Elif Eki |
|
Onlar İslâma hizmet ettiler |
İslâm tarihinden, Asr-ı Saadetten çok ibretli bir olayı, bir sahabenin başına gelenleri birlikte düşünmek istiyorum. Habbab b. Eret, Ümmü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının azatlı kölesi idi. Mesleği demircilikti ve kılıç yapardı. Resulullah’la (asm) öteden beri görüşüp konuşurdu. Müslümanların Erkam’ın evine yerleşmeden önce İslâm’la şereflenmiş ilk Müslümanlardan olma şerefine de ulaşmıştı. O günlerde Müslüman olmak ve hele açıktan Müslüman olduğunu ilân etmek demek malını ve canını kaybetmeyi göze almak demektir. Her şeye rağmen Hz. Habbab, zerre kadar korku ve telâş eseri göstermeden Müslüman olduğunu kahramanca ilân etti. Habbab’ın Müslüman olduğunu duyan Kureyşli müşrikler, ona eziyet ve işkence etmek için adeta koştular. Ümmü Anmar öfkesinden çıldıracak gibiydi. Habbab’ı bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Yani yaptığı işle cezalandırılıyordu. Habbab, Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna gelerek Ümmü Anmar ve başının acısından şikâyet etti. Resulullah (asm), “Ya Rab! Habbab’a yardım et!” diye dua etti. Bu duanın sonunda Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına yakalanmış ve ağrının sıkıntısına dayanamaz hale gelmişti. Kadere bakın ki, ona Habbab’ın işkencesinde şifa yolunu gösterdi. Kendisine başının ateşle dağlanması tavsiye edildi. Habbab, bu sefer körüğüyle Ümmü Anmar’a şifa vermek için onun başını dağladı. Müslüman olduğu için, yine bir gün öğle sıcağında Habbab’ın burnu ve sırtı kızgın taş ve kumlara sürtüldü. Acımak duygularını kaybetmiş Kureyşli müşrikler, Habbab’a akıl almaz işkence yapmayı sürdürdüler. Bir gün Habbab’ı ateşin üzerine yatırıp göğsüne ayaklarıyla bastılar. Ateş sönünceye, yer kuruyuncaya, vücudunun yağı eriyinceye kadar öylece durdurdular. Aradan yıllar geçti… …Ve bir gün. Habbab b. Eret, Hz. Ömer’in halifeliği sırasında huzuruna girip oturmuştu. Halife Hz. Ömer (ra), “Yeryüzünde şu meclise, bundan daha lâyık ve müstehak olan, ancak bir adam vardır” deyince Habbab, “Ey Mü'minlerin Emiri! Kimdir o?” diye sordu. Hz. Ömer, “Bilâl’dir!” dedi. Habbab b. Eret, “Ey Mü'minlerin Emiri! O, benden daha lâyık olamaz! Çünkü müşrikler içinde Bilâl’i Allah’ın koruduğu kimse vardı. Benim ise hiç koruyucu kimsem olmadı.” Habbab kendisine yapılan işkenceleri de şöyle anlattı: “Öyle bir gün görmüşümdür ki, beni tuttular. Benim için ateş yaktılar. Ateşin içine, beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın biri, ayağını göğsümün üzerine bastı da, yer soğuyuncaya kadar beni kımıldatmadı!” dedi. Bu sözlerinden sonra, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu! Her türlü işkence ve haksızlığa rağmen Habbab, imanından zerre kadar taviz vermiyor, Allah ve Resulüne bağlılığını her vesileyle açıklamaktan geri kalmıyordu. Gerçi o, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak güçte değildi. Karşılaştığı eza ve cefalardan dolayı elinden bir şey de gelmiyordu. Bir gün Resulullah’ın huzurunda bu konuları açmak istedi. Peygamberimiz (asm), Kâbe’nin gölgesinde kaftanını yastık yaparak ona yaslanıp dinlenirken, Habbab huzuruna geldi ve: “Ya Resulullah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah’a dua etmez misiniz?” dedi. Peygamberimiz hemen doğrulup oturdu ve benzi sararmıştı. Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin cevabında hem bir ibret, hem de istikbale ait müjdeler vardı: “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da, bu işkence, yine onu dininden döndüremezdi! Testere ile tepesinden ikiye bölünürdü de, yine bu işkence, onu dininden döndüremezdi! Allah elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip Sana’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da, kurt saldırmasından başka bir korku yaşamayacaktır! Fakat siz acele ediyorsunuz!” buyurdular.1 Habbab’ın, azılı müşriklerden As b. Vail’den yüklü bir alacağı vardı. Gidip ondan alacağını istedi. Bu azılı müşrik Muhammed’i red ve inkâr etmedikçe ona olan borcunu ödemeyeceğini söyledi. Habbab ise her şeyden vazgeçebileceğini, yine de onu ölünceye ve öldükten sonra dirilinceye kadar red ve inkâr etmeyeceğini söyledi. As b. Vail alaylı bir şekilde, öldükten sonra dirilecek olursa o zaman borcunu ödeyebileceğini söyledi. As b. Vail’in bu sözleri üzerine şu âyetlerin nazil olduğu rivayet edilir: “(Resûlüm!) Âyetlerimizi inkâr eden ve ‘Muhakkak surette bana mal ve evlât verilecek’ diyen adamı gördün mü? O, gaybı mı bildi, yoksa Allah’ın katından bir söz mü aldı? Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız. Onun dediğine biz vâris oluruz, (malı ve evlâdı bize kalır); kendisi de bize yapayalnız gelir.”2 Habbab, her çeşit tehlikeyi göze alarak yeni Müslümanlara Kur’ân-ı Kerim’i okuyup öğretiyordu. Hz. Ömer’in kız kardeşi ve eniştesi Said’e Kur’ân-ı Kerim okuyup öğretirken, Hz. Ömer yalın kılıç gelince Habbab, evin kilerinde saklanmıştı. Hz. Ömer, eniştesi ve kız kardeşi ile epeyce uğraştıktan sonra Kur’ân-ı Kerim sahifesini isteyip okuyup ondan hoşlanmaya başlamıştı. Habbab, saklandığı kilerden çıktı ve “Müjde ey Ömer! Dilerim ki, Resulullah’ın yaptığı dua senin hakkında gerçekleşsin! Dün gece, o, ‘Allah’ım! İslâmiyet’i ya Ebü’l-Hakem b. Hişam’la ya da Ömer b. Hattab’la kuvvetlendir!’ diyerek dua ettiğini işittim. Allah! Allah! Şu işe bak ya Ömer!” dedi. Hz. Ömer, “Resulullah şimdi nerededir?” diye sordu. Kız kardeşi ondan bir kötülük yapmayacağı hakkında söz aldıktan sonra Habbab, “O, şimdi Erkam’ın evindedir. Yanında ashabından bazı kimseler bulunmaktadır” dedi. Hz. Ömer, Habbab’a, “Kalk, önüme düş! Beni Muhammed’e (asm) kadar götür, Müslüman olacağım!” dedi. Habbab da onu alıp Resul-i Kibriya Efendimize götürdü. Hz. Ömer’in Müslüman olmasına sebep olduğu gibi nice insanların İslâmla şereflenmesine vesile olmuştu. O gün Habbab’lar, Bilâl’ler, Ömer’ler, Said’ler mallarını ve canlarını ortaya koyarak İslâmiyete hizmet ettiler. Onların bu fedakârlığı ile İslâmiyet kısa sürede dünya dini oldu. Onlar her şeye rağmen İslâm’a hizmet ettiler. Bunları okurken veya dinlerken belki heyecanlanıyoruz. Onların yaptıkları karşısında biz kendimize şu soruları sorabiliyor muyuz? Peki, İslâm’a hizmet bitti mi? Bize düşen bir görev yok mu? Biz şimdi bu hizmetin neresindeyiz acaba?
Dipnot: 1. Buhari, Sahih, 4: 238-239. 2. Meryem Sûresi, 77-80.
AHMET ÖZDEMİR |
Gençlerde şikâyetler ne zaman başlıyor? |
Telefonumun şarjı bitmiş. O kadar da paralar verdiğim cihaz, anlamsız hale geliverdi. Hiçbir işlev göremez hale geldi. Oysa o, tv kanallarını izlediğim televizyondu. O bir, onlarca kanal dinleyebildiğim bir radyo idi. O bir, müzik çalardı. O bir, hesap makinesi idi. O bir, oyun salonu gibiydi. O bir, telefondu. Nice cümleler aktarmıştım onunla dostlarıma, sevdiklerime. Ama, ya şimdi? Şu an çok önemli birkaç cümlelik telefon görüşmesi yapmam gerekiyor. Söyleyeceklerim hayatî önem arz etse de, ilgiliye ulaştıramıyorum. Bu pahalı cihazın şimdi hiçbir anlamı yok. O artık ne bir tv, ne bir radyo kanalı, ne bir hesap makinesi, ne de aslî fonksiyonu olması gereken bir telefon… O, artık bir hiç. O, artık anlamsız. Verdiğim paralar şimdi bir anlam ifade etmiyor. Neden? Çünkü şarjı bitmiş. Şarjlanmayınca, bu cihazın hiçbir anlamı yok. Evet, bu bir formül. Bu cihazın işe yaraması için bu adımı atmak zorundayız. Hatta bizzat ona uyan bir kablo ile, elektrik enerjisine takılmaktan başka bir yol yok. Ya takılacaksın ya da yok olacaksın, anlamsız olacaksın. Tıpkı insanlar gibi. Okumayınca anlamı bitiyor insanın. Bir yerlere takılmayınca, yok olmak kaçınılmaz. Bîtaraf olan bertaraf olur misali, tarafsız olmak da yok olmak gibi bir şey. Okumayınca, sevimliliği kalmıyor, neşesi, bilgisi, ilgisi kalmıyor insanın. Adeta kurumaya terk ediliyor. Tarladan verimli bir ürün alabilmek için nasıl ki tarlanın dikkatlice sulanmaya, zamanı gelince ekilmeye, uygun bakıma, zararlılardan korunmaya ve ilgiye itinaya ihtiyacı varsa, insan da böyle bir şey işte. Bakımı yapılmaz, sulanmaz, bilinçlice ilgilenilmezse, o da senin beklentilerine cevap vermeyecektir. Okuma bitince, anlam; anlam bitince, farkındalık kayboluyor. Farkındalık kaybolunca, ümit; ümit bitince, atalet başlıyor. Ataletten sonra sefalet, sefaletten sonra; dalâleti ve bir bütün halinde manen hastalanmayı yaşıyor insan. Şikâyetçi gençlerle konuşuyoruz. ‘Şikâyetçi olduğun konuyu tanıyor musun?’ diyorum. Bana dönüp gülüyor. ‘Ne konusu yaaa!’ deyip, beni anlamadığını ifade ediyor. Oysa bizi yoran şeyi, bilmeliyiz. Önce, neden her şeyden şikâyetçi olduğumuzu sorgulamalıyız. Onların varlığı mı, yoksa yokluğu mu şikâyet konusu belirlenmeli. Durum anlaşılıyor. Kimse, şimdi sahip olduklarını, o sahip oldukları zararlı da olsa terk etmek istemiyor. Hasılı terk etmek zor geliyor. Oysa bir şeylerin olmasını isteyenin, bir şeyleri yapması ya da bir şeyleri yapmaması gerekiyor. Yani ya yeni adımlar, ya da bazı adımları terkler hayatı değiştirecektir. Herkes bireysel, ailevî ve toplumsal şikâyetlerin bitmesini istiyor. Ama bu şikâyetlerin bitmesi için kimse üzerine düşeni yapmıyor. Şikâyet ne kadar fazla ise, okuma o nispette azdır. Okumalar, şikâyeti ortadan kaldırıyor. Okumalar, ilmek ilmek bilgi dokuyor, sevgi dokuyor, ilgi dokuyor ve hayat daha bir netleşiyor. Kitaplar, insanı Allah’a, hayata, topluma, aileye bağlıyor. Ama kitapsızlık, bir kopmadır. Şikâyetten kurtulmak isteyenin ne yapması gerektiği çok zor değildir. Ama bir kararlılık gerektiriyor. Bu konuda hiçbir küçük adım küçük değildir. Bir küçük açı değişikliği sonuçları ciddî etkileyecektir. Yani bir küçük alışkanlığın terki, bambaşka dünyalara bizi taşıyacaktır. Ya da bir küçük yeni müsbet alışkanlığa adım atmak, hayatın rengini tamamen değiştirebilecektir. Şu bizim Şeyhmuz ilginç bir genç. Gelmiş bana diyor ki, bana bir yaz programı çizer misin? “Yaz boyu köydeyim. Kendime günahsız, hatasız bir dünya kurmak istiyorum. Üniversite okuyorum, ama yeni bir üniversite istiyorum. Kendimin, okumayınca ‘boş’ olduğumu düşünüyorum. Hiçbir anlam ifade etmediğimi düşünüyorum. Ne kadar çok kitap okumam gerektiğini biliyorum. Artık okumayı oldukça ciddî düşünüyorum. Yoksa kimseler tarafından adam yerine konmayacağımı biliyorum.” Şeyhmuz, diğer gençlerden farklı, içinde olduğu duyguları açık yüreklilikle paylaşıyor. Sizinle daha önce onun bir hatırasını paylaşmıştım. Peygamberimizin (asm), "Siz istiğfardan usanmadıkça, Allah da mağfiretten usanmaz.” müjdesini kendisiyle paylaştığımızda, Şeyhmuz, ders sonrası, ‘Hocam, çok günah işliyorum sonra pişman oluyorum. Şeytan da, ‘Sen bu halinle nasıl Allah’ın huzuruna çıkıyorsun?’ diyor. ‘Benim de içim sızlıyor. Allah, gerçekten affeder mi?’ diyerek, Allah’a olan yakınlığının arttığını ifade etmişti. Gençlerin en büyük özelliği, kafalarına yatan konularda adım atmaktan çekinmemeleridir. Gençlerin, o genç enerjileri ve adım atma kabiliyetleri başka yaş dönemlerine benzemez. İbrahim de (as), Yusuf da (as) olduğu gibi. Yeter ki gençler ikna olsunlar, bir şeye inansınlar her türlü yapıcı işleri başarırlar ve sonuçlandırırlar. İşte bunun da yolu, hayatın bütününe yayılmış bir enerji akımını ihmal etmemektir. Pozitif enerji kaynaklarını keşfeden gençler, o enerji kaynaklarından beslenmeyi de ihmal etmemelidirler. Yoksa o yüksek kabiliyetlere sahip gençler, o enerjilerini kullanacak zemin bulamazsa, yanlışlarda kullanılmak durumunda kalacaklardır. Gençler! Belli konularda gerek kendi içinizde ve gerekse dış dünyada yaşananlara karşı şikâyetlerin arttığını hissediyorsanız, hiç başka şeylere müracaat etmeyiniz. Bilin ki, pozitif enerji kaynaklarından istifadeniz azalmıştır. Evet, çok değerli olabilirsiniz, pek çok kabiliyetiniz olabilir; ama bunları kullanacak zemin bulamaz ya da enerji kaynaklarınızdan koparsanız, anlamsız hale gelirsiniz. Şarjı bitmiş telefon gibi… Lütfen hemen şarj durumunuzu bir kontrol edin.
SEBAHATTİN YAŞAR
|
Bediüzzaman, ağaç ve mânâ |
Dünyanın kendisi bir âleme mensup olduğu gibi, pek çok âlemi de bünyesinde barındırmaktadır. Bu âlemlerden bitkiler âlemi, botanik biliminin tâbiriyle, ekolojik dengenin olmazsa olmazıdır. Bu âlemin en önemli mensupları da ağaçlardır. Ağaçlar milyonlarca yıldır insanların da, hayvanların da ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Değişen ve gelişen zamanının akabinde ağaçların kullanımı, insanlığın ihtiyacı nispetinde değişmekte ve gelişmektedir. Ağaçlar insanlığın hizmetinde, yani sanayi, tarım, tıp vb. gibi pek çok alanda kullanılmaktadır. Kimileri ilâç yaparken, kimileri kömür yapmış, kimileri koyu gölgede çardak yaparken, kimileri de tabloda san'at yapmıştır. Görüldüğü gibi ağaçların fizikî ve kimyasal özelliklerinden faydalanılmıştır. Kimileri ise anlaşılması zor mânâ ve ihata edilmesi güç hakikatlerin yüksek mertebesine ağaç şablonuyla bakıp, ağacın gayb perdesindeki sınırları içinden yüksek hakikatleri herkesin anlayacağı bir şekilde sunmuştur. Bu şekilde pek çok hakikat, bulanık zihniyetli insanlara kendini bildirmektedir. Bu kimilerinden biri olan Bediüzzaman Hazretleri, ağaçların morfolojik özelliğinden benzersiz bir biçimde faydalanarak, gizli kalmış veya anlaşılması zor konuları herkesin anlayacağı bir şekle çevirmiştir. Kâinatın yaratılışı, Peygamber Efendimizin (asm) mahiyeti, âyet ve hadis açıklamaları vb. konuları mükemmel bir tarzda, ehl-i tahkikin nazarına veriyor. Anlatımdaki belâgat gizli mânâların ortaya çıkmasını sağladığı gibi, konulara ilgisiz kalmış zihniyetin de ilgisini celbediyor. Konuları asrın ihtiyaçlarına uygun olarak yani mantıkî bir tarzda işlemesi hem hakikatlerin anlaşılmasını, hem de değer kazanmasını sağlıyor. Bu kadar önemli konuları temsiller ile anlatması hem zihni yorup karıştırmadan, hem de konunun mahiyetinin kalıcı bir şekilde anlaşılmasını sağlamaktadır. Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’da kâinatı ağaca şöyle benzetmektedir: “Şu gördüğün âleme bir kitap nazarıyla bakılsa, Nur-u Muhammedi (asm) o kitabın kâtibinin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilse, Nur-u Muhammedi (asm) hem çekirdeği hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zihayat farz edilse, o nur, onun ruhu olur…” (Mesnevî-i Nuriye, s.186) Nur müellifi birbirine benzer mânâdaki bu üç cümlede Peygamber Efendimizin (asm) nurunu nazara vermekle kâinatın yaratılış gayesinin Efendimiz (asm) ile olan bağını ifade etmektedir. İkinci cümleye bakıldığında kâinat ağaç benzerliği kurulmuştur. Ucu bucağı ihata edilemeyen koskoca kâinat bir ağaç suretinde tahayyül edilmiştir. Bu şekilde hayalin bile içine alamadığı büyüklük kolay bir şekilde kuşatılmıştır. İkinci cümlede çekirdek Nur-u Muhammedi (asm) iken ağacın meyvelerinin de en efdali, beşer olarak, Peygamber Efendimiz (asm) oluyor. Çünkü yaratılış ağacının meyvesi insandır. İnsanların da en efdali odur. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadisinde, geçen cümleleri aydınlatacak meseleyi şöyle belirtmişlerdir: “Bir gün ashabından Abdullah B. Cabir (ra): ‘Ya resulallah’ dedi. ‘Bana, Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?’ Efendimiz şöyle cevap verir; ‘Herşeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. Nur Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne sema, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı. (Kastalani, A. Esr. s. 7) Hadis-i Şeriften anlaşılacağı gibi, o nur yani Ahmed nuru kâinatın yaratılmasına mazhar olmuştur. Hem ikinci cümle, hem de Hadis-i Şerif bir şeyi vurguluyor ki, o da şüphesiz Hz Muhammed’in (asm) Allah katındaki önemi çok büyüktür. Kâinat ağacının hem çekirdeği, hem de meyvesi olmasına sebep ve Efendimizin (asm) dâvâsına karşı gösterilmesi gereken ehemniyeti vurguluyor. Kâinat ağacının çekirdeği ve meyvesi olması, Allah’ın büyük isimlerinin tecelliyatına mazhar ve makes olmalıdır. Çünkü Allah’ın nur isminin tecelliyatı bariz bir surette görülmektedir. Yine yaratılış ağacının çekirdeği olması hasebiyle bir hadis i kudside Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Levlake levlak lema halektül eflak” yani; “Sen olmasaydın (ya Muhammed) sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden farkının ve onun dâvâsının hakkaniyetinin mahiyeti bilindiğinde hem onun ümmeti arasındaki bağın muhkemleşmesi, hem de bu bağla Allah ile kul arasındaki bağı da kuvvetleştiriyor. Risâle-i Nur’un başka bir yerinde yaratılış-ağaç temsiline Bediüzzaman şöyle bakıyor: “Hususan Mayısın ahirinde olduğu gibi bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menzilinde dediği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden o yeşil sema perdesi arkasında hayale nuranî büyük bir ağacın vucudunu tahayyül ettirir. Güya o ağaçtan bir sivri ucu o perdeyi delmiş, bir salkımı ile beraber başını çıkarmış, Süreyya ve hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybi ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder.” (Mektubat, 3. Mektup, s. 21) Bediüzzaman’ın mükemmel bakış açısı o muazzam hakikatleri ne denli ihata ettiğini gösteriyor. Yaratılış ağacı yine gayb perdesi altından tecessüm edercesine, ay şeklinde yıldız şeklinde salkımları görünmektedir. Risâle-i Nur’un daha pek çok yerinde ağaç misali saklı ve bambaşka âlemleri, bambaşka mânâları deruhte ediyor. Şecere-i hilkatin muazzam bir dalında bulunmakta olan Bediüzzaman’a hakka hizmeti ve himmeti nisbetinde rahmet ve dua. İşte nur, işte ağaç, işte mânâ...
ALİ BAYAR |
Hayat sıkıcı mı? |
“Hayat çok sıkıcı” tabiri günden güne yaygınlaşan bir cümle halini almış duruma geldi. Hayat mı bizi sıkıyor? Biz mi hayatı sıkıyoruz? Birisi bize her gün yirmi dört altın vermiş ve günün sonunda kayıplarımız yenileniyor. Eksiklerimiz yeni bir günle tamamlanıp yine yirmi dört altın oluyor. Bir anda harcayamıyorsun, o kadar ince bir çizgidesin ki tıpkı bir cambaz gibisin. İnce bir ipin üzerinde düşmemeye gayret ediyorsun. Geçebilirsen karşında seni bekleyen nuranî zatlar var ve başarılı olacaksın, ama geçemeyip aşağıya düşersen eğlenceli gördüğün, ama çirkin yüzüyle karşında olan bir hayat seni bekliyor… Yirmi dört altın ise çocukken oynadığımız oyunlar gibi yukarımızda asılı duruyor. Biz onları almaya kalkarken yeni canlara, kötü yaratıklara, bizi kurtaracak ellere rastlıyoruz. Hayatımız da ince bir ipe bağlı; olduğun yerden kımıldamaya korkarsan ağırlık baskın gelir ve o ipin kopar. Madem hayat bir oyun, bir sınav o zaman her zaman kazanmaya çalışıyorsak sıkıcılık bizde olmamalıdır… Hayatı sıkıcı yapan sensin, çünkü nefsini dinlemeye başladığın, geçici heveslere kapıldığın zaman, yaşadığın zamana durup geri baktığında bomboş ve çorak bir arazi ile karşılaşıyorsan; bunun sorumlusu yine sensin… “Ene”; bu duyguya bir kere kapılırsan, biz olamazsın. Kendini ne kadar dinlersen o kadar sağır olursun, ne kadar kendine bakarsan o kadar kör olursun. Kendinle ne kadar ilgilenirsen, o kadar vurdumduymaz olursun… Oysa ki biz olarak bakarsan; kendini bu âlemin bir parçası ve görevlerini yerine getirirsen, bütün güzelliklere gözlerin açılır, bütün ‘dünya’yı duyabilirsin. Bir satır okursun herkesle ilgilenirsin. O kadar çok meşgalen vardır ki aslında yapacağın, bir an düşündüğünde aslında her geçen salisenin bile çok kıymetli olduğunu ve bir saniyeyi oluşturan o anki salisenin bir daha geri dönmeyeceğini anlarsın… Hayatın sıkıcı olduğunu düşünenler, kendilerini yalnız hissedenler, boşluğun kara deliğine sürüklenenler; her an onları gözetleyen bir kameranın her hareketlerini çekip, gün geldiğinde bunu kendisine seyrettirileceğini düşünmediklerinden, o ince ipin üzerinden geçerken altınlarını toplamazlar ve her eksik altın kasalarında yeni bir eksiklik açar… Bu hayatta en küçük yaratılan yaratık bile görevini yapmaya çalışırken, uzun bir gün yerinden kımıldamayan, gününü televizyon ve internetin karşısında boş işlerle geçiren kişiler iyice bir düşünseler; “hayatın çok zevkli ve zor bir sınav yeri” olduğunu anlayacaklardır… “Münafık olan adam, âlemi musîbetleriyle öldürücü, belâlarıyla boğucu, dehşetli hadisatıyla tehdit edici, şedaidiyle sıkıcı bir şekilde görür. Bütün dünyayı, envaıyla beraber kendisine adavet etmekte ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafığın bu zannına göre, âlemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat onun aleyhindedirler. Hâlbuki mü’min olan zat nur-u imanın iktizasıyla, kâinatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri manen işitir, ferahnâk olur.”1 Yaşamak çok güzeldir ve her geçen dakika her gelecek dakika güzelliklerle karşımızda durur. Önemli olan bunların farkında olma ve kendi görevlerimizin bilinci ile dolu bir şekilde o anı tamamlamaktır… Bütün kâinatın tesbihlerine katılalım ve hayatı her zaman en güzel şekilde görelim İnşallah…
Dipnot: 1. İşaratü'l-İ’caz.
MERVE İRİYARI |
Dünya lezzet yeri değildir |
Bediüzzaman, Lem’alar adlı eserindeki 25. Lem’a’da hastalara teselli olacak konuları ele alır. Ve yirmi beş deva sunar. Hasta insanı psikolojik açıdan rahatlatacak “manevî reçete”lerdir bu devalar. Said Nursî devaları hastalıkların çeşitlerine göre sunar. Önce teşhisi koyar, sonra tedaviye başlar. Devaların başlarında yer alan ; “Ey biçare hasta!, ey sabırsız hasta, ey şekvacı (şikâyetçi) hasta...” şeklindeki hitaplar konulan teşhisleri gösteren ifadelerdir. Merhemler bu hastalık çeşitlerine göre verilir. Bu Lem’a zahire bakıldığında maddî hastalıklara sahip olan insanlar için yazılmış görünür. Fakat, bâtına, iç yüze bakıldığında ise manevî yönden hasta olan insanlara da çok özel reçeteler sunar. Lem’anın başına ise “Bu Lem’a 4,5 saat zarfında yazılmıştır” şeklinde bir dipnot düşülür. Devaların muhtevasına bakıldığında bir çok konuya parmak basıldığı görülür. Bizim üzerinde duracağımız bölüm; “dünyanın geçici ve fani olduğu ve dünyanın lezzet alma, keyif sürme yeri olmadığı ve asıl mekânımızın ebedî hayat ve zevk alıp keyif süreceğimiz yerin ebediyet olduğu, dolayısıyla hastalıkların dert ve sıkıntıların bizi dünyadan soğutup yüzümüzü ahirete döndürdüğü yani gaflet sarhoşluğundan uzak tuttuğu ya da gaflette isek uyandırdığı” konularına değinildiği yerler olacak. Bediüzzaman burada dünyanın “lezzet yeri”, “keyif alma mekânı” olmadığından bahsederken Risâle-i Nurların farklı bölümlerinde kendisinden; “dünyada almadığı zevk kalmayan, dünya zevklerinin birçoğunu tadan” biri olarak bahseder. İki ifade de Bediüzzaman’a aitken çok zıt dururlar birbirlerine. Peki bu nasıl olur? Dünya lezzet alma yeri değil iken, Bediüzzaman nasıl olur da dünyada birçok zevk aldığından bahseder. Bir başka