Elif Eki |
|
Bir haber ve düşündürdükleri |
Geçen Mayıs ayı sonunda İngiliz yayın kuruluşu BBC’de Emma Wilkinson imzalı bir haber yayınlandı. Sözü geçen muhabir Economic Journal adlı dergide çıkan bir makaleyi “Comparing income with peers causes unhappiness”1 (Kazancı akranlarla kıyaslamak mutsuzluğa sebep olur) başlığı ile haberleştirmiş; ilgi çekici bulduğum kısımları şöyle: Paris Ekonomi Fakültesi tarafından, Avrupa’nın 24 ülkesinde 19 bin kişi üzerinde yapılan araştırmada insanların gelirlerini başkalarınınki ile kıyaslamalarının kendilerini mutsuz ettiği sonucuna varılmış. Araştırmaya verilen cevaplar, insanların böylesi kıyaslamalara ne kadar çok önem atfederlerse, o kadar hayatlarından daha az memnun oldukları ve o derecede kendilerini çökmüş hissettiklerini ortaya koyuyor. Araştırmaya katılanların dörtte üçü gelirlerini başkaları ile kıyaslamanın önemli olduğunu söylemiş. Mutsuzluk, kıyaslama aile ve arkadaş çevresi ile yapıldığında daha da artıyor. Aynı işyerinde çalışanlar; mesaî arkadaşları arasındaki karşılaştırma pek fazla can sıkıcı bulunmuyor. Bir başka sonuç, fakir ülkelerdeki insanların gelirlerini, zengin ülkelerdekilere göre daha çok karşılaştırdığı ve ülkeler içinde de fakirlerin gelir kıyaslamada zenginlerden daha ileri oldukları hususu. Karşılaştırmayı, en çok zengin grupların kendi aralarında yapması beklenirken, fakirlerin daha çok yaptığı görülmüş. Dolayısıyla, bu kıyaslamadan fakirlerin daha çok etkilendiği tesbit edilmiş. Hangisi sebep, hangisinin sonuç olduğu kesin değil, ama gelirlerini başkasıyla kıyaslama olgusu bardağı yarım görme yaklaşımı ile paralel gidiyor. Araştırmacılar, sonuç olarak, “sürekli başkalarından üstün olmaya çabalamanın dünyayı daha mutsuz, daha adaletsiz bir yer yapacağı” hususunu hatırlatıyorlar. Ve haber şu tavsiye ile bitiyor: “İnsanlar gelirlerini başkalarıyla kıyaslamasınlar, kendilerinden ve bulundukları halden mutlu olsunlar ve gelirde kendilerine aşık atmaya çalışanların gerçekten hoşnut olmadıklarını hatırlasınlar.” Sözün burasında, aynı yayın kuruluşunun Arapça versiyonunda “Kanaat bitmeyen bir hazinedir” hadisinin hatırlatıldığını kaydedeyim.2 Şimdi dönelim kendimize, bu araştırma bu topraklarda yapılsa, anlatılanlardan çok uzak sonuçlar çıkar mıydı dersiniz? Haberde anlatılanın, bir fıtrattan sapma olduğunu düşünüyorum. Risâle-i Nur’un tamamında fıtrat ile uyuma vurgular vardır. Ancak, bu tür pasajlar içinde Yirmi İkinci Lem’a’nın ayrı bir yeri de vardır. İşte, Üstadın insan fıtratının mutlak eşitlik prensibine zıt olduğunu anlatma sadedinde, kendine itiraz edenlere karşı verdiği cevabın bir kısmı: “Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. … Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve bir şey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev’î ile de binler nev’în vazifelerini gördürür. “İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenâb-ı Hak, insan nevîni binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. …beşer nev’î ile de binler nev’în vazifelerini gördürür.”3 Çok şey anlatılır burada: İnsan bir tür iken binler tür gibidir. Bunun zahir örnekleri gözümüzün önündedir: Akan bir kan gördüğünde bayılıp gidecek kadar yufka yüreklimiz de beşerdir, günde beş altı ameliyatı büyük bir soğukkanlılıkla gerçekleştirebilenimiz de. Motorlu bir vasıtayla bir iki kilometre yolculuk yapsa birkaç saat kendine gelemeyenimiz de insandır, sesten hızlı giden uçaklarla akrobasi hareketleri yapabilenimiz de. “Bir günlük yiyeceğim olsun yeter” diyenimiz de âdemoğludur, dünyayı yutsa tok olmayacak kadar hırslı olanı da. İnsan her türlü duygusunda ve istidadında hadsiz denilecek kadar çeşitliliğe sahiptir. Durum bu olunca, insanların kazançları birbirinden çok farklı olacaktır. İşte, imanî bir tefekkür ile kazanılan bir huzur hâli ile her şeyin dizgininin Allah’ın elinde olduğuna iz’an eden insan, hiçbir şeyin diğerine O’nun izni olmadan fayda ve zarar veremeyeceğini idrak eder. Rızkının da O’nun tarafından takdir edildiğini, rızık hususunda insanların dereceli olduğunun şuurunda olduğu için de gelirini başkasıyla karşılaştırıp meyus olmaz. Nitekim bugünlerde olur olmaz yerlerde aradığımız “huzur”u az veya çok yakaladığımız dönemlerde, insanlarımız gelirlerini hemcinsleriyle karşılaştırma yarışına girmezlerdi. “İmaj devri” henüz gelmemişti. “Kendini yenile, farkını hissettir, hadi durma, tarzını yansıt; sönük olma!” tavsiyesi yapan “İslâmî radyolar” henüz yoktu. Zenginin varlığı, fakirin sefaleti ayan beyan görülemezdi. Zenginler “sevâd-ı azam” tâbir edilen büyük karaltıya, halkın çoğuna bu konuda da uyarlar; sade bir hayat yaşamaya çalışırlardı. Birçok fakirin varlığı, ancak bazı feraset sahibi zengin tarafından fark edilebiliyor, zekât ve sadaka gibi vecibeler bu sayede yerine getirilebiliyordu. Detaya girmeyelim; bu hayâ medeniyetinin bazı kalıntılarını hepimiz görmüşüzdür, görmemiş olsak bile büyüklerimizden dinlemişizdir. İmanî tefekküre bağlı olarak hayâ medeniyetini tekrar inşâ etmek… Kalıntı ve kırıntılarının bile ne kadar heyecan verici müsbet sonuçlar verdiğini gördüğümüz bu medeniyeti yeniden tesis etmek ve her açıdan perişan durumdaki insanlığa örnek olmak elimizde… Değilse; tercihimiz, dehaya dayanan, vahyi tanımayan “İkinci Avrupa”nın; “dışı süs, içi pis”; lime lime dökülen Avrupa’nın gümrüksüz pazarı olmaktır. Allah muhafaza etsin…
Dipnotlar: 1- Arzu edenler şu linke müracaat edebilirler: http://www.bbc.co.uk/news/10182993 2- Ses kaydı olarak elimizde mevcut. 3- Said Nursî, “Yirmi ikinci Lem’a,” Lem’alar (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat 1994), s. 174.
