Basından Seçmeler |
Vesayetçiliğin tasfiyesinde ‘işin esası’
TÜRKİYE’NİN bugün karşı karşıya bulunduğu temel sorunların bir listesi yapılsa, şiddet ve dolayısıyla terör başta olmak üzere, işsizlik, gelir dağılımındaki adâletsizlik ve özellikle nüfusun genç oluşunun da pekiştirdiği bir gerçeklik olarak eğitim sorunu birbiri ardına sıralanabilecektir. Bu sorunların birbirlerinden kopuk olmadığı ve aslında işsizlik, adâletsizlik ve eğitimsizlik gibi sorunların şiddet ve terörü besleyen toplumsal-siyasî ortamı da hazırladıkları düşünüldüğünde, öncelik sıralaması belki de başka türlü yapılabilecektir. Her halükârda öncelikler ve çözüm arayışları siyasî tercihlere göre farklılaşabilecektir. Bununla birlikte, çoğulcu demokrasinin bir gereği olan bu “öncelik farklılaşması”, bütün sorunların çözümünün evrensel ölçülere uygun bir demokrasi içinde mümkün olabileceğini unutturmamalıdır. Farklı siyasî tercihler ancak demokratik bir ortam içinde var olabilirler ve halkın tercihine göre uygulama imkânına kavuşabilirler. Bu akıl yürütme tarzı geçerliyse ve Cumhuriyet’in henüz evrensel standartlara uygun bir demokrasiye erişemediği gerçeği de kabûl görüyorsa, o zaman, temel sorunlar ve öncelikler ne olursa olsun, tüm değişim enerjisinin daha ileri bir demokratikleşme üzerinde yoğunlaşması da zorunlu olmaktadır. Demokratikleşme, bazen yanlış bir biçimde tüm sorunları bir çırpıda çözüverecek sihirli bir anahtar gibi anlaşılıyor ve bu anlayış temelinde bıkkınlık verici bir “retorik” haline de gelebiliyor. Oysa böyle değil. Farklılıkların kabûlü ve kendilerini ifâde etme özgürlüklerine sâhip bulunmaları, insanların kendi hayatlarıyla ilgili kararları bizzat ve bilfiil kendilerinin almaları anlamında demokrasi, şiddetin de, işsizliğin de, eğitimsizliğin de çözümü için adetâ bir önkoşul. Bu önkoşulun ciddiye alınmadığı toplumlarda sözünü ettiğimiz tüm sorunlar otoriter ve baskıcı rejimlerin, diktatörlüklerin varlık sebepleri olarak karşımıza çıkıyor.
VESAYET SİSTEMİNİN MANTIĞI Türkiye, uzunca bir süredir sorunlarını demokrasi içinde çözmeye çalışıyor veya en azından böyle bir iddiâsı var. Bununla birlikte, AB üyeliği perspektifinin büyük destek verdiği reformlar bile, Türkiye demokrasisinin bazı temel eksiklerini henüz giderebilmiş değil. Cumhuriyet’in kuruluşundan gelen bir gerilim, Türkiye demokrasisinin evrensel ölçülere uygun bir nitelik kazanmasını da engelliyor. Gerilim, adını koymak gerekirse, Cumhuriyet ile demokrasi arasında: Halkın çoğulcu bir siyâset ortamında yapacağı tercihlerin Cumhuriyet’e zarar verebileceği, bu yüzden de halkın tercihlerinin “kritik” konularda denetlenmesi ve gerektiğinde devre dışı bırakılması gerekiyor. Tabii, “Cumhuriyet için zararlı” olduğu düşünülen bu kritik noktalardaki tercihlerin ne olduğuna, bunların devre dışı bırakılması için ne gibi mekanizmalar kurmak ve işletmek gerektiğine de karar verilmesi gerekiyor. Özünde “vesayet” dediğimiz sistemin temel mantığı bu. Bu mantık, tek-parti döneminde halkın bilgisiz, geri kalmış ve dolayısıyla kendi kendini idâre etme yeteneğinden yoksun bir yığın olarak görülmesine dayanmaktaydı. Bu döneme damgasını vuran “halk için halka rağmen” sloganı, “halkın halk tarafından halk için yönetimi” diye özetlenen demokrasi ile nasıl bir karşıtlık içinde bulunduğunu gayet güzel bir biçimde ortaya koymuştu. Özellikle akademik dünyada zannedildiğinin aksine, tek-parti döneminin bu vesayetçi anlayışı geçici değil, kalıcıydı. Bir diğer deyişle Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşu, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamında demokrasiyi içermiyordu ve halkın ilerleyen toplumsal kalkınma süreci sonunda gerekli demokratik olgunluğa erişmesinden sonra da içermeyecekti. Bir diğer deyişle demokrasi, Türkiye’de Cumhuriyet için hep potansiyel bir tehlike oluşturuyordu. Bunun nedeni, türdeş bir millî devlet olarak kurulmuş bulunan