çelişki daha vardır ki, bunu Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda görürüz.. Çünkü “hayatta insanı en çok tatmin edecek olan, kalbine mukabil bir kalbin olmasıdır” demiştir, fakat evlenmemiştir. Dolayısıyla çocuğu yoktur. Hayatı boyunca bir çok memlekette ikamet etmiş, bunların çoğunluğu ise zarurî ikametler olmuştur. Yani düzenli bir hayat sürme imkânı olmamıştır. Hapishanelere atılmıştır. Ve burada birçok işkenceye maruz kalmıştır. Öldüğünde ise dünyada bıraktığı, zahirde görünen, hiçbir şeyi yoktur. Ne malı ne mülkü. Ne evlâd ü iyali... Ki yaşarken elde etmediklerini öldükten sonra bırakması düşünülemez. Bediüzzaman’ın hayatı “dünya lezzet yeri değildir” sözünü tasdikler. Peki “dünya zevklerinin birçoğunu tattım” iddiası nasıl açıklanabilir? Burada “zahir” ile “batın” kavramlarına bakmak gerekir. Bizim olaylarda gördüğümüz taraflardan başka bir de görünmeyen yanlar vardır. İnsanın da bir dıştan görünen yüzü vardır bir de göremediğimiz “bâtın” yüzü. Bediüzzaman dışarıdan baktığımızda, birçok acılar çekmiş, maddî olarak hiçbir şey elde edememiş, hükümetçe mahkûm edilmiş, sürgünlere gönderilmiş, işkence edilmiş, evlenmemiş, çocuğa kavuşmamış, mutlu bir yuva sahibi olmamış bir insan olarak görülebilir. Fakat bâtınına, iç yüzüne baktığımızda kuvvetli bir imana sahiptir. “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.” âyet-i celilesinin sırrına ermiş bir insandır. Bu insan basit arzular için değil, en büyük dâvâ olan İslâm dâvâsı için her şeyinden vazgeçmiştir. “Niçin evlenmiyorsun?” diye soranlara “İlim öğrenmek aşkı, her yanımı öyle sarmış ki, başka şeylere beni baktırmıyor” diyebilmiştir. O bir çocuğa sahip olamamıştır belki, ama engin şefkatiyle; ortada bir yangın var ve içinde evlâdım yanıyor, imanım yanıyor, öyleyse ben nasıl boş durabilirim” ifadeleriyle bütün insanları kendine evlât edinip onların ebedî hayatlarını kurtarmak için ömrü boyunca çalışmıştır. Vücudu belki zindanda görünüyordu, fakat “kuvvetli imanı elde etmiş bir insan zindanda da olsa saraydadır. İmanı olmayan ise sarayda da olsa zindandadır” sözleriyle zâhiriyatın aldatıcılığına parmak basmış, kendisinin aslında manen saraylarda olduğunu göstermiştir. Arkasında mal mül bırakamamıştır doğru, fakat; milyonların imanını kazandırmaya vesile olan Risâle-i Nuru bize miras olarak bırakmıştır. Bir Hadis-i Şerifte bir çocuğa bir besmele öğreten kişinin hali ne güzel anlatılır. O bir sözcüğü çocuk her söyleyişte, öğreten kişiye cenette mertebeler kazandırmaktadır. Bir besmele ile bu kadar kârdaysa insan, insanların imanını kurtarmaya vesile olan bir kitabın sahibi nasıl bir kârdadır, varın siz kıyas edin. Kendinden, kendi nefsinden geçip, ona verilmiş olan kalp akıl ve ruhu, Allah için, Allah rızası doğrultusunda kullanmış bir insan elbetteki daha dünyada iken birçok nimete kavuşmuş, bir çok zevke ulaşmıştır. Öyleyse kendini, İslâm dâvâsına adamış olan Bediüzzaman Hz.leri “dünyada iken birçok zevkleri tattım” derken doğru söylemektedir. İmanın verdiği zevke varmıştır o bu dünyada.. Biz mutluluğu makamda, mevkide, malda, güzellikte rahat bir hayatta aradığımız için Bediüzzaman’ın bu sözü bize farklı, hatta tuhaf gelir. Halbuki asıl mutluluk O’nu, Allah’ı bulmaktadır. O’nu bulan neyi kaybeder. Ve O’nu kaybeden neyi bulur? Son olarak vurgu yapmamız gereken konu Hastalar Risâlesinin 4,5 saatte yazıldığı konusudur. Bu risâle yine görünüşte 4,5 saatte yazılmış görünebilir. Fakat o 4,5 saatte Bediüzzaman’ın bütün hayatı gizlidir. Yaşadıkları saklıdır. Bu devalar Üstadın hayatının özünü teşkil eder. Bu devaları tam idrak ettiğimizde bizlerde dünyada iken lezzete kavuşuruz. Sabrın, tahammulün güzelliğini yaşarız.
FİLİZ GENÇ |
KÜFÜR |
Küfür karanlığı emziren süslü acuze Menhus elinde tokmağı şüphe çivisinin Savaşı ezelden iman içmiş gölgelerle Nurlu yolunda bir girdap tevhid gemisinin
Gönül kubbelerinde sarsıntısı zulmün Ümit ölmüş, haya harcanmış, iman yaralı Saf beşer aynı şarkıda mevki makam ve ün Mânâdan bir surat ki baştanbaşa saralı
Mü'minin başı öne eğik küffarda çalım Dalgaları küfrün iman kıyısına vurur. Mü'minden küfre ilk adım dalâlete meyil Hayal köşklerini şimdi günahlar doldurur
Yıldızlardan ses: ruhun sert surları yıkıldı Ağlayanlar çırpınanlar içinde vaveyla Şeytanın yamaklarında sevinç ve coşku Karaya büründü şehir beyaza elveda
Burak Yılmaz |
BİR FİLM ŞERİDİ |
Mazide yaşanılan, bin bir türlü macera Rengârenk çiçeklerle dolup taşan bir sera
Film şeridi gibi göz önünden geçerken Yeşil kaz dağlarında, bir ceylan idi seken
Marmara sahilinde, mavi beyaz bir yelken Sabah gül bahçesinde elime batan diken
Umulur ki tamamı bir galeri doldursun Hatırlanmaya değer güzel çizgiler olsun
Küçük, büyük, değişik basit ya da karmaşık Ömrün her günü mühim, hepsi farklı bir ışık
Hayatın her bir anı, şimdi anladım meğer Mutlaka anılmaya, hatırlanmaya değer
Zaman ne? Kâinat ne? Hayat ne? Ölüm ne ki? Kılları sayılmayan bir alaca pösteki
Ebed yolculuğunun muhtelif durakları Azim bir kafilenin güzeri, uğrakları
Cümle yaklaşıyoruz, o muayyen saat’a Hasret ve sevgi olsun, o muhteşem vuslata...