MUHAMMED ŞEVİKER |
Kâinata dokunan bir bakışın macerasıdır: ‘Küsmeyen tefekkür’ |
O gün yine eskisi gibi, usulca çatıya çıktım. İki kelime fısıldayacaktım kâğıda. Sanki kelimeler bana küsmüş; konuşmuyorlar, Ay ise hilâl şeklini almış sırtını en parlak yıldıza vermiş. Küsmüş gibi bir hâli var. Rüzgâr ise eskisi gibi esmemekte. Kulak veriyorum yapraklara, hışırtı duymuyorum. Yoksa onlarda mı küstü birbirine… bilemiyorum. Beni anlayan biri vardı. Cırcır böcekleri, onlar eskisi gibiydi. Evet bir cırcırım vardı, cır cır fısıldıyordu, kâinata haykıran bir fon müziği idi benim için. Ona kulak vererek yazmaya başlıyordum. Gözlerim alacakaranlığa yelken açarken, bir yıldız kayıverdi. Küskünlerdendi… Küskün idi o, belki sana belki bana, ne önem arz eder ki? Küsmüş bir kere… Derunî, derunî bir tefekkürdü bizimkisi. Hayatın kısa fikirli meşgalelerinden çekip alan tefekkür. Hava çekinilmez derece sıcakken; tefekkür, soğutmaya başlıyor havayı. Üşümeye başlıyorum, melekler imdada yetişiyor. Bir hırka gibi iniyor omuzlara… Bu gerçekten bir teselliydi, kendimize eşlik eden bir teselli. Aslında her şeye bir portre uydurulmaz mı? Ve bu portreden yola çıkılarak O hatırlanamaz mı? İşte tefekkür, yaşantıyı mutlu kılacak zaman dilimidir. Her şeyden O’nu hatırlamanın kelimeleşmiş hâlidir. Her şey mânâ itibariyle O’nu söylüyor. Allah diyor. Ay ise o gün bir başka parlıyor, yıldızlar bir başka. Güneş istirahate çekilmiş. Ay nöbetini tutmakta, büyük bir aşkla… ‘Zaman geçiyor; su gibi’ tabiri sanki zamanla hayat buluyor. Issız gecenin ortasında düşünceye dalıveriyor, kalbin gerçek sahibini düşünüyor insan. Bulutlar göğün gölgesine sığınıyor.. Ve hicret vakti.. Bulutlar hicret ediyor usulca, herkes bir hicrettir aslında… Zaman geçiyor, hicret devam ediyor hiç bitmeyecek gibi! Fakat ne de çabuk geliyor yarınlar! Dağınık duygular arasında, sayılı günler ne de hızlı gelip geçiyor… Ve sabah ezanı vakti. Her şey sessizliğe bürünüyor. Namaz vakti, tefekkür şimdi akıldan bedene geçecek, O’nu anarak Allah-u Ekber diyecek. İşte varış noktası: Secde! O’na en yakın olunan an, kalkmak istemiyor alın. Sanki direniyor gibi, yakınlık istiyor beden. Selâm veriliyor sağa ve sola. Melekler alkışlıyor bu durumu. Alkışın kesilmesini istemiyor fıtrat, güneş doğmaya yakınken tesbihât bitiveriyor. Hafifçe esen rüzgâr eşliğinde... Heybet doğuveriyor. Ay yıldızları toplamış nöbetini devrediyor Güneş’e. Güneşin turuncusunda emanet bırakılan bekleyişler göze çarpıyor, her şey yerli yerinde duruyor gibi... Ama sadece ‘gibi’ gözüküyor. Takvimden bir yaprak daha eksili verdi, farkına varamıyor insan. İnsan gerçek anlamda bir ay gibi değil midir? Güneş başkasıdır. Güneşten alır her şeyini… Ayçiçeği ise, Güneş’e döner. O’na bakar, ondan medet ister. Sahi biz, ayçiçeği gibi olmayı arzuladık mı?
MUHAMMED ZORLU |
Mutluyum |
Mutluyum, ne kadar olumsuzluklar olsa da, her zaman mutlu eden bir şey mutlaka vardır. Bazen duyduğum bir söz, bazen aldığım küçük bir hediye mutlu eder. En mutsuz anımda Rabbime açtığım ellerim, dudağımdan dökülen şükür sözcüklerim mutlu eder… Herkes üç maymunu oynamalı deseler de, söyleyen bile bunu yapmaz, yapamaz. Kimse olanları duymadan, görmeden yaşayamaz. Herkesin iki kalbi vardır. Birisi bizim yaşamamızı sağlayan organımız, birisi ise bizi anlatan görünmeyen kalbimizdir. Bunun şekli kişiye göre değişir. İşte önemli olan ve bizi ayakta tutan asıl bu kalbimizdir… “Kalpsiz adam” diye bir tâbir vardır. Bu insanların, sadece bir kalbi vardır. İkinci kalplerinin anahtarını daha bulamamışlardır ve kapalı kapıların ardına hapsetmişlerdir. Bizler bu anahtara sahip olan kişileriz. Bu yüzden de çok şanslıyız… Anahtarımız her zaman kalp kapımızın üzerindedir ve bu anahtarımız şükürdür. Şükretmeyi bilmesek her an olanlardan dolayı, mutsuzluk denizinde boğuluruz. Oysa ki bu anahtarımız bizim can simidimiz olur, bizi her an ayakta tutar… Her an şükredersek dünyanın en mutlu insanı oluruz. “Ahirde ‘Elhamdülillâh’ şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed’in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.” Bu düşünceyi hayatımızın düsturu yaparsak, olumsuz olan her olayın karşısında bile olumlu düşünebiliriz… Mutlu olmak için verilen nimetlerin farkına varabilmek, şükür etmektir. Çok şükür sağlıklıyım, çok şükür ailem yanımda, çok şükür imanlı bir ailede gözlerimi açmışım, çok şükür kelimeleri bir araya getirebiliyorum ve içimdekileri kâğıda dökebiliyorum, çok şükür… Düşündüğümüz zaman o kadar çok şükredeceğimiz şey vardır ki, onları yazmaya kalksak bitmez. O zaman mutsuz ve başıboş olamayız. O zaman olumsuzlukları görsek de, her olumsuz olayın ardındaki güzelliği görebiliriz. Çünkü her şer görünende boş değildir. İyi düşününüz. Şimdi mutlu musunuz? Mutluyum, çünkü verdiği her nimete karşı Rabbime şükrediyorum, şükredebiliyorum…
MERVE İRİYARI |
Vazife-i uhreviye |
Hizmet-i Kur’âniyedeki vazife, birlik beraberlik, istikamet, sadakat ve sebat üzerinde ilerlediği sürece hakikî mânâda icra edilmiş olur. Yoksa gurur ve kibirin esiri olanların, ilmi ile övünüp birbirleri üstünde üstünlük kurmaya çalışanların Kur’ân’ın dâvâsına hakikî mânâda sahip çıktığını söyleyemeyiz. Evet düşündük mü hiç Âdem Aleyhisselâm’dan şu zamana kaç asır geçti? Kaç mevsim geçti ömrümüzden? Üstad Hazretlerinin söylediği gibi; “Gördüm ki, kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış bana bakıyor, onun arkasında ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.” Âmentübillah’tan (Allah’a inandım) sonra dosdoğru olmak, dünyaya ait işlerin kırılmaya mahkûm şişeler hükmünde olduğunun daima farkına varmak ve yine Hz. Üstad’ın dediği gibi; “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakk’a mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz.” Bu sözler ancak Ahirzaman Müceddidine has olabilir. Çünkü vazifeli olmak ap ayrı bir mesele. Üstad Hazretleri vazifesini icra etti ve eserleriyle vazifesine devam ediyor. Ya biz hakikî mânâda kulluk vazifemizi yerine getirebiliyor muyuz? Vazifemizi, hakikî mânâda Hz. Üstad’ın hayatını okuyup, anlayıp ve en önemlisi hissederek yaşayarak en güzel mânâda yerine getirilebiliriz. Kin, nefret, gıybet bende Sonsuz merhamet Sende Ne olur Allah’ım Sevdiklerinin hatırına Bizim de günahlarımızı affeyle. (Âmin) Selâm ve duâ ile...
N. SERKAN DAĞLI |
LEYLETÜ’L-BERAT |
Tevbemiz kâfi değil her gece ağlayışla, Bu gece niyazdayız, kusurlu yakarışla, Vesile kıl rahmetle, şu Leyletü’l Beratı, Affeyle günahımız ya Rab, bizi bağışla.
DR. HİKMET ERBIYIK |
İki yol |
Yaz gafletiyle geldi. Gafleti biz oluşturuyoruz ya, sözde gençlik festivali altında geceleri insanların ruhunu, bedenini, dinini zedeleyen festivaller gafletin ve sarhoşluğun had safhaya ulaştığı yerler. Gaflet insanı o kadar aşağılara indiriyor ki, şeytanın askeri yapıyor ve ruh gıdasını ondan almaya başlıyor... Başka bir ruh ise, Allah’a (cc) kul oluyor ve ibadet yaparak ondan gıdasını alıyor. Hep iki yol var. Ortası yok, ya iyi ya da kötü. İnsan nur-u imanla a’lâ-yı illiyyîne çıkıyor veya zulmet-i küfürle esfel-i sâfilîne düşüyor. Ya yüksekte veya aşağıda. İşte böyle hayat... Şu an kuş cıvıltılarını duyuyorum. Hepsi Allah’ı (cc) tesbih ediyor. Ya biz insanlar? Bu tesbih halkasının en büyük sahibi, O’nu tesbih ederek kulluk vazifesini yerine getiren insan, şu an nerede? Ya O’nun yolunda, ya da şeytanın... Meselâ; ya gafletli gençlik festivâllerinde, ya da Kur’ân hakikatlerinin okunduğu mekânlarda... Evet, helâl dairesi keyfe kâfidir, haram dairesine girmeye lüzum yoktur.
ZÜBEYİR MENTEŞE |
Gençler için paket program nasıl olmalıdır? |