Cumhuriyet’in, farklılıkların ifâdesini kuşkuyla karşılamasıydı. Bu kuşkunun en net ifâdesi 12 Eylül darbecilerinin şu görüşünde özetlenmektedir: “Bize iki parti lâzım, biri biraz devletçi, diğeri biraz serbest piyasa yanlısı; bir o, bir öbürü iktidara gelir!” Kısacası, Cumhuriyet, Türkiye’de algılandığı biçimiyle, sosyo-ekonomik politika tercihlerinin ötesine geçen farklılıkların ifâdesine kapalı bir sistemdir ve bu anlamda demokrasinin sınırları da bu darlık içinde belirlenmiştir. Bu nedenle de, halkın kendi kendisini idare edecek olgunlukta olmadığı gerekçesine dayanan tek-parti vesayeti, çok-partili dönemde, askerî ve sivil bürokrasinin seçilmiş siyasî iktidarları kontrol altında tuttukları ve demokratik çoğulculuğu bastırdıkları bir kurumsal yapıya dönüşerek varlığını sürdürmüştür. Bu vesayetçi yapının temelinde, türdeş bir millî devlet olarak kendisini yapılandırmış olan Cumhuriyet’in aslında hemen tüm millî devlet formasyonlarında var olan bir “tehdit algısı” yatmaktadır. Türkiye’nin somut gerçekliğinde bu algı, “bölücülük” ve “irtica” terimleriyle ifâde edilmektedir. Bölücülük, bugünün “Kürt sorunu”nu, “irtica” da yine bugünün “lâiklik sorunu”nu anlatmaktadır: “Kürt sorunu değil, bölgesel geri kalmışlık sorunu vardır”dan başlayıp, “Kürt kimliğini tanıma”nın ancak TRT Şeş gibi “zararsız kültürel açılım”lar ile mümkün olabileceğine, bundan ötesine izin verilemeyeceğine dâir askerî-sivil bürokratik açıklamaları hatırlayalım. Başörtüsü üniversitelerde serbest olursa, başörtülülerin başörtüsüzler üzerinde baskı kuracağı bir ortam oluşur, bu da kamu düzenini tehlikeye atar ve böylece lâiklik ortadan kalkar yargısına eşlik eden görüşü de aynı biçimde hatırlayalım: Başörtüsü, geleneksel ve bu nedenle “masum” bir giysi değil, Cumhuriyet’in lâik temellerini yıkmayı amaçlayan ideolojik ve siyasî bir simge olduğu için “kamusal alanda” yasaklanmalıdır. Yine bu bağlamda, asıl yargının İslâmiyet’in din ve dünya işlerini ayırmaması nedeniyle lâikliğe izin vermeyen bir inanç sistemi olduğu ve bu yüzden de devletin kontrolü altında tutulması gerektiği noktasında somutlaştığını da belirtelim. Tek-parti döneminde halkın cehaleti ve geriliği ile meşrûlaştırılan vesayetçiliğin günümüzde kalıcı bir siyasî-anayasal sistem olarak, farklılıkların siyasî-kamusal ifâdesinin ve dolayısıyla demokrasinin sınırlarını çizen bir içerik kazanmış olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, vesayetçiliğin tasfiyesi, 12 Eylül 2010’da halkoylamasına sunulan anayasa değişikliklerinde gerçekleştirilmek istendiği gibi, başta yüksek yargının yeniden yapılandırılması olmak üzere, bazı hukukî-kurumsal değişikliklerle tam olarak gerçekleştirilemez. Vesayetçiliğin gerçek tasfiyesi, işin esasını oluşturan türdeş millî devlet anlayışının çağdaş ölçülere uygun bir demokratik çoğulculuk yönünde dönüştürülmesiyle mümkün olabilecektir. Bunun şartları ise şöyle ifâde edilebilir: (1) Siyasî-kültürel düzeyde etnik farklılıkların ve dinî/inanç temelli çoğulculuğun kendilerini demokratik olarak ifâde edebilecekleri özgürlüklerin sağlanması. (2) Kamu yönetimi düzeyinde, merkezî devlet karşısında yerel yönetimleri idârî ve siyasî anlamda güçlendiren mekanizmaların kurulması. Bu iki şartın gerçekleştirilmesi ise, sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi değil, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar ve BM Siyasi ve Medenî Haklar Uluslararası Sözleşmeleri ile Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın eksiksiz ve çekincesiz uygulanmasıyla mümkün olabilecektir. Tabii, hepsinin önşartı ise, etnik farklılıkların kabûlünün “bölünme” anlamına gelmediğini, İslâm’ın ve din/inanç temelli farklı hayat tarzlarının mutlaka “bürokratik devlet denetimini” gerektiren bir “geriliği” temsil etmediklerini içselleştirebilecek bir zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmektir. Galiba en zoru da bu.
