Hasan GÜNEŞ |
|
Çoğulculuk ve zekâ |
Günümüz toplumunda çoğulculuk her ortamda tartışılmaya devam ediyor. İnsan hayatı, yönetim tarzından eğitime, kültürel farklılıklardan hayat tarzına ve iş hayatına kadar geniş bir yelpazede çeşitliliklerle karşı karşıyadır. İnsanların ekseriyeti monoton ve sade bir hayatı, kolaylığından dolayı tercih eder, diğerlerini öğrenmek ve uygulamak istemez. İyi bildiği bir dil, içinde olduğu bir kültür, sevdiği bir tarz veya bir meslek gibi pek çok şeyi hayalinde idealleştirir, neredeyse bütün dünyaya hâkim kılmak ister. Tabiî diğerlerini de ikinci üçüncü plana itmek, hatta mümkünse silip yok etmek ister. Evet, kolaylığından dolayı, çeşitlilikten, farklılıktan ve değişimden genelde hoşlanmayız, ama gerçekte bizim fıtratımız, yaratılışımız ve kabiliyetlerimiz öyle mi? Basit şeyler bizi geliştirir mi, yoksa geriletir mi? Geçenlerde İngiltere’deki Bangor Üniversitesinden bir grup ilim adamı ilginç bir çalışma yayınladı. Bu çalışmaya göre iki dil daha doğrusu iki lisan konuşan insanların zekâsı daha keskin oluyor. İngilizcenin yanında, yerel dillerden birisini de konuşan kişinin lisan kabiliyetine ilâveten, başka kabiliyetleri de gelişiyor, zekâsı keskinleşiyor, bunama gibi hastalıklara diğerlerine göre daha ileri yaşlarda maruz kalıyorlar. Beyindeki yaşlanma yavaşlıyor. Farklı dillerdeki uygulamalardan da aynı sonuçlar elde edilmiş. Yani birden fazla dil bilmek, çok kelime öğrenmek, beyni farklı tarzlarda çalıştırmak beyni yormuyor, yıpratmıyor; aksine geliştiriyor ve gençleştiriyor. Anlaşılan, farklı bir kelime ya da farklı bir dilbilgisi prensibi ya da bize göre tersine akan bir kelime dizisi, zihnin üzerindeki tozları silkeliyor. Uzun süredir çalışmayan beyin hücrelerini veya sistemlerini harekete geçiriyor, kendisine yol yaparak durgunlaşmış suyun hareketlenmesi gibi sür’atleniyor, tortuları temizliyor. Aslında uygulama bize pek yabancı değil. Kendi ana dilinden olmayan Kur’ân-ı Kerim’i ileri yaşlarda da hâlâ okumaya ve ibadet için mübarek kelimeleri tekrar ederek tesbih çekmeye devam eden ihtiyarlarımızın zihnî berraklığı ve akıl ve ruh sağlıklarının emsallerine göre daha iyi olması araştırmayı teyid eden hususlardan birisi. Tarihe bakıldığında büyük medeniyetlere sahip milletlerin büyük ve güçlü dilleri vardır. Dilleri zengindir, dilbilgisi veya gramer yapısı güçlüdür. Daha derin ve kapsamlı mânâları ifade eden çok sayıda kavramlara sahiptirler. Detayları karışmayacak şekilde ifade eden çok sayıda kelimeleri gerek yazılı ve gerekse sözlü edebiyatta rahatlıkla kullanırlar. Yine güçlü medeniyetlere sahip toplumlarda fertler birbirlerini daha iyi anlar. Devlet ve vatandaş arasında, yazılı metinler ve kanunlardaki netlik sayesinde problemler en aza indirilmiştir. Diyalog kesilmez. Geri kalmış toplumlarda ise kelimeler ve lisan kişinin kendisini ifade etmede ve meramını anlatmada genellikle yeterli değildir. En küçük meselede sinirler gerilir, öfke yükselir, beden diliyle konuşulmaya başlanır. Sözün bittiği yer onlarda çok erken başlar. Şüphesiz lisanın keskinleştiremediği zekâlar dile yardım edemeyince anlaşmazlıklar büyümeye devam eder. Hep sorulmuştur; tarihteki bu devletler, lisanları ve edebiyatları gelişmiş olduğu için mi, güçlü devletler ve medeniyetler kurdular; yoksa medeniyetleri güçlü olduğu için mi lisanları ve edebiyatları gelişti? Soruya bir çırpıda cevap vermek çok kolay değil? Ayrıca koca medeniyetleri birkaç faktöre indirmek de, çok doğru değil. Ancak dil ile medeniyetler arasında güçlü bir bağlantı olduğu açık ve net. Dil ve medeniyet ikisi de biri birini destekleyen ve geliştiren faktörler. Meselâ, Osmanlı devletini, dünyanın en hassas coğrafyasında altı asırdan uzun bir süre ayakta tutan faktörlerin başında, Osmanlı Türkçesindeki gelişmişlik, değişik kültürlere müsamahalı bakış tarzı ve farklı dillere yaklaşım tarzındaki esnekliktir. Dünyanın en gelişmiş dili olan Arapçadan aldığı ve ekserisi Kur’ân-ı Kerim’de geçen kelimelerle Avrupa içlerinden, Afrika’nın derinliklerine, oradan Çin ve Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafyada rahat ve net anlaşılan prensipler ve idealler ortaya koymuştur. Anlaşılan Osmanlı’daki o gelişmiş zekâ ve kabiliyet; o edebiyat ve lisanı, o lisan ve anlayış da keskin bir zekâ ve anlayışı meydana getirmiş. Zekâ ve kabiliyet çok kültürlülüğü netice verirken, yasakçılar da kendi dar anlayış ve kıt kabiliyetlerinin gereklerini yapıyorlar, kendilerini ve milleti köreltmeye devam ediyorlar. Bugün Batıdaki başarıda da aslında bizim tarihteki başarılarımızın ve tarzımızın payı büyüktür. Dil gibi diğer sahalarda da çoğulculuğa müsaade etmeleri ve farklı dillerden aldıkları kelimelerle dillerinde meydana getirdikleri zenginlik gelişmelerini hızlandırmıştır. Dilimizi, terk edilmiş bazı kurallara göre uydurulan üç-beş yüz kelimeye mahkûm etmek isteyenler, dilde ırkçılık yapanlar ya da farklı düşünceleri yasaklamak isteyenler; bilerek ya da bilmeyerek milletin kabiliyetlerini sadece dilde değil her sahada köreltmeye çalışıyorlar. Belki de kendi körelmiş anlayış ve ideolojilerinin gereği olarak yapabilecekleri başka bir şey yok! Risâle-i Nur Külliyatına bu yönüyle bakıldığında, hem dil olarak hem de konuları izah ederken getirdiği çok yönlü bakış açılarıyla bizim için büyük bir nimet ve büyük bir imkân olduğunu görürüz. Kelimelerin çeşitliliği ve mânâlarının derinliğiyle; sadece aklı ve zekâyı değil, başta Esma-i Hüsnâ ve kökü Kur’ân’a ve hadis-i şeriflere dayanan mübarek kelimelerle kalbi de keskinleştirip büyük mertebeler kazandırıyor. 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |