimse böyle şeylerle halkı oyalamasın” diyor.

Bazı konulardaki görüşleri tartışmaya açık olsa da, demokrasi ve hukuktan yana tavrıyla bilinen Sami Selçuk’un bu değerlendirmeyi “12 Eylül’e dokundurmama” gibi bir düşünceyle yaptığını söylemek herhalde doğru olmaz. O, bu konuda hoşa gitmese de, fiilî durumu söylüyor.

Gerçi bu görüşleri de tartışılabilir. Ama aksini ispat etmek için, uygulanabilirliği de olan daha kuvvetli hukukî argümanlar ortaya konulmalı.

Meselâ darbe uygulamalarının mağdur ettiği kişi ve kurumlar açısından, uğradıkları zararların telâfi ve tazmini ve sorumluların cezalandırılması için hukukî yollar bulunmalı. Aksi halde o dönemde yapılan zulümlerin, “yapanın yanına kâr kalması” sonucu doğar ve bu durum devletle onun temeli olan adalete duyulan güveni sarsar.

Evvelce benzer acıları yaşayan ve darbe dönemleriyle hesaplaşmalarını hâlâ devam ettiren Güney Amerika ülkelerinden ve İspanya’dan bu konuda alabileceğimiz ders ve örnekler yok mu?

Referandum sürecinde “darbecilerden hesap sorma” söylemleri havada uçuşurken, iş fiiliyata gelince hukuken birşey yapmanın mümkün olmadığının söylenmesi kasvet verici. O zaman, fiilen de hesaplaşma yolunu açmadan, içi boş ve temelsiz hamasî nutuklarla halk aldatılmasın.

04.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.