Dr. Hikmet Erbıyık |
VAR |
sendendir gelen, sendendir değen her ne varsa
her bir var senle var iki varı kabul etmez tek Var
hep Bir var, herşey Bir’den çıkar ve O var.
O varsa herşey var. O yoksa ne neye yarar O yar ise herşey yarar O yoksa eser niye var?
San'atı görüp san'atkârı tanımayan mı var
‘Dün’ya varsa, yarını da var. Cennet var, cehennem var Çünkü O’ndan bir imtihan var Mükâfatı var, mücazatı var.
Yokluktan vareden Bir Var Kim demiş varoluş kendi kendine var Kitap varsa Kâtip var Nakş varsa Nakkaş var
Ve kâinat sergisinde ne istersen var Elbette O var. Çünkü varı vareden Var, var.
ARAFAT DENİZ |
HACCA NİYETLE GİDİLİR |
Bir gün hacdan bahsediliyordu. Bir kimse, ‘Hac farz olduğu halde hacca gitmezse, diğer ibadetleri de pek makbul olmaz.” demişti. Sohbette ihtiyar bir zat vardı, gözleri yaşardı. “Hocam” dedi, “Ben imkâna sahip oldum, ama gitmeye vakit bulamadım.” dedi. Mehmet Feyzi Efendi, “Kardeşim, hacca parayla gidilmez, niyetle gidilir. Mevsiminden önce kesin karar verirsen engeller aşılır ve biiznillah gidersin. Halisane karar verdiğin takdirde Allah imkân olmazsa da imkân bahşeder, gider gelirsin.” demişti. Ayrıca hacıların orada gördükleri güzellikleri anlatmasını, nahoş olmayan şeyleri anlatmalarını söylerdi. Kötü şeyleri anlatmalarının, haclarının makbul olmadığına işaret olduğunu söylerdi. Oraya gidenin kafası, gönlü, Allah ve Resulünde olacaktır. Bizleri hep ilme teşvik ederdi. İlme çalışmanın berekete vesile olacağını söylerdi. Allah şefaatine nail eylesin. Âmin. Bediüzzaman’ın Sır Kâtibi Mehmet Feyzi Efendi, İhsan Atasoy, s. 323-324
GEÇER AKÇEYE ÇEVİRMEK Hayatımızı, elimizdeki imkânlarımızı geliştirmek için yaşıyoruz. Ne kadar zenginleşsek de, dünya yolculuğumuz sona erip, kazandığımız her şeyi geride bırakıyoruz. Ancak yolculuğumuz devam ediyor. Burada kazandıklarımız ise o yolculuğumuzda bize bir fayda sağlamıyor. Burada kazandıklarımız burada geçer akçe, ama ötede değil. İnsan bu diyarda kazandıklarını aynı zamanda gelecek yolculuğu için de geçer akçeye çevirme yolunu araştırmalı. Kendi parasını, seyahate gideceği ülkenin para birimine çevirdiği gibi… Suat Ünsal
BİR KEZ GÖNÜL YIKTIN İSE Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil
Bir gönülü yaptın ise Er eteğin tuttun ise Bir kez hayır ettin ise Binde bir ise az değil
Yol odur ki doğru vara Göz odur ki Hakk’ı göre Er odur alçakta dura Yüceden bakan göz değil
Erden sana nazar ola İçin dışın pür nur ola Beli kurtulmuştan ola Şol kişi kim gammaz değil
Yunus bu sözleri çatar Sanki balı yağa katar Halka matahların satar Yükü gevherdir tuz değil Yunus Emre
ADALET Adalet nedir? Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak. Adalet bir nimeti yerine koymaktır. Her su çeken tohumu sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi yerinde kullanmamak. Yeri olmayan yere koymaktır. Mevlânâ
ALLAH HERŞEYİ BİLİR Muhakkak Allah; evet kıyamete (dair) bilgi sadece O’nun yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde ne var O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini de bilemez. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır. Lokman Sûresi, son âyet
TAM OTUZ YIL Tam otuz yıldır saatim işlemiş ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum... Necip Fazıl Kısakürek
DALLAR Üşümeye başladı topraklar, Titremeye başladı ocaklar; Takvim "yaprak dökümü" diyor… Ne duruyorsunuz yapraklar? Emzikler, Arif Nihat Asya
DİNLENMEK İnsanlar sana yöneldikleri zaman konuş; başka tarafa yöneldikleri zaman da bil ki senin anlatacaklarına ihtiyaçları yoktur. Hasan el Basri
KOMŞU Senin bardağını kırdıkları vakit de, komşunun bardağı kırıldığı zamanki kadar sakin olsana. Epictetos
ÖMÜR Ömür de biter, ama etkisi sürer. Selçuk Yıldırım
DİBE VURMAK Dibe vurduğunu sanıp, bir dip daha olduğunu keşfedebiliyordu insan. Bukowski
EŞİT MUAMELE Huzuruna gelen herkese hürmet edip eşit muamele yap. Ta ki, zayıf senin adaletinden ümitsizliğe düşmesin. Kuvvetli de hak etmediği bir nimeti elde etme hayaline kapılmasın. Hz. Ömer (ra)
AF Şöhretim isyan benim; sen af ile meşhûrsun! Itrî
SABIR VE ZALİM Sabır sadece zorluklara tahammül etmek değildir, gücümüz yettiği halde zalim olmamaktır. Huveylid bin Esed
MADDE Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyattan kördür. Bediüzzaman
HASSA Zati bir hassa, bir tek ferdde görünse, bütün efradda dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, s. 478
CANDAN HALÂS OLMAK Kim halâs olmuş cihandan, olmadan candan halâs! (Kim kurtulmuş bu dünyadan canından kurtulmadan?) Keçecizade İzzet Molla
SEVDA Sevda derinlerdedir oysa Ferhat, Üstünü kazmada dağın. Hilmi Yavuz, Büyü'sün Yaz!
TOMURCUK Sen en güzel çiçekleri açacaksın tomurcuk. Oktay Rıfat
SELİM GÜNDÜZALP |
Giovanni Scognamillo: Başörtüsü yasağını anti-demokratik olarak görüyorum |
İstanbul’da yaşayan son levantenlerden 82 yaşındaki Giovanni Scognamillo ile sinemaya, dine, başörtüsüne ve sair birçok konuya dair sohbet ettik…
Özgeçmiş:
25 Nisan 1929 tarihinde İstanbul’da doğan İtalyan asıllı levanten yazar, sinema tarihçisi, araştırmacı, eleştirmen, çevirmen ve eğitmendir. Scognamillo ayrıca bazı Türk filmlerinde oyuncu olarak rol almış, bankacılık, reklâmcılık, kitabevi yöneticiliği gibi pek çok farklı alanda da çalışmıştır. 1948-61 yıllarında başta İtalyan, Fransız, ABD, Norveç basını olmak üzere yabancı dergi ve gazetelerde birçok yazısı çıktı. Daha sonra 1961’de Akşam Gazetesi’nde sinema eleştirileri yazmaya başladı. Sinema yazarlığını Yön, Sinema 65, Ulusal Sinema, Yedinci Sanat, Yeni Sinema, Ses, Hayat, Bravo, Video-Sinema, Beyaz Perde, TV’de Yedi Gün gibi gazete ve dergilerde sürdürdü. 60 yılı aşkın bir süredir sinema, fantastik edebiyat, bilimkurgu, korku edebiyatı ve okültizm üzerine yazıyor. Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Türk Sineması” dersleri de verdi.