Okuma programlarının en dikkatimi çeken tarafı, programdan döndükten sonrasıdır. Yani programın bir nev’î geri dönüşümü, programın nasıl bir sonuca hizmet ettiğini gösterir. Bir anlamda, kazanımların artık yaşanır hâle gelmesi ya da bilginin meyvesi. Zaten bir program, hayata temas eden, davranışlara dokunan, bakışlara yön veren, sözleri etkileyen boyutları olduğu oranda etkili olmuştur. Bunun da en güzel göstergesi, program sonrasıdır. Tabii bir programla gençlerin hayatı topyekûn değişecek değildir. Belki her program hayatın gerçeklerine kişiyi bir adım daha çıkaran bir süreçtir. Her bir basamak hayatı daha farklı bir açıdan gösterir. Ve basamaklar çıkıldıkça da hayat insana farklı pencerelerini açacaktır. Biz de program sonrasına dikkatlerimizi yoğunlaştırıyoruz. Güzel olan şu ki, henüz program bitimindeki ayrılık sahneleri geçen zamanın izlerini taşıyordu. Bir ayrılıkta hüzün varsa, birliktelik nitelikli geçmiş demektir. 20 gencimizin 4-5 tanesi ilk kez böyle bir programa katılıyorlardı. Özellikle okuma programımızın onlar üzerindeki etkisi çok daha dikkat çekiyordu. Son gün program hakkındaki düşüncelerini aldığımız gençlerin cümlelerinden anlaşılan, gençler hiç değilse on gün pek çok rahatsız edici, kirletici ortamlardan arınmışlardı. Yine bir gencimizin ifadesiyle, bu program hayatımıza kendi çapında bir ayar vermişti. Bir başka gencimizin ise, ‘Bu ayarla hiç değilse yazı çıkarırız’ ifadesi dikkat çekici idi. Tabiî beni en çok etkileyen geri dönüşüm cümlesi ise, programa ilk kez katılmış olan, ‘Artık bundan sonra pazar sohbetlerinde ben de varım’ diyen Ali kardeşimizin cümlesi idi. Tabiî program sonrası gençlerden gelecek telefonları heyecanla bekliyordum. Bir de bakalım hangi gencimiz ilk kez arayacaktı. Bu beklentiler içerisinde iken, tıpkı tahmin ettiğimiz gibi ilk telefonlar ilk kez katılanlardan geldi. Bu sürpriz değildi. Çünkü programın onların dünyasında oluşturduğu dalga çok daha etkileyici oluyordu. Tabiî bütün bunlarla birlikte bir programın nasıl bir sonuca dönüştüğünü görmek, kişiler üzerindeki etkisi değişik değişikti. Bu biraz da kişinin kendi dünyasında duyduğu ihtiyaçla alâkalı bir durumdu. Elbette ilk kez Risâle sohbetlerine katılan bir genç üzerinde hakikatlerin etkisi çok daha derin ve sarsan bir takım sonuçlar doğuruyordu. “Ben nasıl bu güne kadar bu hakikatlerden haberdar olmamışım?” şaşkınlığı yaşayan gencimiz bu etkinin derecesini yansıtıyordu. Doğrusu böyle programları bembeyaz bir bez parçası üzerine işlenmiş, birbirinden farklı renklerde ipliklerle örülmüş bir nakış işlemesine benzetebiliriz. Bir büyük desenin oluşmasında elbette böyle etkiler önemli bir konuma sahip olacaktır. Bizim de duâmız bu idi. Dün odama Baran kardeşim geldi. Şöyle bir program üzerinde konuştuk. “Neler olsa daha iyi olurdu?” kabilinden bir durum değerlendirmesi oldu konuştuklarımız. Baran’ın programdaki bir cümlesi programın nasıllığını göstermesi bakımından dikkat çekici idi: “Hocam, bir program yapıp, sonrasında bizi hayatın tuzakları içerisine bırakıvermeyin. Ben bu durumdan çok muzdaribim. Sürekli birbirimizi takip eden bir sistem lâzım. Yoksa bugün çok etkilendiğimiz bir şey, yarın etkisini kaybediyor. O ruhu korumak için bir şeyler yapmalıyız.” İşte tam da aradığımız cümlelerden birisi bu idi. Yani yılda bir programla hayatı düzeltmeye çalışmak değil, hayatı programlamak en sağlıklısı olacaktı. Biz de Baran’la “Program sonrasına dönük yapabileceklerimizi oturup planlayalım, bir paket program hazırlayalım ve uygulayabildiğimiz kadar uygulamaya çalışalım” dedik. İlginçtir, Baran’la odamızda sohbet ederken, bir üniversite hazırlık öğrencisi genç, bir kişiyi sormak üzere odamıza geldi. Ama sorduğu kişi henüz yoktu. Mesaî başlama saatini beklemesi gerekiyordu. Bu da bir yarım saat beklemesi demekti. Kendisiyle durumu paylaştık. Görüşmesi gereken kişinin yarım saat sonra gelebileceğini, eğer isterse kendisine bir çay ikram edebileceğimizi ilettik. O da memnuniyetle kabul etti ve sohbetimiz birlikte gerçekleşti. Mesut, üniversite sınavına girmiş ve 420 puanlarda bir sonuç bekliyor. Kazanabileceği muhtemel üniversiteler üzerinde konuştuk. Tabiî madalyonun diğer yüzünü de konuşmayı unutmadık. Acı idi ki, Baran ve Mesut bu güne kadar gençlikle ilgili, kendi yaş dönemleri ile ilgili hiçbir kitap okumamışlar. Baran biraz kitap karıştırmış, ama bitirdiği ve özümsediği bir kitap yok. Hemen kendilerine bir paket program hazırladık. Tabiî kişi hakkında yapılabilecek tavsiyeleri öylesine yapmak âdetimiz yoktu. Çünkü öylesine genele yapılan tavsiyeler öylesine oluyor, kişiye özellik içermediği için etkisi de olmuyordu. Oysa, Baran’ın dünyası ve etkilendikleri ile Mesut’un dünyası ve etkilendikleri aynı değildi. Önceki yazılarımızda sizlerle paylaştığımız, “Her genç özel bir derstir, hepsine ayrı çalışmak gerekir” tesbiti burada da kendini gösterdi. Yani genci dinlemeden, etkilendiği hayat hallerini öğrenmeden, güçlü ve zayıf noktalarını sezmeden, hangi tür kitaba ilgisi olacak sorgulamadan nasihatte bulunmak, “Oku, oku” deyip durmak veya “Şu kitapları oku” demek çok da isabetli olmuyor. Hatta bazen beklentilerin aksine sonuçlar doğurabiliyor. Yani gencin ne üzerinde meyli olduğunu bilerek, hangi türe yatkın olduğuna dair bilgi sahibi olarak yapılacak teklifler çok daha sağlıklı olacaktır. Gençlerin önlerine sunduğum paketteki kitaplara olan ilgileri, kendileri hakkında bilgi verdi. Kendisi ile derdi olan ile ailesi ile derdi olan aynı derde sahip değildir. O zaman tavsiyeyi de ona göre yapmak gerekmektedir. Ben ‘gençlik paketi’ kitap listesini masanın üzerine çıkardım. ‘Sen şunu oku, sen şunu oku’dan ziyade, herkes kitap başlıklarından ve kitap arkasındaki anahtar cümlelerden kendisiyle ilgili olan kitap başlıklarını aldı. Gençlik paketi deyince, şu yaz mevsiminde gencin eline onlarca kitap sıralayacak değildik. “Şu an hemen ilgiyle okuyabileceğin sadece bir kitap seçin” dedik. Ve birbirimizi okuma konusunda teşvikler ederek arama sözü verdik. Seçilen kitapları mı merak ediyorsunuz? İşte bunlardan biri, “Var mı beni anlamak isteyen”, diğeri de “Martı” kitapları oldu.Gençlerle birlikteliklerde en dikkat edilmesi gereken konulardan birisi de, onların incinmemesi için özen göstermektir. Sevgili Baranla ikimiz arasında bir şifre bu: “Barancığım biraz özen, biraz farkındalık.”