Levent Köker / Zaman, 29.7.2010 |
30.07.2010 |
12 Eylül’cüler!
12 EYLÜL 1980 öncesi binlerce insan siyasi cinayetlere kurban giderken... Evler basılıp üniversiteli gençler koyun gibi boğazlanırken.. Mahalleler, kasabalar, şehirler bölünürken... Etnik yapısı kamplaşmaya uygun olmayan şehirlerde karanlık eller “etnik temizlik operasyon”ları düzenlerken... Medya halkın “çocuklarımız neden öldürülüyor? Kan neden durmuyor? Olayların arkasında ne var?” diye sormasını önlemek için bin takla atıyordu. Adına “anarşi” denmişti bir kere! Sanki halk bir yerde, anarşi başka yerdeydi! Ateş düştüğü yeri yakıyor ve acı hızla rutinleşiyordu. Ve ilginçtir... Ne zaman toplumu saran şiddetin altında yatan tezgahlar siyasetçiler tarafından dile getirilmeye kalkışılsa... Şiddet daha da artıyordu! 26 Aralık 1978 Kahramanmaraş olayları nedeniyle 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim çatışmayı çözmedi, tersine derinleştirdi. Sonra darbe oldu. * * * Kenan Evren’e her fırsatta sevimli ihtiyar muamelesi yapan meslektaşlarımız var, malum! Onlara sorarsanız, “12 Eylül’ü yargılamaya kalkışacaklar önce 11 Eylül’ün korkunçluğunu hatırlamalılar!” Evet! 11 Eylül günü Türkiye’de yaşamak korkunçtu! Korkunçlaştırılmıştı! Ama 12 Eylül günü ve sonrası da bir o kadar korkunçtu! Sokaktaki şiddeti aynı çocukları kapalı kapılar ardında işkenceyle öldürerek durdurmanın bağışlanacak bir yanı olabilir mi? 11 Eylül’ü gösterip 12 Eylül’ü meşrulaştırmak tümüyle politik bir aldatmacadır! Bir açıdan bakarsanız, bu tavır pis bir pislik kapatmacadır! Asıl soru “bu toplum 12 Eylül’le sonuçlanan sürece nasıl ve neden teslim olmuştur?” sorusudur. Bu soruyu cevaplamadan ülkenin ne dününü ne de bugününü anlayabiliriz. * * * Şimdi... Açın bütün gazeteleri ve bakın köşelere... Dikkat ederseniz, göreceksiniz ki... 12 Eylül’ün yargılanma ihtimaline bile tahammül edemeyenler ile... Bugün demokratik açılım politikalarına karşı çıkıp işi Türklerle Kürtleri ayrı yaşamaya çağıran yazılar kaleme almaya kadar götürenler aynı kişiler. 12 Eylül 1980’e nasıl gelindiğinin bir parça bile sorgulanmasını istemeyenlerle bugün “Hatay ve İnegöl’de yaşananlar provokasyon değildir” diye yırtınanlar aynı kişiler. Çok manidar... değil mi?
Haşmet Babaoğlu / Sabah, 29.7.2010 |
30.07.2010 |