Levant ve Levanten kelimelerinden başlarsak… Levanten nedir?
Terminolojik olarak bakarsak, “doğuda olan” demektir. Yani doğudan kastımız batı değil; Yakın Doğu’dur, Ortadoğu’dur. Esasen batılı olup Ortadoğu’ya veya Yakın Doğu’ya yerleşen ve kök salan da diyebiliriz…
Bir Beyoğlu levanteni olarak İstanbul’da yaşamak sizce nedir?
Bir Beyoğlu levanteni olarak eski İstanbul’u yaşadığım için bugünkü yeni, postmodern İstanbul’da yaşamak oldukça zor geliyor. Çünkü benim bildiğim İstanbul değil; her şey değişti. Tabiî mimari olarak değişmesi ve büyümenin getirisi olarak düzensiz olması normaldir. Ama insan davranışlarındaki bozukluk pek normal gelmiyor. Seksen iki yaşındayım; belirli prensipler, inançlar, alışkanlıklar ve değerlerle büyüdük ve yaşlandık. O değerleri arıyorum. Yok maalesef.
Hem batılı, hem doğulu olmak nasıl bir duygu?
Benim için çeşitli yönlerden tam bir avantaj oldu. Çünkü ben batı tipi eğitimi görerek batı kültürüyle yetiştim. Ayrıca Türk kültüründen de yararlandım.
Hocam, sizin interdisipliner bir çalışma alanınız var. Tarihçi, araştırmacı-yazar ve sinemacı kimlikleriniz nelerden besleniyor?
Bu kimlikler başlıca iki kaynaktan besleniyor; kitaplar ve filmler. İnternetten pek beslendiğimi söyleyemem çünkü bilgi açısından internete pek güvenmiyorum. Özellikle Amerikan sitelerine hiç güvenmiyorum. Bir araştırma yaptığımda ve internetten bilgi aldığımda muhakkak onu kontrol ediyorum, iki üç kaynak daha arayıp karşılaştırıyorum. Bir de meraklıyım; maymun iştahlı olduğum için her alana girip çıktım.
Merak ilmin hocasıdır... Evet. Doğru.
İlk öyküleriniz İtalyanca. Daha sonra Fransızca korku hikâyeleri yazdınız. İtalyanca, Fransızca ve İngilizceyi konuşup yazacak seviyede, İspanyolcayı da anlayacak derecede biliyorsunuz. Kitaplarınızı ise Türkçe yazıp, yayınladınız. Neden Türkçeyi tercih ettiniz?
Çünkü ben Türkiye’de yaşıyorum. Ve ona uygun davranmam gerekiyor. Benim sadece iki kitabım İtalyanca çıktı. Biri ‘İstanbul Gizemleri’nin İtalyanca versiyonu oldu; onu yeniden yazdım. Çünkü yurtdışında olan birçok olaylar ve ayrıntılar yabancı bir okura hiçbir şey vermez; ortamı, âdetleri bilmediği için. Bir de Türkçesi olmayan bir Dracula kitabı yazdım.
Maşallah sizin çevirilerle birlikte 54 kitabınız var…55. Benim adıma çıkan bir kitap var; Bir Levanten Şövalye. Onu aslında ben yazdım. Çünkü o, bir röportaj kitabı.
Peki, siz bu sayıyı yeterli buluyor musunuz? Hâlâ yazmalıyım düşüncesi var mı?
Şimdi düşünce olarak var; ama güç kalmadı. Sadece güç değil, ben hırslı bir insandım, yaşlanınca o hırs gitti. Düşündüm, tamam 55 tane kitap yazdım, ee sonra? Hem bu son zamanlarda krizden dolayı yayıncılarla anlaşabilmek zor; ödemeler aksıyor, anlaşmalar yapılıyor yapılmıyor. Anlaşma yapılmadan kitaplar basılıyor. Ama aklı başında bir yayıncı bulursam en azından bilgisayarda bekleyen 3-4 kitabımı bitiririm. Henüz bulamadım; bakalım belki buluruz. Geliyorlar konuşuyoruz, yayıncı heyecanlanıyor, ben heyecanlanmıyorum. Çünkü ben onu bekliyorum bir kere geliyor iki kere geliyor, şunu yapacağız bunu yapacağız falan filan diyor, sonra kayboluyor. Bir daha geri gelmiyor, ben de peşine düşmüyorum.
Sinema üzerine konuşalım biraz da. Sizin esas alanınız sinema. Kitaplarınızın büyük bir bölümünü bu alan üzerine yazdınız. Gerek ulusal basında gerek dış basında sinema eleştirileri kaleme aldınız. Birkaç filmde oynadınız. Peki, sinemaya
olan bu ilginiz, tutkunuz nasıl başladı?
O aileden kalma bir âdettir, aileden kaptığım bir mikroptur. Oradan aldım. Yani bir sinemacı, filmci aile içinde doğdum, büyüdüm. Bizim bütün tanıdıklarımız, eş dost o dönemin İstiklâl caddesindeki sinemacılar ve filmcilerdi. Onların bir kısmı azınlıktandı, bir kısmı levantendi. Bizim evde hep film konuşuluyordu. Hangi filmler iş yapıyor, iş yapan filmler iyi filmlerdir. Sonradan öğrendim ki aslında iş yapmayan film, iyi filmdir. (gülüşmeler)
Türk sinemasının bugünkü konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Henüz değerlendiremiyorum. (gülüşmeler ve şaşkınlık) Çünkü bir sektörden bahsediliyor, ama sektör kurulmuş değil. Yeşilçam’ı ayakta tutan ve Yeşilçam’a bir kimlik kazandıran yapımcılar vardı. Bugün pek yapımcı yok. Çoğu, yönetmen geçiniyorlar; kendi imkânlarıyla Kültür Bakanlığının verdiği arsayla, fonla idare etmeye çalışıyorlar. Ayrıca bugün Türkiye’de sinema sayısı az; dağıtım da biraz sağlıksız yapılıyor. Onun için henüz oturmuş bir sinema değil.
Peki, ikinci bir Yeşilçam faciası yaşayabilir miyiz?
Olabilir. Çünkü son 2 yılda film sayısı çok arttı. Ama gişede kendini kurtarabilen film sayısı düşüyor.
Aslında Türkler dünya tarihini etkileyen birçok olaya imza atmış. Bunun yanı sıra kültürel ve coğrafi anlamda çok zengin kaynaklara sahipler. Bütün bu imkânlara rağmen Türk sineması kısır hikâyelerle karşımıza çıkıyor. Neden böyle?