SEBAHATTİN YAŞAR |
Receb, Şaban derken sıra Ramazan’da (mı?) |
Belâgatta isimlerin mânâlara tutunduklarını hepimiz biliyoruz. Mânâya itiraz edenler, bazen yalnızca isme hücum ederler. İsim ile kastedilen mânâ arasındaki irtibatı koparmaya çalışırlar. Böylece isme menfî mânâlar yükleyerek, ta düşmanlık ettikleri mânâya hücum edebilsinler. Receb ve Şaban isimlerinin, İslâm ümmetinin zihinlerinde hangi mânâyı tedaî ettirdiklerini, inananlar iyi bilirler. Kudsî bir mevsim kabul edilen Üç Ayların birincisi Receb-i Şerif için Allah’ımız “Benim ayım” derken, Şaban-ı Muazzamın Hz. Muhammed’e (asm) ait olduğunu haber veriyor. Kudsiyetlerini direkt Allah ve sevgili Peygamberinden alan Receb ve Şaban’ın Müslümanlarca beklenen kutlu zamanlar olduğunu, dünyanın hay ve huyundan bunalmış mü’minlerin ruh, kalp ve akıllarını temizleme mevsimi olarak bilindiğini, bu zamanlara adî bir münafıklıkla düşmanlık edenler de mutlaka biliyorlardır. Bir sene boyunca yollarını gözlediğimiz ve ruh ve bedenlerimizi ebediyete hazırlayacak bu sevgililere karşı, milletin gaflet ve cehaletinden yararlanılarak yapılmış “ihanetleri” inananlara haber vermemenin de “ihanet içinde ihanet” olduğuna inandığımızdan bilmecbûriye yazıyoruz. Receb ve Şaban isimleri, sevgililer ülkesinden “en sevgililerin” gelişini haber verdikleri gibi, bazen de “sevgililer cennetine” giden yolun dış harem kapısıyla bahçe kapılarının taklarını tedaî ettirirler. İsterseniz seksen küsûr seneye bedel “en güzelinin” oturduğu otağa giden mutlu yol olarak da düşünebilirsiniz. İşte şu güzel kudsî mânâlardan dolayı, milletimizin İslâmiyeti kabul ettiği tarihten bu yana, bu güzel aylarda doğan erkek çocuklarına bir çok aile Recep veya Şaban ismini koymuşlar. Tıpkı Anadolu’muzu bir baştan bir başa süsleyen “Ramazanlar” gibi… Yine Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olmuş gecelerin sonunda doğan çocukların “Hacı Bayram” olarak adlandıkları gibi… Şaban-ı Muazzama mânâsının güzel ismiyle müsemma çocuklarımızı rencide eden “inek Şaban” tiplemesini, “Hababam Sınıfı” romanının yazarı Rıfat Ilgaz ortaya atmıştı. Kahramanı Kemal Sunal için “inançlara hürmetkârdı” diyorlar. Kadere bakınız ki, giden insanı günah, hata ve kötü şöhreti de peşi sıra takip ediyormuş. Kemal Sunal’ın çocukları ve sevenlerinin yerinde olsam; onu kabrinde muzdarip edecek ve haşir meydanında yüklü faturalar getirecek filmlerini piyasadan toplatırdım. Sevenlerinin ve varislerinin rağmına, ona inançlarımızı inciten ve ahirette sıkıntı verecek resim ve filmlerini inatla neşredenler hakkında hukukî takibata giderdim. Adurno ile Reich’ın Türkiyeli şakirtleri olan “müptezel köy romancıları” geleneklerimizi ve millî ahlâkımızı bolşeviklerden daha acımasızca yıkmışlardı. “Şaban” tiplemesiyle de sinemada başlayan gelenek ve ahlâk düşmanlığının boyutlarını anlatmamıza, kahramanının ahirete gitmiş olması maalesef mani oluyor. Otobüsle şehirler arasında yaptığım bir seyahatte “Recep İvedik” tiplemesini seyretmeye mahkûm edilmiştim. Estetik düşmanları şu güzel vatanda, mukaddes topraklarda, bu aziz millete düşmanlarının yapamadığı kötülüğü “Recep İvedik” tiplemesiyle, cehalete mahkûm bu insanların göbeklerini kahkahadan hoplata hoplata yapıyorlardı. Anadolu insanı sert mizaçlı olabilir. Davranışlarında ve konuşmalarında kibar olmayabilir. Hatta bir kısım saray aristokrasisinin iddia ettiği üzre kaba da olabilir: Ama ahlâksız değildir. Ahmak değildir. “Recep İvedik” tipi gibi ormanlardan veya çöllerden gelmiş yamyam misâli kıllı bir insana Anadolu’nun hangi şehrinde rastladı acaba Şahan Gökbakar… Son zamanlarda revac bulan “Beyaz Türklere” özendirecek bu filmin hangi mânâsıyla irtibatlandığını henüz çıkarabilmiş değilim… İnsan bedeninin; ten, renk, göz rengi ve biçimi, boyu ve kafa yapısının bu modern çağda tenkit edilmesinin “gizli bir ırkçılık” sorunu olduğunu da unutmamak gerekiyor. Avrupa ve Amerika kültürleri, insanların “dış görünüşünü“ asırlarca problem edinmişlerse de, bizim kültürümüzde böyle bir derdimiz olmamıştır. Bin senelik yazılı ve sözlü edebiyatımız “Recep İvedik” tiplemesinin arkasındaki anlayışın Müslüman ve Türk olmadığını ortaya koyuyor. Avrupa ve Amerika’daki kültürel ırkçılığın tetiklediği dizi ve filmlerin gençlerimiz üzerindeki menfî etkisi ortada iken; yeniden “duruşu, karakteri ve yapısı” belli olan Anadolu insanını küçük düşürecek; sarışın, kumral, mavigözlü ve gökbalanları öne çıkaracak dizi, reklâm ve programların yalnızca insanımızda kompleks hastalıklarına sebep olacağını düşünüyorum. Doğrusu birçok insanda olduğu gibi, “Recep İvedik” tiplemesini ortaya çıkaran yapımcı, senarist ve yönetmenlere karşı bende de “derin bir şüphe” uyanmaya başladı. Durup dururken insanlarımıza kabalığı, ahlâksızlığı, edepsizliği, vahşeti, zulmü, yalanı, hokkabazlığı ve gayr-ı ciddiliği ders veren bu filmler nereden perdeye yansımaya başladılar? Milletin kültür, zevk, estetik, ahlâk, tarih ve geleneğiyle ilgilenenlerin bundan böyle “Recep İvedik” gibi yapımlara daha sorgulamalı yaklaşacaklarını ümit ediyoruz. Bizde san'at ve kültürde Avrupa’dan çok farklı bir duruşu sizler de müşahede etmişsinizdir. Avrupalı san'atkâr, maksad ve hedefini san'atında eğip bükmeden ortaya koyuyor. San'at tenkitçileri ve seyirciler de san'atkâr ve eseri hakkındaki kararını rahatlıkla verebiliyor. Bizde maalesef birçok san'atkâr ikiyüzlüdür. San'atında takiyyeyi esas alır. Maskadı İslâmiyete, dinî terbiye kurallarına ve insanî temel prensiplere itiraz olan bazı marksist yamağı san'atçılar, mümkün olduğu kadar hedeflerine nifak ve ikiyüzlülükle yürümeye çalışıyorlar. Bu ise san'atın sadeliğine, hür duruşuna ve de samimiyetine büyük zarar veriyor. Müslümanlar için fevkalâde önemli olan Receb ve Şaban isimleri üzerinden mukaddes zamanlara ve kutlu aylara münafıkların telkin ve teşvikiyle sataşmanın san'ata müsbet bir getirisi olmayacaktır. Milletimizin kültürüne nakış nakış işlenmiş bu isimlerin vahşice mânâlarından koparılışına, Avrupa’daki freudistler bu denli muvaffak olamazlardı. Kemal Sunal’ın “Şaban” tiplemesinden sonra Türkiye’de kaç ailenin çocuklarına bu mübarek ismi verdiğini hiç merak ettiniz mi? Ve nitekim Şahan Gökbakar’ın “Recep İvedik” yapımından sonra aynı akıbet Receb isminin başına gelmiştir. Bu milletin beden ve ruh sağlığı kadar, estetik ve ahlâk sağlığı da önemli değil mi acaba? Allah’ın kendisine ve sevgili Peygamberine (asm) izafe ettiği zamanlar olan Receb ve Şaban’a karşı, münafıkâne usûllerle yapılan hücumların hesabı sorulmazsa, elbette sıra Ramazan’a gelecektir. Sihirbazların hokkabazlıklarıyla uyutulan zavallı millete sahip çıkamadıkları takdirde “Ramazanlarımızın da” tehlikede olduğunu düşünüyorum. Yoksa yanılıyor muyum?
ABDULLAH YAŞAR |
ŞEYTANIN PSİKOLOJİSİ |
Hazret-i Âdem’in çamurdan yaratıldığını görünce, ondan üstün kılınması hâlinde onu helâk edeceğini, onun üstün kılınması durumunda da karşı geleceğini içinde gizledi. Eğer düşünseydi, tercihin Âdem’den yana yapıldığını düşünseydi, buna karşı gelmeye güç yetiremeyeceğini anlayacaktı. Ancak haddini bilmedi ve bu tercihi yapanı takdir edemedi. Şeytan Allah’ın hikmetine itiraz etti. Bu kadarla kalsaydı, sadece hasede sürüklenecekti, yani kıskançlığa. Ancak bununla kalmadı. Yaratıcının hikmette kusur ettiğini düşünerek itiraz etti. “Bunu mu bana üstün kıldın? Yani niçin üstün kıldın?” dedi. Âyette de, “Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” (Araf Sûresi, 12; Sâd Sûresi, 76) buyrulduğu gibi, Âdem’den üstün olduğunu iddia etti. Genel olarak sözlerinin muhtevası şu anlama gelmektedir: “Ben hikmet sahibinden daha hikmetli, bilgi sahibinden daha bilgiliyim. Âdem’i benden üstün kılması doğru değildir.” O biliyor ki, ilmi, Âlim (Her şeyi bilen) Allah’tan kaynaklanmaktadır. Buna rağmen sanki “Ey bana öğreten! Ben senden daha bilgiliyim. Ey onu benden üstün kılan! Bu yaptığın doğru değil” demektedir. Bütün hileler boşa çıkınca kendini helâk etmeye razı oldu şeytan. Israrını daha da kuvvetlendirdi ve “Muhakkak onları saptıracağım” (Hicr Sûresi, 39; Sâd Sûresi 82) diyerek başkalarını helâk etmek için çabalamaya başladı. “Muhakkak onları saptıracağım” sözündeki cehaletin iki yönü vardır: Bir: Bu sözüyle şeytan insanları kastederek kendini cezalandıranı etkilemek istemiştir. Ancak Allah’a hiçbir şeyin etki edemeyeceğini, herhangi bir eziyet yapamayacağını ve fayda sağlamayacağını gözden kaçırmıştır. Çünkü Allah, kendinden başkasına muhtaç değildir; Ehad’dır. İki: Önce korunması zaten murat edilmiş olana zarar veremeyeceğini unuttu. Sonra hatırlayarak, “Sadece onlardan ihlâslı kulların” (Hicr Sûresi, 40; Sad Sûresi, 83) istisnasını yaptı. Fiilî etki etmiyorsa, hidayete takdir edilmiş olanı saptırması zaten mümkün olamaz. Böylece çabası boşa çıkmıştır. Çabasının boşa gitmesiyle birlikte aşağılığa razı oldu ve “Kıyamet gününe kadar bana mühlet ver” (Araf Sûresi, 13) dedi. Böylece suçtan ötürü cezalandırılacak günahkâr konumuna düşüyor. Sanki buna kızıyor ve cahilliğinden Hakk’ın etkileneceğini sanıyor. Sonra ebedî cezalandırılmanın yakınlığını unutuyor ve mühlet istiyor. Onun gafleti gibi gaflet ve cehaleti gibi cehalet olamaz. İbnü’l-Cevzî, Ahmak ve Dalgınlar kitabından
SELİM GÜNDÜZALP
‘KONUŞMAK’ NE SÖYLER?