Doğru, temel sorun Yeşilçam’da da vardı. O yüzden Yeşilçam çokça yabancı film ve romanlardan esinleniyordu. Kopya çekiyordu demeyeyim; esinleniyordu. Bugün de bir senaryo sorunu var. Birçok yönetmen bunu anlamak istemiyor. Sinemayı sinema yapan büyük yabancı ustalara baktığımızda çoğunun kendi senaryolarını yazmadıklarını görürüz. Senaryo ayrı bir olaydır. Katılıyorlar, muhakkak katılıyorlar. Ama bugün bir Federico Fellini’ye bakalım. Fellini kaç senaryo yazmıştır? Hiç. Başkalarının senaryolarını çekti; onlara katkıda bulundu. En azından projeyi vermiyor; çekim senaryosunun yazımına katılıyor. Holywood yönetmenlerinden kaç tanesi kendi filmlerine senaryo yazıyor? Çoğu değil. Senaryo ekip işidir. Tek kişilik senaryo sakat olur, bağlantılar kopuk olur, yavan kalır. Aslında sinemada diyalogları senarist yazmaz, ayrı bir ekip yazar. Çünkü diyalog yazmak o kişiyi konuşturmak kolay bir şey değil; o bir uzmanlık işidir. Ama bizde yönetmen hepsini yapmaya çalışır; başarılı olamaz. Bu konuda güzel bir söz vardır: “İyi bir film yapmak için üç şey gereklidir: Senaryo, senaryo, senaryo.”
Biraz da “Batının İnanç Temelleri” isimli kitabınızdan konuşalım. Kitabınız Türkiye’de sahasında tek olma vasfına sahip. Ayrıca bir dönem İlahiyat Fakültelerinde yardımcı ders kitabı olarak da okutulmuş. Siz bu kitapta neyi anlatmak istediniz?
Ben koyu Hıristiyan bir ailenin içinde yetiştim. 14-15 yaşına kadar dindardım, annem biraz kuşkucu, babam ise çok dindardı. Ama 13-14 yaşında okuduğum bazı kitaplar başta Darwin ve Marx olmak üzere beni bayağı etkiledi ve sarstı. Böylece bir dönem tanrı-tanımaz oldum, sonra baktım tanrı-tanımaz zaten olunamayacak bir şey. Çünkü var olmayan bir şeyi tanımamak mantıklı bir şey değil. Ekmek yemez gibi. Ondan sonra Hıristiyanlıktan koptum; diğer dinleri inceleyebildiğim kadar inceledim ve şu sonuca vardım: Üç kitap aslında aynı şeyi anlatıyor. İbadette fark olabilir. O farkların bir kısmı zaten bölgesel farklar. Ama özde fark yok. Benim peygamberim senin peygamberini döver havalarına girmeyelim Allah aşkına. Hepsi de Tanrının adamlarıdır. Hepsi de Tanrı tarafından biz adam olalım diye gönderildi bu dünyaya; ama henüz adam olamadık. Kısacası o kitapta Hıristiyanlığın bazı püf noktalarını ortaya koymak istedim.
Siz bir mülâkatınızda dini temel olarak reddetmediğinizi, bütün dinlere karşı bir hoşgörü gösterdiğinizi söylüyorsunuz. Oysa fikirlerinden etkilendiğiniz Karl Marx dini, toplumların uyutulması için kullanılan bir afyon olarak görüyor.
Yok, ben onu reddetmiyorum. İnsan inançlı bir varlık. İnsanın bir şeye ya da bir şeylere inanması gerekiyor. Kimi Allah’a inanır kimi Fenerbahçe’ye. Onun için inanç gerekli. Bu durumda yarı inançlı bir toplum nereye gidebilir? Mağara dönemine doğru.
Herkesin kabul ettiği bir gerçek var. Batı bunalımda. Siz var olan bunalımı neye bağlıyorsunuz?
Batı çoktan bunalımda. II. Dünya savaşından sonra hatta 1. Dünya savaşından sonra başladı bu bunalım ve hâlâ devam ediyor. Çünkü kapitalizmi Amerika’dan sonra en çok hisseden bölge oldu Avrupa. Kapitalizmin sonuçlarını maalesef yaşıyoruz ve görüyoruz.
Sizin akademisyenliğiniz de var. Özel bir üniversitede dersler verdiniz. Ders verdiğiniz bu kitleyi, günümüz gençlerini nasıl buluyorsunuz?
Ama akademisyen değilim. Bir şeyler yapabilecek kimseler var. Yüzde yüz umut var diyemeyiz de, yüzde 40 civarında umut var. Ama keşke biraz daha ciddî davransalar, gerçi çocuklar da şikâyet ediyorlar. Geçenlerde sizin gibi birkaç genç geldi beni ziyarete; anlatıyorlar. “Bize illa eğlenin diyorlar, kimse öğrenin demiyor. Eğlenin, eğlenin, eğlenin. Ee hocam sonra ne olacak?” Bunu bana sormayın. Onu siz hesap edin. Kapitalizmin amacı nedir? Tek tip insan oluşturmak, şimdi tek tip insan nasıl oluyor, Amerikan vatandaşları gibi oluyor. Tv seyreder, eğlenir, dışarı çıkar, sorumluluğu, vatandaşlık bilinci yoktur.
Kamusal alanda yıllardır uygulana gelen bir başörtü yasağı var. Biz üniversitelere bu şekilde giremiyoruz...
Ben bunu anti-demokratik olarak görüyorum. Yalnız ilginçtir başörtü yasağı Avrupa’nın bazı ülkelerinde de uygulanmaya çalışılıyor, onların nedeni başörtüsü değil. Onların hedefi, tam bir laik demokrasidir. Orada hedef olan herhangi bir dinsel simgedir. Başörtü olsun, haç olsun. Biraz laik olmanın aşırısı da diyebiliriz.
Ama laiklik devletin dine karışmaması değil mi? Orada laikliğin dışına çıkmış olmuyorlar mı?
Şimdi hangi Hıristiyan devleti kiliseye karışmıyor. Bugün Yunanistan’da kilisede evlenmezsen, evliliğin yasal kabul edilmez. Sadece belediyede evlenirsen seni evli saymazlar. Bu da tam bir laiklik olmuyor. Yine meselâ İtalya’da yıllar yılı boşanma kabul edilmedi. Sonrasında boşanmayı ancak şartlı olarak kabul ettiler. Boşandıktan beş yıl sonra evlenemezsin şartını ileri sürdüler.
Yakın zaman önce İsrail masum bir amaçla yola çıkan Mavi Marmara gemisine saldırdı…
Beni şaşırtmıyor, çünkü bugün dünya ekonomisi zaten Yahudilerin elinde, benim elimde değil. Yalnız kendisini çok emin gördüğü için İsrail aşırı gidiyor. Diğer ülkeler lânet etmekle yetiniyor. Yahudiler de çok etkileniyorlar, çok korkuyorlar. (gülüşmeler) Şimdi orada anlaşmalı ve ağırlaşmalı senaryolar var. Yani biz bir olaya tanık oluyoruz, ama o olay nasıl oluyor bilmiyoruz; madalyonun bir yüzünü görüyoruz.
SALİHA FERŞADOĞLU |
17.07.2010 |