Allah, bize bir bebek ihsan etti. Şimdilerde iki yaşına merdiven dayadı. Her daim onu izlemekle meşgulüz. Her şeyi dikkatimizi çekiyor. Ama gözümüzden kaçanlar da oluyor. Ve bazı olağanüstü güzellikleri fark edemiyoruz. Böyle birini geçenlerde yaşadım. Bebek, çat pat bir şeyler söylediği halde, çevremden, birkaç defa “Ne zaman konuşacak?” sorusunu duydum. Ne kadar tatminsiz olduğumuzu düşündüm. Çünkü, bir muhabbet kuşu, üç beş kelimeyi söyleyebiliyor diye, ona “konuşuyor” diyoruz. Bebek onlarca kelimeyi anlamlarıyla beraber söylediği halde, “Ne zaman konuşacak?” diye soruyoruz. Suat Ünsal
ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ HAZRETLERİ’NDEN* Âdemoğlunun başına gelen her türlü belâ, Rabbinden şikâyet etmesi yüzündendir. * Müslümanca yaşamak zahirdir, dışyüzdür. İman etmek, Müslümanca yaşamanın azığıdır. Sonra marifetullah gelir, sonra da Allah’la var olmak, “bekabillah”. Allah’la var olduktan sonra bütün işler ona ayrılır. * Samimî âşık, kiminle karşılaşırsa karşılaşsın, sevgilisinden başkasına bakmaz. * Resûlullah (asm) hariç her mahlûk perdedir, Resûlullah (asm) ise kapıdır. * Yaptığı amelden önce bir niyet taşımayan kimsenin ameli yoktur.
HZ. MEVLÂNÂ’DAN ŞEMS’E
Şems’in gidişinden sonra Hz. Mevlânâ’nın dilinden dökülen sözler: Duydum ki, bizi bırakmaya azmediyorsun, etme. Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun, yabancı? Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru. Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme. Ey ay, felek harab olmuş, ziyan olmuş senin için, Bizi öyle harab, öyle ziyan ediyorsun, etme.Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan,Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme. Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan, Sen ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan, Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme. Âşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer, Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi, Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme. Şekerliğinin içinde zehir olsa, dokunmaz bize, Sen zehri şeker, şekeri zehrediyorsun, etme Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle, Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme. Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı,Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme.İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil. Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme. Mevlânâ Celâleddin Rumî
SELİM GÜNDÜZALP |
Foto muhabirimiz Zafer Ali'yi bulduk |
RÖPORTAJ OSMAN ZENGİN ELİFNUR KURTOĞLU
TAKDİM 1970’li yılları hatırlayanlar bilir onu. Gazetemizin o günkü bazı haberlerinin fotoğraf karelerinin altında görürdünüz o ismi. “Fotoğraf: Zafer Ali” diye. Aslında o, 1937 yılında İngiltere’nin Piking kasabasında doğduğunda ismi; Brian Creasser’di. Ama yıllar sonra Türkiye’den Receb Yanar isimli bir Nur Talebesinin vesilesiyle Müslüman olup, ismini Zafer Ali olarak değiştirmişti. Daha sonra o, 70’li yıllarda Yeni Asya gazetesinin foto muhabiri olmuştu. Çok renkli bir kişiliği olan Zafer Ali ile Ankara’dan İstanbul’a yaptığımız seyahatlerde konuşur, görüşürdük. Geçen yıllarda onun izini kaybetmiştik ve hep merak ederdim “Acaba ne oldu, nerede?” diye. 20 küsûr senedir yaşadığım Bursa’da olduğunu, bir köyde yaşadığını, fakat pek kimse ile de görüşmediğini öğrendim, ama irtibat kuramıyordum. Nihayet geçen aylarda Hasan Yalçın Ağabeyimizin, onunla görüştüğünü öğrendim ve kendisinden telefon numarasını aldım. İrtibata geçtik, heyecanlandı, memnun oldu. Bir Cuma namazı vaktinde yaşadığı Nilüfer Köyünün Camii’nde buluşup, konuştuk. Biraz da 1980 ve 1990 senelerindeki iftiraklardan rahatsız olmuş ve o durumları havsalasına sığdıramadığından dolayı da, kabuğuna çekilip, kimse ile görüşmüyormuş. Ama tabiî, irtibat mesleğinin bir mensubu olan biz, buna pek razı olmadık ve ertesi gün, Bursa’nın umumî sohbetine götüreceğimizi söyleyip kabul ettirdik. Ve oraya gittiğimizde çoğu kimse tarafından tanınmamasına rağmen, eskiler hemen etrafını alıp, bir geçmiş zaman nostaljisi yaptılar. Bunu İstanbul’da gazetedeki arkadaşlarımız, özellikle de yayın koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş’a söylediğimde, onunla bir röportaj talebinde bulundu. Memnuniyetle kabul ettim. Röportajda cemaat arasında meşhur olmuş bir fıkra tarzında anlatılan ve rahmetli Mehmed Emin Birinci ve Zafer Ali arasında geçen hadiseyi de sorduk–ki hadise de şu: Rahmetli Birinci Ağabey azimete riâyet eden bir ağabeyimizdi ve namazda erkeklerin başı açık olmasına pek müsaade etmezdi. Yeni Müslüman olan Zafer Ali de başı açık namaz kılarken, onu ikaz ediyormuş takke takması için. Tabiî o da pek bilmiyormuş, daha sonra takke takmanın farz olmadığını öğrenince, kendine has Türkçesiyle “Ben anlamıyorum, Allah takkesiz kılmaya müsaade ediyor, Birinci Ağabey etmiyor” demiş. Tabiî bu bizim aramızda lâtifeli bir şekilde anlatılır olmuştu. Şimdi sizi röportajla başbaşa bırakıyoruz.
Osman Zengin
Sizi tanıyabilir miyiz? Adım Zafer Ali. İngiltere’de doğdum. İngiltere’ye bir daha gitmek istemiyorum. Orada akrabalarım var, ama 45 yıldır görmedim. Onlarla artık yabancı olduk. Gitsem de tekrar ne konuşabilirim. İstanbul’da foto muhabirliği yaptım. Sonra da Bursa’ya yerleştim. İstanbul’dan 19 yıl önce ayrıldım. Ben İstanbul’a geldiğim zaman nüfus 1 buçuk milyondu. Topkapı huduttu, İstanbul köy gibiydi. Artık nüfus çok fazla arttı. Kalabalıkta yaşamak istemiyorum. Bursa’ya geldim, burada da bir kasabaya yerleştim. Ben bir kabuk içinde yaşıyorum. Bana yeter. Seneler önce çok tartışmalar vardı. İstanbul’a gittiğim zaman eski günler aklıma geliyor. O yüzden gitmek istemiyorum. Artık gazete okumuyorum, haber takip etmiyorum. Çünkü orada gördüklerim beni rahatsız ediyor. Elimden de bir şey gelmiyor. Bugün hastalık yok, stres yok, param yok, borcum yok, kafam rahat. Rahatlık nedir? Herkese göre değişir. Dünyayı gezdim. Çok güzel memleketler gördüm. Şimdi bir köyde yaşıyorum. Başka hiçbir yere gitmek istemiyorum. Dünyayı gezdim, küçük bir evde rahatı buldum.
Nasıl Müslüman oldunuz? Seneler önce İngiltere’deyken bazı şeylerden uzak duruyordum. Gitmeyeceğim, istemiyorum diyordum. Yavaş yavaş kendi hayatımda bir yol buldum. Bu yol bana rahat geldi. Benim düşüncem bu dedim. Türkiye’ye geldiğim zaman İslâm’ı bilmiyordum. Yavaş yavaş öğrendim. İslâmiyeti öğrendikten sonra, benim yolumla aynı olduğunu gördüm. Tek fark şuydu: O yolda İslâm yazıyor, benimkinde ise bir şey yazmıyordu. Namaz gibi şartları bilmiyordum tabiî. Yaşayarak öğrendim. Bana, “Müslümanlığı nasıl seçtin?” diye soruyorlar. Bu demek oluyor ki, anne babanız size Müslümanlığı verdi, bana ise kimse veremedi, ben bunu kendim seçtim. Onun için bu gün rahatım.
İslâmiyet size neler kazandırdı? Rahatlık kazandırdı. Sen rahatsan, dünya senin. Sıkıntı, problem, yük istemiyordum; huzur buldum.
Sizce Müslümanların ne gibi eksiklikleri var? Türkiye’de Müslümanlığı buldum, ama Türkiye’ye gelip, insanları tanıdıktan sonra İslâm’ı seçmeye kalksaydım, Müslüman olmazdım. Kesinlikle din için demiyorum, yanlışlık insanlarda. Bugün dünyada şeytanın sağ kolu para. Herkes para için çalışıyor. Sokaktan geçenlere “ne istersin” diye sorsan para, ev, araba diye cevap verir. “Al kardeşim sana araba, rahat mısın?” dediğinde “evet” der. Ama bir hafta sonra tekrar başka bir şey ister. Heyecan bitince kendine yeni ihtiyaçlar oluşturuyor. Geçici bir hayat, kalıcı bir şey yok. İnsanlar için değer yok. Hanımların burada daha çok suçu var, ihtiyacı yok, yine de alıyor. Bugün mağazaların yüzde 95’ini bayanlar dolduruyor. Beyin değil, gözler çalışıyor. Gördüğü zaman istiyorlar. Çocuklarını da tüketen bireyler olarak yetiştiriyorlar.
Risale-i Nur’u nasıl tanıdınız? 1970’de Türkiye’ye geldim. Bana yardım eden insanlar vardı, onlar sayesinde tanıdım. Risâle-i Nur bir rehberdir. Meselâ Almanya’da bir şehre gideceksiniz, ama elinizde harita yok. Orada bir rehber gereklidir. İşte Risâle-i Nur da böyledir. Türkiye’de yeni bir sistem getirip İslâm’ı söndürmek istediler. Eskiden radyo, televizyon yoktu. Hocalar şehir şehir gezip ders anlatıyordu. O zaman kitaplar yayılıyordu. Risâle-i Nurlar İslâm’ı ayakta tutuyordu. Bugünkü radyo, televizyon gibi bütün Türkiye’ye mesaj veriyordu. İslâm’a dün ihtiyacınız vardı, bugün ihtiyacınız var, yarın da ihtiyacınız olacak. O zaman bu kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Risâleler bize yol gösteriyor.
Kaç yıl foto muhabirliği yaptınız? İstanbul’da kaldığım 22 yıl, foto muhabirliği yaptım. Yeni Asya’da çalıştım.
Yıllarca foto muhabirliği yaptınız bu mesleğin incelikleri nelerdir? Önceden tanımak, bilmek lâzım. Merak etmek gerek. Bir resim çektiğin zaman ne eksik var, nasıl daha iyi olabilir, sorgulamak lâzım. Kendi kendini geliştirmelisin. Ben resimleri okuyorum. Zamanla bir kitap gibi oluyor. O resimdeki eksik ne, fazlalık ne, görebiliyorum. Makine fark etmez. Ne istiyorsun, nasıl alacaksın, neye ihtiyaç var bilmelisiniz. O zaman olur. Eskiden meşhur bir fotoğrafçı vardı Sami Güner diye. Bir gün onun yanına gittim, “Bu fotoğrafları nasıl çekiyorsunuz?” dedim. “Görüyorum ve çekiyorum” dedi. Bazı insanlarda kabiliyet oluyor her halde. Sen oraya baktığında hiçbir şey görmüyorsun, fotoğrafçı gidip çekiyor, bakıyorsun ne kadar güzel çıkmış. Bazı insanlar nasıl güzel konuşuyor bu onun yeteneğidir, fotoğraf çekmek de bir yetenektir.
Gençlere tavsiyeleriniz neler? İnsanlar yaşamak için evlenmiyorlar. Okul başladığı zaman da çanta taşıyorlar, eğitim bittiği zaman da çanta taşıyorlar. Gençler kendi bahçelerinde ne var bilmiyorlar. Meyveleri bilmiyorlar. Artık bakkal, manav değil, alış veriş merkezleri var. İnsanlar bu hayata alışıyorlar. Çocuklar artık dışarı çıkmıyor. Apartmanlarda kimse komşusunu tanımıyor. Herkes ayrı yaşıyor. Çocuklar dışarıda oynamak için korkuyorlar. Evlerin etrafında yüksek duvarlar, duvarların üstünde teller var. Aynı zamanda alarm var, her on metrede bir kamera var. Şimdi düşünün hapishane bu kadar emniyetli değil. Bu insanlar neden korkuyorlar? Çocuklar orada oturuyor, dışarıya çıkarmaya korkuyorlar. Çocuklar evde yetişiyorlar, bilgisayar ve televizyon başında vakit geçiriyorlar. Annesi de aynı şeyleri yapıyor, anneve çocuğun bilgisi aynı. Gençlerin bolca okuması, okuduğu kitapları da kullanması lâzım. Madem kullanmayacaksın neden okuyorsun? Bence, dünyadaki en tehlikeli insanlar fanatiklerdir. Bir şeye kafasını takıyor, başka bir şey anlamıyor. Bu insan anlamaz, kahverengi masaya mavi diyorsa mümkün değil, aksini kabul ettiremezsin. Böyle kavga başlıyor. Gençlerin her türlü fanatiklilikten uzak durmaları gerek. |
24.07.2010 |